07 TEMMUZ, PAZARTESİ, 2025

“Ne Desek Yanlışlanabilir, Bunun Bilincinde Olmalıyız”

Bora Ercan ile Ay Işığında Satori kitabının arka planını, yoga ile yazı arasındaki bağı ve zihnin kıyısında dolanan hâlleri konuştuk.

“Ne Desek Yanlışlanabilir, Bunun Bilincinde Olmalıyız”

Bora Ercan, uzun yıllardır yoga, meditasyon ve felsefe alanında çalışan bir eğitmen, yazar ve düşünen insan. Yazılarında Doğu öğretileriyle Batı düşüncesini buluşturan, hem bedeni hem zihni dinlemeye davet eden bir dili var. Çok yönlü kişiliğini ve derinlikli zihnini yansıttığı son kitabı Ay Işığında Satori beni epey heyecanlandıran bir metin oldu.

Ay Işığında Satori, anlatmaktan çok hissettirmeyi seçen bir kitap bana göre. Olayların değil, çağrışımların izini sürüyor. Bir üçlemenin son kitabı. Parçalı yapısı, sessizliği, içe bakan sesiyle ne tamamen anlatıyor ne de tamamen susuyor. Okurunu bir eşikte bırakıyor. O eşikte beklerken de aceleye değil, yavaşlamaya davet ediyor. Eşikte durabilmenin zihinsel ve bedensel hazzını sunuyor okura.

​Söyleşimiz hem bir metne hem de bir zihin hâline yaklaşma niyetiyle yapıldı.

Öncelikle yeni kitabın hayırlı olsun. Ay Işığında Satori, sanırım bir üçlemenin son kitabı oldu. İlki Sonsuzun Çocukluğu, ikincisi Bumerang Metinler, şimdi de Ay Işığında Satori, Bunlar parçalı, kırık, fragmanlarla akan kitaplar. Anti novella dediğin bu biçimi neden tercih ettin? Bu form, anlatmak istediğin şeye nasıl hizmet etti?

Teşekkür ediyorum Tuğçe. Aslında o üç kitaba sonradan üçleme dedim. Başta böyle bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten çünkü sonsuzun çocukluğunu elime aldığımda hastanede ölüm döşeğindeydim. İlk kitap çok parçalı, ikincisi biraz daha az parçalı ve sonuncusu da yekpare gibi görünen içten kırıklı, iç kanamalı bir yapıda oluştu. İlk ikisine şiir, öykü, deneme gibi bir tarz adlandırması yapmadım. Sonuncuya novella diyemediğim için anti-novella dedim. Dürüst söyleyeyim novella yazmak istiyordum ama novellaya haksızlık etmek istemedim. Bu adı da kitabı yazdıktan sonra uydurdum. Anti-novella ne deseniz açıklayamam. Bu isimde yazınsal bir tür bildiğim kadarıyla yok. Olmayan bir türün keşfini yaptım, ben yarattım demiyorum. Zaten biliyorsun kitap çıktıktan sonra yazarın değildir. Bu nedenle okur ne niyetle okuyacaksa tür de odur. Kapağa anti-novella yazdıkları için Alef Kitap’a teşekkür ederim.

Kitap boyunca sayıklama, tekrar ve sessizlik arasında bir ritim var. Bu yapıyı yaratırken ilham aldığın kaynaklar veya deneyimler oldu mu?

Öncelikle müzik. Deep Purple, Rainbow, Freddy Mercury gibi sanatçıları delirircesine tekrar tekrar dinledim. Deep Purple bir yerde “I am the echo of your past - Geçmişinin bir yankısıyım” diyor, bu ve böylesi sözler beni Pir Sultan Abdal’ın deyişlerine, Bektaşi nefeslerine oradan Empodokles’e oradan da Eski Mısır’a götürüyor. Rock şarkılarının böylesi liriklerinin örnekleri çoğaltılabilir elbette. Bu insanların bu sözleri nasıl yazdıklarını inceledim, kendi üzerimde bazı deneyler yaptım, hâlâ daha yapıyorum. Bu nedenle bir yazar değilim, bir deneyciyim. Bazen deney beklenen sonucu vermez tabii, deney düzeneği patlayabilir. İlhan Berk her şeye yazmak için bir araç olarak bakardı. Berk’in şiirlerini çok severim ama sadece ve sadece o nesneyle, varlıkla, olayla bağ kurmak için bakıyorum. Yazı çok sonradan geliyor, gelirse tabii.

Kitaptaki anlatıcı bazen çok kırılgan, bazen çok bilge, bazen de çok geveze bir sese dönüşebiliyor. Bu sesler arasında geçişler yaparken seni yönlendiren neydi? Bu geçişlerde merkezini nerede tuttun? Merkezini kaybettiğin zamanlar oldu mu?

Pascal küresivari bir metin olsun istedim. Merkezi her yerde ama yüzeyi yok. Pascal bunu Tanrı tanımı için kullanır, ama Borges’in dediği gibi insan istediğini okur, istediğini yazamaz. Okurun da bu geçişlerde kırılgan, bilge, geveze olmasını istedim. Merkezimi kaybettim; evet, çünkü ülke de dünya da merkezsiz, öte yanda da artık her yer bir tür toplama kampına dönüştü.

Kitabını okurken sık sık bilinç akışı ve serbest çağrışım arasındaki farkı düşündüm. Ve serbest çağrışım ifadesini bu kitap için daha doğru buldum. Çünkü sanki bir psikanaliz seansındaymışçasına düşüncelerini serbestçe bıraktığını gördüm. Bence bu hiç kolay bir şey değil. İnsan sence neden bırakamaz?

Ben de buna bilinçdışı akış diyorum, yani o da aslında serbest çağrışım. İnsan koşullu, güdümlü bir varlık. Doğduğun andan itibaren başlıyor bu şartlanmalar. Hepimiz aslında Pavlov’un köpekleri hâline getirilmeye çalışıyoruz. Bunu farkına varan tepki vermeye başlar, sanat da yazı da psikanaliz de bu tepkinin bir aracıdır. Varlığımı adayacak hiçbir şey bulamadığım için koşullanmaları yıkmaya adamaya karar verdim.

Sen yoga ve meditasyon eğitmenisin. Kelimeleri eğip büktüğün gibi bedenin, nefesin eğilip bükülmeleriyle de uzun yıllardır ilgileniyorsun. Yoganın senin için sadece bedensel bir pratik olmadığını aynı zamanda felsefi, içsel bir yolculuk olduğunu da biliyorum. Yoga senin yazma biçimini nasıl etkiliyor? Yoga ile edebiyat arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

Antik diller metaforiktir, sözcüklerin kesin, belirli anlamları yoktur, hatta malum noktalama işaretleri bile çok yenidir. Ayrıca eski insanlar simgelerle düşünürdü. Ses ve söz bunun için bir araçtı. Eski Hint metinleri de sese ve imgeye dayalıdır. Sanskrit dilinin metinleri Hint-Avrupa Dünyası’nın ilk felsefi metinlerdir. Yoga da bu metinler ve metinlere bağlı ritüellerden kaynaklanır. Pratikler dikkati yoğunlaştırmayı ve böylece nöral aktiviteyi değiştirmeyi amaçlar. Yoga köken olarak spiritüel değil materyalisttir. Bütün bu söylediklerimin günümüzün yogasıyla bir ilgisi yok tabii ama soruya tam olarak şöyle cevap vereyim, Veda metinlerinde yoganın anlamlarından biri şiirdir.

Zihinle uğraşmanın, sessizliği ve anlamı kovalamaya çalışmanın kendine özgü tehlikeleri de var. İnsan zihinde ne çok kayboluyor ve zihin tarafından nasıl da esir alınıyor… Sen bu dengeyi nasıl kuruyorsun?

Kurabiliyor muyum, bilmiyorum, ama yaz kış denize girmek iyi geliyor, biraz insan sıfatından uzaklaşmak da. İnsanlara bu soruya lütfen saçmalayarak cevap verin, diyorum, ama kimse saçmalayamıyor kolay kolay. Oysa saçmalama Zen’de aydınlanmaya giden yolda araçlardan biridir.

Bora Ercan

“Satori” kelimesi Zen geleneğinde ani uyanış anlamına geliyor. “Yazmak bir satori midir?” diye sorsam, ne dersin?

Aslında dile gelmemesi gerek satorinin, dile aşkın olmalı. Yazarken de yürürken de okurken de bu mümkün fakat işte bir kalıbı yok. Aydınlandığını sandığın anda aslında aydınlanmamışsındır diye paradoksal bir ifade koyayım ortaya. Satori ısmarlama olmuyor.  James Joyce’un The Epiphanies diye bir kitabı vardır, Türkçeye Anıklılar diye çevrilmiş. Tam karşılamasa da güzel bir kelime.

Peki sence “suskunluk” yazıda nasıl yankılanır? Sessizlik yazılabilir mi?

Alegorik yöntemlerle belki. Sessizliği ne çağrıştırır? Biraz da belki sinestetik yöntemler kullanılabilir, örneğin sessizlik ne renktir, sessizliğin tadı neye benzer? Bir de Ginsberg de der, Tao’da da benzeri geçer: Konuşmak yalan söylemektir. Ne desek yanlışlanabilir bunun bilincinde olmalıyız.

Yazdığın kitaplarda, yaptığın konuşmalarda niyetin öneminden çok bahsediyorsun. Niyet belirlemeyi bu denli önemli yapan nedir? Senin yazmaktaki niyetin nedir?

Gezi edebiyatıyla başladım diyebilirim, bu da keşfin bir parçasıydı. Hindistan, Akdeniz Adaları, Tibet gibi ülkelerde yazdıklarım sonradan kitaplaştı. İnsanların gittikleri yerlere başka türlü bir gözle bakmalarını isterim. Maalesef gelinen yer mesela Yunan Adaları için ucuza kalamar yeme noktasında, Midilli’yi Mirivilis’i, Sapho’yu, Elitis’i okumadan gezmek insanın kendine yapacağı büyük bir haksızlıkmış gibi gelir bana.

Sonra yoga ve meditasyon kitapları yazmak zorunda kaldım. Bu öğretiler hakkında Türkçe yazılmış kaynaklar çok azdı. Çevirilerden anlayabilmekse neredeyse imkânsız. Bu kitaplar birer ders kitabı gibi olduğu için her yıl düzenli baskıları yapılıyor. Yetişkin insanlara zorla okutuyoruz, kimse kızmasın ama biz niye böyleyiz sorusunun cevabı da burada. Neyse kalp kırmadan devam edelim. Son kitapta bir tepki var: Boğuluyordum, güncel politikadan, televizyonlardaki abuk sabuk adamlardan ve sosyal medyadan iğreniyordum. Çaresizdim. Okuru da boğmak istedim. Belki birbirimize hayat öpücüğü olurduk.

​Niyet ise kararlılık aslında. Günümüz kararsızlık çağı, bu da insanı alt üst ediyor. Kararlılık iyidir. Niyet isteme değil uygulamadır.

Son olarak şunu sormak istiyorum. Son yıllarda artan yoga ve meditasyon eğitimlerine çok sık rastlıyorum. İnsanlar şifa arıyor, teselli arıyor, guru arıyor. Yetmiyor bu eğitimleri alarak ne yazık ki guruculuk, tanrıcılık, eğitimini almadan psikologculuk oynamaya başlıyorlar. Şifa ararken bir noktada şifa vermeye bir hayli hevesli olmaya başlıyorlar. Bu arayışlar ve wellness sektöründeki sınır ihlalleri hakkında ne düşünüyorsun?

Maalesef! Konuya şuradan bakalım. Meslekler ortadan kalktı. Meslek kelime olarak yol, rota anlamındaki Arapça “slk” kelimesinden kaynaklıdır. Yani varlığın rotası ortadan kalktı. Dolayısıyla anlam da etik de yok artık. Rotasız kalan ya da bırakılan insanlar bir guru, lider, şeyh arayışına girer. Elbette bu talep bir arz da oluşturur. Kolayca edinilen unvanlar, kimlikler, sosyal aidiyetler… Dünya spiritüalizm tarihinin 1900 sonrası sahtekarlıkların tarihidir. Bu çürümeden azıyla çoğuyla herkes nasibini alır. Adının başında dr. olan birilerine denk geldim sosyal medyada, onlar da Hipokrat’ın kemiklerini sızlatıyordur. Çare önümüze gelen karşısında en az iki hatta üç kere düşünmektir. Vasatı beslememektir.

0
543
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage