14 TEMMUZ, PAZARTESİ, 2025

Kötülüğe, Belleğe ve Ötekiye Dair Bir Kazı: “Şimdi Buradaydı”

Irmak Zileli ile geçmiş, öteki ve kötülük kavramlarına bir psikiyatristin odasından bilinç akışı yöntemiyle bakan yeni romanı Şimdi Buradaydı üzerine konuştuk.

Kötülüğe, Belleğe ve Ötekiye Dair Bir Kazı: “Şimdi Buradaydı”

Eşik (2011), Gözlerini Kaçırma (2014), Gölgesinde (2017), Son Bakış (2019), Bende Ölen Sensin (2022) ile genç okurlar için kaleme aldığınız Bozuk Saat (2019), Arkadaşım İçin (2022), Her Şeyi Gördüm (2024) romanlarınızdan sonra Şimdi Buradaydı geçtiğimiz mart ayında yayımlandı. Nasıl hissediyorsunuz? Sorunun biraz zorlayıcı olabileceğini tahmin ediyorum ama bitmiş bir şeyin, Şimdi Buradaydı kitabınızdan geriye dönüp baktığınızda yazarlığınız nasıl bir yolculuk geçirdi? Şu an neredesiniz?

Bu yolculukta anlar çok kıymetli benim için. Hiçbir zaman hedefe doğru ilerlemek değildi önemli olan. İlk romanım Eşik’ten itibaren o anda, şimdi ve burada o romanla meşgul oldum.  Bundan sonrakinde şöyle bir şey yapayım, bunda da şunu başarayım gibi hedef odaklı bir yolculuk hiç olmadı. Aynı şekilde geriye de çok dönüp bakmadım. Sorulduğu zaman bakıyorum tabii. Yazarlık sürecime dair karşıma yorumlar çıktığında her seferinde tam olarak ne yapmış olduğumu unuttuğumu fark ediyorum. Benim romanlarımdan alıntılar okuduklarında “Ben mi yazmışım bunu?” diyebiliyorum. Çünkü geçmişte yaptığım her şeyle bağımı koparmam lazım ki şimdi ve burada yaptığımla meşgul olabileyim. Öte yandan bu, dersler çıkarmamak, kendi yazarlığını analiz etmemek anlamına gelmiyor. Ben hep yazdığı üzerine düşünen bir yazar oldum. Çünkü edebiyat üzerine düşünmeyi seviyorum. Şimdi burada ne yaptım, nasıl bir anlatım biçimini zorladım, ne anlatmaya çalıştım, edebiyatımda ne değişti? Bunları hep sorgulayarak ilerledim. Şimdilerde de Şimdi Buradaydı’nın anlatım tekniğiyle ilgili düşünüyorum. Ne yapmışım burada, nasıl bir dil kullanmışım, o dilin özelliği ne ve bunu yapmamın sebebi ne? Geriye dönüp baktığımda yazarlığımla ilgili söyleyebileceğim en temel şey herhalde; hep arayış içinde olmak, her metinde anlatım olanaklarının sınırlarını zorlamak… Gerçeklik böyle değil de şöyle temsil edilebilir mi, gerçekliği en iyi nasıl yakalayabilirim? Çünkü şunu fark ettim ki, benim edebiyatım ya da benim yazarlığımda gerçeğe ulaşmak, en saklı olan noktaya kadar kazı yapmak çok başat bir şey. En doğal olanı yakalamak, en sahici olana ulaşmak, hayata en yakın olanına erişmek…

Şimdi Buradaydı’nın zihninizde yolculuğu ne zaman ve nasıl başlayıp masa başına geldi?

Bundan önceki yetişkin romanım Bende Ölen Sensin’de bir erkeğin hikâyesini yazmıştım ve oradaki temel meselem erkekliğin inşasıydı. Bende Ölen Sensin’de anti kahraman yazma deneyimini yaşadım. Pek hoşlanmayacağınız bir karakter yazdım. Özdeşleşebileceğiniz, masum ve mağdur değil, daha olumsuz tınlayan, küfürbaz çok eril bir karakterdi Volkan. Bu anti kahramanı yazma deneyimi benim için çok öğreticiydi. Ve şunu fark ettim; aslında edebiyatta bunu yapmamız lazım. Hep iyi karakterleri, mağdur karakterleri yazmak değil de biraz daha olumsuzu, anti kahramanı yazmak… Eğer edebiyat bir yüzleşme yaratacaksa insanların özdeşlik kurabileceği olumlu tarafların dışında olumsuz tarafları da fark edebilecekleri karakterler yaratmak önemli. Hikâyedeki karakterlerle ister istemez özdeşlik kuruyoruz. Kendi içimize dönüp bakmış oluyoruz. Ama hep iyi, hep mağdur karakterler yazdığınızda içinizdeki iyi taraflara bakıyorsunuz. Bende Ölen Sensin’de bunu yapınca bundan çok keyif aldım çünkü kendi içime dönük de bir kazı oldu bu. Kendi içimdeki eril taraflarla yüzleşmemin yolunu açtı. Bu macerayı sevdim ama aynı zamanda da bu benim “Kötü nedir?” üzerine düşünmeme sebep oldu. Volkan karakterindeki olumsuzluklara bakarken, ondaki şiddeti, yıkıcılığı ve aynı zamanda kendi içimdekini gözlemlerken bunu birazcık daha derine indirmek, daha da karanlık tarafa, en kötücül noktalara yolculuk yapmak istedim. Ve kötü üzerine düşünmeye başladım. Bende genelde şöyle oluyor; yazmakta olduğum romanın sonlarına doğru geliyorken bazen bir tema olarak bazen bir karakter olarak yeni romanın fikri doğuyor. İşte Volkan’ı yazarken sonlara doğru Şimdi Buradaydı’nın fikri doğdu. “Kötülük nedir, içimizdeki o yıkıcı şiddet nereden gelir, bu kötülük gerçekten çok ekstrem, çok norm dışı bir yerde midir yoksa aslında ortalama dediğimiz şeyin içinde yaygın olarak var mıdır?” gibi soruları tartışmaya başladım. Ve sonrasında da kötülük, şiddet, delilik, sapkınlık odaklı okumalar yaptım. Hem kuramsal okumalar yaptım hem de bu konularda yazmış edebiyatçıların romanlarını kurcaladım. Bu süre içerisinde de yavaş yavaş olaylar, hikâye, katmanlar oluştu. İki, iki buçuk yıllık okuma süresinin sonunda artık ben romandaki karakterleri, geçmişlerini, olayların neler olacağını, mekânını, yapısını, anlatım biçimini biliyordum. Artık yazmak gerekiyordu. İki, iki buçuk ay içerisinde de yazdım.

Uzun yıllara yayılan birçok okuma yaptığınızı belirttiniz. Adını anmak istediğiniz kitaplar var mı? Kitapla eş zamanlı, hikâyenin arkasını önünü doldurmak için okumak isteyenler olabilir?

Çok var tabii ama ilk aklıma gelenleri söyleyebilirim. Arno Gruen’in Normalliğin Deliliği kitabı, norm dışı olanın, kötülüğün, şiddetin kaynakları üzerine düşünürken bunun bireysel ile toplumsal bağlarını kurmama yardımcı oldu. Özellikle bütün dünya tarihinde kötülüğüyle nam salmış Hitler gibi, Stalin gibi diktatörlerin, savaş çıkaranların ya da kendi halkına zulmedenlerin, o tipolojinin psikolojisini irdeliyordu kitap. Ve bu kötülüğün de aslında bireysel ve toplumsal boyutlarını işliyordu. Onun dışında Darien Leader’ın Delilik Nedir? kitabı bana çok ufuk açmıştır. Orada da “suskun delilik” dediğimiz, nezaket maskesi, düzgünlük maskesi arkasına saklanmış deliliği gördüm. Hep steril ve ideal görüntünün arkasındaki karanlığı irdeliyor ve buna “suskun delilik” diyordu. Byung-Chul Han bana çok ilham veren bir isim. Onun kitaplarından çok yararlandım. Özellikle “Palyatif Toplum”u çok faydalı oldu. Hep olumluluğun pompalandığı bu dünyada olumsuzluk nereye gidiyor? Aslında hiçbir yere gitmiyor. Olumsuzluk, şiddet, kötülük her neyse bastırılıyor, bastırılıyor ve sonra başka bir yerden patlıyor… Onun dışında Jung’un “gölge” kavramı üzerine birçok psikiyatrisin, psikanalistin yazılarından oluşan Gölgeyle Buluşma adlı bir derleme kitap karanlık yanımıza bakmak açısından çok ilham vericiydi. Psikiyatrist bir karakterin bakış açısından hikâyeyi yazdığım ve bir terapi odasında geçeceği için terapistle danışan arasındaki aktarım ve karşı aktarım kavramları üzerine okudum. Özellikle psikanalistlerin kendi deneyimlerini paylaştıkları metinler çok yol gösterici oldu. Mesela Seans Sahnesi Üzerine adlı bir kitap okudum, çok ufkumu açtı. Bir terapi odasında sadece orada olan bitenler olmuyor, bir sürü deneyim, geçmiş anılar yeniden sahneleniyor. Bunun üzerine düşünmek tekniğimi uygulamamda yardımcı oldu.

Her kitabınızda yeni bir anlatım biçimi ve teknik arayışına girdiğinizi biliyoruz. Teknik olarak bir şeyler denemek sizin için ne ifade ediyor? Anlattığınız meselelerin biçimle olan ilişkisi üzerinden Şimdi Buradaydı kitabınızda nasıl bir anlatım tekniği denemek istediniz?

Ben belki biraz sıkılgan bir insanım. Röportajlarda aynı sorularla karşılaştığımda da farklı şekillerde yanıt vermeye çalışıyorum ki benim de zihnim yeni bir şey keşfetsin. Keşfetmeyi seviyorum. Aynı şeyin tekrarı keşfin önüne geçiyor. Yeni bir şey öğrenmek için yeni bir şey yapmamız, aramamız lazım. Yeni teknikler denememin en önemli nedeni bu. Bir diğer nedeni de olanaklar; ya başka bir ihtimal varsa, belki bambaşka bir deneyim yaşayıp bambaşka bir şey keşfedeceğim… Bunu kaçırmak istemiyorum. Dünyaya geliyoruz, edebiyat ve sanatla uğraşmadığımızda tek bir kişinin hayatını yaşayıp gidiyoruz ya da öyle sanıyoruz. Ama edebiyat bize ne yapıyor? Hep başka bir karakterin yerine geçiyoruz. Okurken de bu böyle, sadece yazarken değil. Dolayısıyla farklı farklı deneyimler elde ediyoruz, deneyimleri çoğaltıyoruz. İçeriksel olarak hikâyedeki farklılaşma biçimsel olarak da yaşanmalı ki tamamlansın. Edebiyat tarihine baktığımızda bütün yazarlar “Gerçekliği temsil etmenin yolu nedir?”i sorgulamıştır. Eğer bunun yolunun bir tane olduğunu keşfetmiş olsalardı hep aynı şeyi yapar dururlardı. Ama onlar da fark etmişler ki; aslında bir tane değil, hatta gerçekliği temsil etmek, kusursuz bir gerçeklik temsili bulmamız imkânsız. Madem kusursuz bir şey yapmamız imkânsız, o zaman kusursuz olmayan bir şey ürettikten sonra tekrar aynı şeyi yapmak kusursuz olmayan yeni bir şey üretmekten başka bir anlam ifade etmeyecek.  Kusursuz olmayacağını biliyoruz ama yine de bunu aramanın kendisi, aralarda kusursuz anlar yaşamayı sağlayan ve gelişmeyi sağlayan bir şey. Dolayısıyla ben, gerçekliğin temsilinde yeni olanaklar, imkânlar peşine düştüğümde aslında daha önce yaptığımın zaten kusurlu olduğunu bildiğim için yapıyorum. Yeni yapacağımın da kusurlu olacağını bilmekle birlikte sürecin kendisine duyduğum arzu nedeniyle bunu yapıyorum. Gerçeklik dediğimiz şey bence zihinde bitiyor. Olaylar, eylemler, birbirimize davranışlarımız, sözlerimiz bu gerçekliğin bir kısmı sadece. Asıl gerçek bütün bu olayların içerisinde insanın zihninde olup bitenler. Onun algıları. Hani İngilizler diyor ya “algı gerçekliktir” diye. Tam da böyle. O zaman ben o zihne ulaşmalıyım. O zihne ulaşacaksam da bunu taklit ederken en doğal şekilde yapabilmeliyim. Bir karakterin zihnine yerleşmeliyim ve onu sanki arada hiçbir anlatıcı yokmuş, birisi tarafından aktarılmıyormuş ve yapıntı bir şey yokmuş gibi yansıtabilmeliyim. Bu en doğal şekilde olmalı. İşte o doğalı yakalamak için de tekniği zorlamak gerekiyor. Edebiyat metinlerinin bir anlatıcısı vardır, klasiktir. Anlatıcı dediğimiz andan itibaren aslında yapıntı bir şey ortaya koyduğumuzu itiraf ediyoruz. Peki bu yapıntılığın yapıntı değilmişçesine kurulması mümkün mü? Sanki hiçbir anlatıcı yokmuş, hiçbir şey anlatılmıyormuş gibi yapmak… Elbette bir mış gibi oyunudur kurmaca ama o mış gibi oyununda olabildiğince onu yok etmeye çalışmak okuyana, “ya ben gerçekten bu karakterin kafasının içindeyim şu anda ve onun bütün beynine hâkimim” dedirtmek. İşte bunun imkânlarını zorlaya zorlaya Şimdi Buradaydı’ya geldim. Şunu planlamıştım; terapistle hastası arasında geçen seansları göreceğiz biz. En baştan bildiğimiz bir şey olduğu için spoiler sayılmaz söyleyeyim; terapistin az sonra son seansını gerçekleştireceği hastasının bir cinayetin eşiğinde olduğundan endişe etmesi ve onu engellemek için onun hastaneye yatmasına ikna etmesiyle başlıyor roman. Ve biz terapistin hastasını bekleyiş süresi boyunca onun geriye dönük hatırlayışlarını okuyoruz. Aslında bekleme anında geçiyor roman. Bu hatırlayışların içerisinde ister istemez geriye gideceğiz, seansları vereceğiz. Şimdi ben burada okuyana kuru, solgun bir metin sunmak istemiyorum. O seans anlarının canlılığını yansıtmak istiyorum. Ama aynı zamanda şöyle bir gerçek var; seanslarda danışan, geçmişte çocukluğundaki bir şeyi anlatırken bile ister istemez aktarıyor ya, o aktarım solgun bir şey. O sahne canlanmıyor gibi gözüküyor. Ama ben o sahneyi canlı bir şekilde, o ana bizi götürecek şekilde vermek istiyorum. Peki bunu nasıl yapabilirim? Bunu sorduğumda kendime aslında şunu fark ettim; kendimizi de gözlemlediğimiz zaman hepimizin görebileceği bir şey bu, birisi bize bir anısını anlattığında aslında biz o cümleleri görmüyoruz. Ya da zihnimizin içinde kelimeler uçuşmuyor. Biz anlatılan sahneyi hayalimizde canlandırıyoruz aslında. İşte ben o sahneyi terapistin zihninde canlandığı haliyle verebileceğimi ve o sahnenin içindeki öteki karakterin de hislerini, düşüncelerini terapistin yorumu aracılığıyla aktarabileceğimi fark ettim. Bu da beni yeni bir anlatım tekniğine kavuşturdu diyebilirim. Ve bu aynı zamanda da çok sesliliği yarattı metinde. Tek bir bakış açısı varmış gibi gözükse de dinleyen bu kişinin, hatırlayan bu kişinin, dinlediği olaylarla ilgili düşünürken hem kendi iç sesi, kendi geçmişindeki sesler, kendi annesinin babasının sesi, hem karşısındaki danışanının hikâyesinin içindeki karakterlerin sesleri hepsi birden konuşmaya başladı. Bu da benim yapmak istediğim şeye çok uygundu. Çünkü ben zaten insan denilen varlığın tek bir insandan oluşmadığını, onun içinde bir sürü bir sürü öteki olduğunu, bir sürü başka insanın sesi olduğunu da göstermek istedim.

Şimdi Buradaydı, bir cinayeti önleme sezgisiyle soruların ve ihtimallerin peşinden gidiyor. Tüm romanı okurken Birkan’ın odasındayız biz aslında. Ve o odanın içerisinde zamanın içinde gelgitler yaparak danışanının hikâyesine tanık oluyoruz. Sınırlı bir alanda ve zamanda gelgitler hem zorlayıcı hem de çok fazla imkân barındırıyor içerisinde. Thomas Bernhard’ın Odun Kesmek kitabı da bir berjer koltukta geçer. Bir berjer koltukta kocaman bir hikâyeye tanık oluruz. Sınırlı bir alan dediğimizde hep o gelir aklıma. Onun zorlayıcılığı, deneniyor olması bile bir okuyucu için kıymetli bir şey bence.

Çok doğru bir noktaya temas ettiniz. Ne mutlu bana, teşekkür ederim. Thomas Bernhard’ı çok severim ayrıca.

Karakterleriniz üzerinden bireyin ve toplumun aile ile kurduğu ilişkiye dair bir şeyler sormak istiyorum. Bireyin büyüdükçe başına gelecek dertlere tepki gösterme biçimi, çoğunlukla çocuklukta ve ailenin o durumlar karşısında aldığı tavırların altında doğar. Aile, bireyin bedensel değişimlerini yaşarken dünyayla kurduğu ilişkinin de tanığı oluyor. Bireyin hem en kuvvetli bağı, hem de en zayıf noktası aile. Aile kimi zaman varlığıyla kimi zaman yokluğuyla hikâyemiz hakkında bir şeyler söylüyor. Kitabınızda da aile çok temel bir noktada yer alıyor. Biraz ailenin hikâyeniz için temsil ettiklerini anlatabilir misiniz?

İnsan yavrusu doğduğu andan itibaren karşılaştığı kişilerle birlikte şekilleniyor. İnsanların ona tuttuğu ayna benliğini oluşturmasında yardımcı oluyor. Sınırlarını koyuyor, yönlendiriyor. Bakım verenle kurduğu ilk bağda zedeleniyor ya da yumuşacık sarılıyor ya da fazla tutarsız bir şekilde yaşanıyor bazı şeyler. Bu ilişki bizim benliğimizi, kimliğimizi, kendimizle olan ilişkimizi, dünyayla olan ilişkimizi çok büyük ölçüde belirliyor. Burada işte Arno Gruen’e tekrar dönecek olursam, o şunu söylüyor; “ideal benliğimizi yaratmamız biraz ailemizle ilişkili ve ideal benlikle gerçek benlik arasındaki uzaklık, mesafe de aslında ailenin tavrıyla ilgili.” Eğer mesela biat etmenizi bekleyen bir ebeveyn söz konusuysa, insan yavrusu ancak biat ederse sevileceğini, onaylanacağını öğreniyor. Anne ve babasının istediği şekilde davranırsa onaylanacağını ve iyi bir insan olduğunu düşünüyor. Kibar bir görüntü, çok ideal bir benlik, çok iyi vatandaş görüntüleri veren insanlar için düşünecek olursak, tabii ki genellemeler her zaman yanılma payı içerir ama muhtemelen o insanlar küçüklüklerinde, çocukluklarında hane içinde olumsuz davranışlarına yer bulamayan insanlardı. Ve bir maske takmak zorunda kaldılar. Hep kibar, hep iyi, hep nazik, hep uyumlu olmaları gerekti. Ama bu ne demek oluyor? Aslında hiç kimse her zaman böyle olamaz. Hepimizin içinde bazı dürtüler var. İşte şiddet var, yıkıcılık var. Bunların ifade edilmesi gerekiyor ama ifade edilmesine izin verilmediği zaman aile içinde bastırılmış oluyor. İşte o bastırılan şey de Freud'un dediği gibi misliyle geri dönüyor. Jung’un söylediği, bizim hep tekrar ettiğimiz bir şey var; “dış dünyadaki maskemiz ile gerçek benliğimiz arasındaki mesafe kısaldıkça sağlıklı bireyler oluyoruz.” Ben burada, bu hikâyede sağlıksız olana bakmaya çalıştım. Şimdi bu sağlık, sağlıksızlık ifadesi de tabii hoş değil. Çok severek kullanmıyorum. Nedir sağlıklı olan, nedir sağlıksız olan, bunu kim belirliyor gibi tartışmalara gebe. Her türlü tanımlama biraz problemli. Romana dönecek olursam ben, bir cinayetin eşiğinde, birine zarar vermenin eşiğinde olan insanın çocukluğuna inmeden buradaki öldürme arzusunu çözümleyemeyeceğimi düşündüm. Şu klişe doğru bir klişe; toplumun en küçük birimi ailedir, her şey aileden başlar. Toplumun bütün yasalarını aile üzerinden tarif edebiliriz, araştırabiliriz. Bu hikâyede de aileye mercek tutmamın nedeni bu. Aslında benim bütün romanlarımda aile çok önemli. Çünkü ben bireyin önce orada oluşturulduğunu düşünüyorum. Sonrası, yetişkinlikte kurduğumuz her ilişkide ailenin yankılarını görüyoruz.

Şimdi Buradaydı, insan ruhunun karanlık yanlarında dolaşarak kötülük, şiddet, suça bulaşma ve tahakküm gibi meselelere dair okuyucuyu dürten sorular soruyor. İnsan ruhunu anlatırken bu karanlık köşelere, çıkmazlara odaklanmak neden önemliydi?

Byung-Chul Han’ın “Olumluluk Toplumu” dediği, hep böyle olumlu şeyleri öne çıkarttığımızda, hep acı verici olanın etrafından dolandığımızda;  bir dönüşemiyoruz, iki aslında onlar bir yere gitmiyor. Onlar hâlâ orada. Kayıplarımız oluyor, acılarımız oluyor ve bunların yasını tutamadığımız zaman aslında onlar zehirlemeye başlıyor bünyeyi. Bu hem bireysel anlamda bir zehir hem toplumsal anlamda. Sadece bireysel yaslar için söylemiyorum, toplumsal olarak da söylüyorum. Toplumların yas tutmasına da izin vermeyen devletler aslında ne yapıyorlar, o yası bastırıyorlar ve hep olumlu bir şey dayatarak, hep olumlu, hep her şey çok iyi, hiçbir problem yok ideolojisiyle toplumun aslında problemli taraflarını çözmesini ve yüzleşmesini engellemiş oluyorlar. Değişimi engellemiş oluyorlar. Malum, iktidarlar değişimden hoşlanmazlar. Değişim eninde sonunda onlara da değebilir. Onların da değişmesi gerekebilir. Baba da bunu yapmak istemez, anne de eğer ki kendine dönük bakışında bir nesnellik ve dürüstlük, açık yüreklik yoksa bunu yapmak istemez. Karanlık tarafına bakmadığı müddetçe insan, yani kendi korkularıyla yüzleşmedikçe, kendi idealindeki benliğiyle çelişen taraflarını görmezden geldiği müddetçe şöyle bir şey olmuyor;  ne kadar güzel, harika yaşıyoruz, çok da iyiyiz, ne güzel de gül gibi geçinip gidiyoruz olmuyor. O taraflar hayat içerisinde küçük olaylarla da olabilir, daha büyük olaylarla da olabilir. Bir şekilde o hayatı ele geçiriyor. İşte Jung'un söylediği şey; Gölge tarafımızdan bakmayı reddettiğimiz müddetçe, o gölge taraf aslında büyüyor, büyüyor, bir canavara dönüşüyor ve benliği yutuyor. Sosyal medyada defalarca karşımıza çıkıyor. “Ne kadar çok kötülük var! Neden bu kadar çok kötülük var?” Bunu diyoruz. Aynı anda da kötülüğü yapanlara bakıp sapkın, cani, hasta ruhlu, diyoruz. Bu kadar yaygın olan bir kötülük hâlinin aslında bize ait olmadığını düşünmek istiyoruz. Cani, sapkın gibi yaftalar yapıştırdığımız zaman suç münferit hâle geliyor. Hani iktidarlar da diyor ya bunlar “münferit olaylar”. Kadın cinayetlerine bakalım. Yani günde kaç kadın öldürülüyor? “Münferit” diyor ama iktidar. Şimdi aslında bunun münferit olmadığıyla yüzleşebilmemiz için, her bir bireyin önce kendi içindeki kötülüğü fark etmesi lazım. Yani aslında kötülüğün sıradan bir şey olduğunu görmezsek onu dönüştüremeyiz. O yüzden ben insanın karanlık tarafına bakmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Bu romanımla da biraz onunla uğraştım o yüzden.

İnsan kendi kişisel hikayesine bakarken çoğunlukla uğraştığı şey belleği oluyor. Çünkü geriye dönüp baktığında kötülüğün nedenleriyle yüzleşmesi hem kendi açısından hem de toplumun ona dayattığı şeyler dolayısıyla gerçek anlamıyla yaşanmıyor. O yüzden bellek, bireysel ve toplumsal düzeyde tartışılması gereken bir şey. Bellek, bireysel ve toplumsal düzeyde anlatınızın merkez noktasında duruyor. Belleğin kesintili, parça parça, bazen çarpıtılmış doğasını bilinç akışı yöntemiyle oldukça etkili bir biçimde vermeyi başarıyorsunuz. İnsan belleğinin bu yapısı anlatınıza nasıl katkılar sağladı?

Bu da çok iyi bir soru. Çok teşekkürler. Yukarıda dediğim gibi, iktidarlar “bunlar münferit olaylar” diyorlar. Anne, baba “bir sorunumuz yok bizim, hayır bunlar yaşanmadı” diyor. Yani aslında hem bireysel planda hem toplumsal planda bir resmi tarih oluşturuluyor. Olumsuzluklara yer bırakmayalım derken anılarımız da belleğimiz de şekillendiriliyor. Bu olmadı. Çünkü neden? Bu oldu demek çok zor bir şey. Çok acı verici bir şey. Ve acı çekmekten anlık olarak kaçınan ebeveyn ya da anlık olarak kaçınan oradaki çocuk da olabilir bu, yaşananları dibe itiyor. Bu aynı zamanda şunu da yaratıyor; anne ya da baba bu olmadı dedikten sonra şu şöyle oldu aslında diyebiliyor. Hikâyeyi yeniden yazmaya yöneltiyor. Psikanalizi düşünelim. Psikanaliz ya da psikoterapi ne yapıyor? Danışanının çağrışımlarını serbest bırakmasını istiyor. Buradaki çağrışımları serbest bıraktığımız zaman aslında aklın devreye girmediği bir noktada, kendiliğinden ve doğal bir şekilde ortaya dökülen her anı, bizim geçmişi irdelememizi ve o parçalı, eksik, çarpıtılmış anılarımızı belki de daha gerçek bir şekilde, gerçeğe daha yakın bir şekilde ya da o kişinin bireysel gerçekliği olarak, algısı olarak yeniden hikâyeleştirmesini sağlıyor. Bu da aslında iyileşmenin adımlarından biri. Ben psikanalizin o çağrışımsal akışıyla edebiyatın bilinç akışını çok benzetiyorum. O yüzden de romanlarımda karakterlerin içine girerek, onların yerinden bakarak, kendi bilinç akışımı değil de karakterin bilinç akışını ön plana çıkararak yazıyorum. Karakterin hatıralarının nasıl ortaya çıkacağını, neyin onu tetikleyip hangi anıyı hatırlatacağını, sonra bu anının gerçekten ona ait mi yoksa ona öğretilmiş bir anı mı olduğunu keşfetmesi için serbest bırakıyorum. Sonra bunun gerçekliği ile karşılaşması ve anısını tekrar gözden geçirdiğinde keşfedeceği yeni ayrıntılar sayesinde gerçeğe yaklaşmasını sağlayacak şekilde kuruyorum hikâyeyi. Belleğimize çok güvenmememiz gerekiyor. Onu yeniden ve yeniden irdelersek aslında bize öğretilen ve dayatılan bazı şeylerden kurtulabiliriz. İster psikanalist divanında olsun ister yazarken olsun geçmiş, her zaman bir kurgudur. Birkan ya da Yankı üzerinden düşünelim. Onlar geçmişlerini belli bir şekilde hatırlıyorlardı. Onlara resmi bir tarih yazılmıştı. Sonra bu hikâye boyunca başka bir şeyler hatırladılar. O da bir kurgu tabii ki. Ama önemli olan bu kurgunun bir başkasının kurgusu olmaktan çıkması. Hem kendi kurgularını keşfetmeleri gerekiyor hem de bu kurgunun gerçeğe daha yakın hâle gelmesi gerekiyor. Bir tanesi yalansa ötekisi yine yamultulmuş bir gerçek olabilir. Saf gerçek diye bir şey yok çünkü... Öte yandan insanın gerçek benliğine yaklaştıkça kuracağı o tarih sahip çıkabileceği bir tarih olabilir kanımca.

İnsan doğduğu andan itibaren öteki ile ilişkilenmeye başlar. Kendimizle karşılaşmanın yolu ötekinin varlığından geçer. Ötekinin varlığı kendimizi tanımanın, sınırlarımızı sorgulamanın yolunu da açar. Romanın bir yerinde anlatıcı “Bana benzeyen ama ben olmayan, yazdım deftere” diyor. Şimdi  Buradaydı için ve toplumsal olarak ötekinin varlığı ne ifade ediyor?

Başka bir röportajımda da söylemiştim, kötülüğün aynılıktan çok beslendiğini düşünüyorum. Farklılıkları yok ettikçe, aslında bir bakıma ötekini yok ettikçe, ötekini yok saydıkça, sadece kendi içimize kapalı bir dünya kuruyoruz. Sadece bizim kendimiz gibi olanlarla bir araya geldikçe saflığa erişmek, ari olana erişmek gibi sayiklerle hareket ediyoruz ve bu da aslında kötülüğü besliyor. Çünkü çeşitlilik, çokluk insan zihnini farklı olana açar. Aynı zamanda da daha diğerkâm ve daha empatik kılar. Ve kendi hegemonyasını da geçersizleştirir. Bu kadar çeşitliliğin olduğu, bu kadar farklı düşüncenin, bu kadar farklı duygunun olduğu yerde bizim tek doğru olmadığımız gerçeğiyle de karşılaşırız. Sorgulamak zorunda kalırız. Ben böyle diyorum ama bak öteki başka bir şey söylüyor. O zaman ben, benim doğru olduğum ne malum? Bunu sorgulatmamanın yolu aslında aynılaşmaktan geçiyor. Duygular arasında hiyerarşi kurmak da böyle bir şey. Olumsuz duyguları tu kaka yapıp, onu itip, olumluları göklere çıkartmakta da bir aynılaşma var. Yani hep aynı şekilde hissetmek, hep stabil olmak, hep steril bir şekilde yaşamak... Dolayısıyla evet toplumsal olarak ötekinin varlığı, bence kötülüğün panzehri. Bunu çok önemsiyorum farklı olanın bakışından kendimize dönüp bakma şansımız daha yüksek. Diğer türlü açıkçası körleşmemiz çok mümkün.

Okurlar kitabınızı neden okumalı? Okurlarınızda yaratmak istediğiniz etki neydi? Onlara ne gibi karşılaşmalar vaat ediyorsunuz kitapta?

Okurun alanına çok müdahil olmak istemem. Bu kitabı şunun için okuyun ya da şunu yaparken şöyle bir etki yaratmak istedim gibi cümleler kurarsam yazar olarak bir otorite yaratmış olurum. Oysa yazarın tahakkümünü yıkmak isterim ben. Pek çok zaman yazarın hiç aklına gelmeyecek yerleri yakalıyor okur. Her metin okurda yeniden yazılıyor. Ben her seferinde okurun tuttuğu o aynada metni yeniden görüyorum. Benim hiç aklıma gelmeyen, bilince çıkartmadığım pek çok noktayı yakalıyorlar. Ama sorunuza şuna dönüştürerek yanıtlayabilirim: Edebiyat ne yapsın isterim okura? Edebiyat bana ne yapsın isterim? Bana bir metnin yapmasını istediğim şeyi yapmaya çalışıyorum. O da sorgulama. O da kendine bakış. Kendine ve dünyaya bakışın değişmesi, hani kıyafeti ters yüz etmek gibi, bir hava değişimi yaşanması gibi… Parfüm alırken kahve koklatıyorlar, hep aynı kokuyu almasın diye bir süre sonra, işte o kahve kokusu etkisini yapması, yeni kokulara açılması, yeniden bir bakması, bu da var demesi… Ve tabii kitabı bitirdikten sonra da bunun devam etmesini isterim. Yani kitabı bitirdikten sonra konu kapanmasını isterim, hayata bakışına sirayet etsin o okuma. Bir süre devam etsin. Bir süre “şimdi buradaydı” ile bir süre diğer kitaplarla yaşayabiliyorsa okur. Kitabı kapattıktan sonra ben arzumu gerçekleştirmişim demektir.

Okur tarafından konuştuk. Okurun kitabı anlaması için okurken kafasında oluşabilecek soruları tamamlamaya çalıştık. Sizin açınızdan da sormak istiyorum. Bir yazar olarak Şimdi Buradaydı’yı kenara bıraktığınızda içinizde bitirdiğiniz şeyler ne oldu? Hangi meseleleri konuşup anlamaya çalışıp geride bıraktınız ya da yaşamaya devam ediyorsunuz?

Kendi içimdeki olumsuz duyguları bütününe açığım artık gibi bir şey söyleyemem ama biraz daha açıldığımı hissediyorum. Her yazma süreci benim için kendimle öncelikle bir yüzleşme. Ben bir şeyleri anladım, bitirdim, şimdi okuyana vaaz edeceğim gibi bir yaklaşımım hiç olmuyor ya da ben zaten bunları biliyordum. Ben zaten içimdeki hasetle, kıskançlıkla gayet barışık bir insanım ama insanlar pek değil diyerek yazmıyorum hiçbir zaman. Ben kendimdeki bir şeyleri kurcalarken hikâyeye de bulaştırıyorum onu. Dolayısıyla tabii ki o okuma süreçleri öncelikle kendimi anlamama çok yardımcı oldu. Hikâyemi kurarken de, karakterleri yazarken de, onların yerine geçerken de hem dışıma çıkmış oluyorum bu sayede kendime oradan, Birkan’ın ya da Yankı’nın durduğu yerden bir daha dönüp bakıyorum hem de aslında onların içindeki bana ait parçaları irdelemiş oluyorum. O zaman da tabii ben de biraz daha kendimdeki kötülükle, kendimdeki olumsuz duygularla karşılaşmış oluyorum.  Hani acı çekmemek için bakmıyoruz ya oralara. Ben bunu kurmaca evren içerisinde yapmış oluyorum. Belki de acıyı gerçek hayattan çıkartıp orada biraz deneyimlemiş oluyorum. Ve o kadar da korkulacak bir şey yokmuş, buralara bakınca insan ölmüyormuş deneyimine yaklaşmış oluyorum. Bunun simülasyonunu yaşıyorum. Ama bunların hiçbiri şu demek değil; hallettik, bunu cebimize koyduk, şimdi hadi bakalım başka meselelere. Öyle değil. İnsan sürekli yeniden ve yeniden karşılaşıyor bunlarla. Çok köklü meseleler çünkü. Ama yine de bir parçacık olsun bir yüzleşme yaşamış olabilirim.

Yeni bir tema yakaladınız mı bu kitabın sonunda?

Evet ama şu anda onu söyleyemem.

0
396
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage