
Özge Kahraman’ın “Karanlığın Hafızası” sergisi, yeraltının maddi katmanları ile zihnin görünmez derinlikleri arasında kurduğu yoğun bağla izleyiciyi hem fiziksel hem de içsel bir yolculuğa davet ediyor. Sanatçının yıllara yayılan mağaracılık deneyiminden doğan bu sergi, karanlığı yalnızca ışığın yokluğu değil; zamanın, izlerin ve unutuşun biriktiği bir arşiv olarak ele alıyor. Kahraman ile sergisi üzerine söyleşi.
Mağaranın jeolojik hafızası ile bilinçaltının topografyasını yan yana koyan işler, nokta, çizgi ve veri teknolojilerinin iç içe geçtiği çok katmanlı bir üretim diline dönüşüyor. Haliç Sanat 2’nin tarihsel dokusuyla bütünleşen bu sergi, izleyiciyi hem yeraltının sessizliğine hem de kendi iç mekânının karanlık yüzeylerine doğru yönlendiren bir eşik oluşturuyor.
İBB Kültür ve İBB Miras’ın katkılarıyla sanatseverlerle buluşan sergi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından restore edilerek birer kültür sanat merkezine dönüştürülen Balat Fener Evleri’ndeki Haliç Sanat 2’de 15 Şubat’a dek ziyaret edilebiliyor.
"Karanlığın Hafızası” fikri ilk olarak zihninizde nasıl belirdi? Mağara deneyiminizle hafıza arasındaki bu bağı hangi anda kurduğunuzu hatırlıyor musunuz?
“Karanlığın Hafızası” fikri, mağaralarda geçirdiğim uzun saatler boyunca karanlığın aslında boş bir mekân değil; zamanla dolu bir arşiv olduğunu fark ettiğim anlarda belirmeye başladı. Mağaraya her inişte bedenin karanlığa uyum sağlayışı, mağara oluşumlarında beliren mikroskobik izler, binlerce yılın sessizce depolandığını hissettirdi. O noktada yeraltının yalnızca jeolojik bir alan değil, kişisel ve kolektif hafızanın da bir mekânı olduğunu düşündüm. Belleğin de tıpkı jeolojik katmanlar gibi yavaşça biriktiğini, tortulaştığını ve kimi zaman görünmezleştiğini fark ettim. Bu paralellik, eserlerimin ve serginin kavramsal omurgasını oluşturan ilk sezgiye dönüştü. Karanlık hem saklayan hem de ortaya çıkaran bir alan olarak hafızayla doğrudan ilişki kurdu diyebilirim.
Serginin merkezinde yer alan “yeraltı” teması sizin için yalnızca fiziksel bir mekân değil; aynı zamanda bilinçaltının bir metaforu. Bu ikili katmanı işlerken nasıl bir düşünsel süreç izlediniz?
Yeraltını çalışırken onun fiziksel özelliklerinden çok, bende uyandırdığı içsel yankıyı anlamaya yöneldim. Mağaranın yönsüzlüğü, ışığın yokluğu ve zamanın yavaşlaması, bilinçaltının işleyişiyle doğal bir paralellik kuruyor; bu yüzden mağara formu benim için yalnızca jeolojik bir oluşum değil, zihnin karanlık bölgelerine açılan bir kapı hâline geldi. Bachelard’ın mekânın içsel yankısına dair düşünceleriyle Jung’un “kolektif bilinçdışı” kavramı bu süreçte yan yana duruyor; çünkü mağara, bireyin hem kişisel hem kolektif iç katmanlarını harekete geçiren güçlü bir imge alanı taşıyor. Üretim sürecimde bu iki mekânı birbirinden ayırmadım; aksine mağara yüzeylerini bilinçaltının kendi topografyası gibi okumaya başladım. Formlar, çizgiler ve noktalar bu içsel mekânın haritalarına dönüşerek, sergide yer alan her işin hem dışsal bir yeraltı hem de içsel bir bilinç mekânı olarak okunabilmesini mümkün kıldı. Böylece fiziksel ve psişik alan, tam bu kesişim noktasında birbirinin yansımasına dönüştü.
Mağaralara iniş eylemini bir çeşit “zaman yolculuğu” biçiminde tarif ediyorsunuz. Bu yavaş ve çok katmanlı jeolojik zaman algısı sanat pratiğinizi nasıl dönüştürdü?
Mağaraya indiğimde beni en çok etkileyen şey, zamanın orada neredeyse fiziksel bir madde gibi hissedilmesiydi. Binlerce yıl içinde oluşmuş mineral yüzeylere dokunduğunuzda tarihin yoğunluğunu avuçlarınıza alıyorsunuz. Bu deneyim, çizgiyi, noktayı ve katmanı ele alış biçimimi kökten değiştirdi; sabır, yavaşlık ve birikimin gücü pratiğimde daha görünür hâle geldi. Jeolojik zamanın akışıyla kendi içsel zamanım arasında bir ritim bulmaya başladım. Böylece zaman, işlerimde yalnızca tematik bir öğe olmaktan çıkıp üretim biçiminin kendisini belirleyen temel unsur hâline geldi.
Üretim sürecinizde lidar, haritalama, 3D modelleme gibi teknolojik araçlarla çizimsel ve noktalama teknikleri iç içe geçiyor. Bu farklı veri toplama biçimleri birbirleriyle nasıl konuşuyor?
LiDAR ve haritalama teknikleri bana mağaranın detaylarını bilimsel bir hassasiyetle sunarken, çizim ve noktalama bu verileri duyusal ve sezgisel bir dile çeviriyor. Bir anlamda ölçümsel doğruluk ile bedenin hafızası yan yana çalışıyor. Dijital modeller, çizimsel yüzeylerde kendi yankısını buluyor; çizimler ise teknolojik veriye içsel bir derinlik kazandırıyor. Bu iki yaklaşım birbirinin sınırlarını genişleterek işlerimde veri ile sezgiyi, ölçüm ile hafızayı iç içe geçiriyor.
Nokta, eserlerinizde hem jeolojik hem de psikolojik bir birim olarak karşımıza çıkıyor. Noktanın sizin için bu kadar merkezi hâle gelmesinin arkasındaki sezgisel veya teorik motivasyon nedir?
Nokta, benim için hem mağaranın maddi gerçekliğine hem de zihnin parçacıklı yapısına karşılık geliyor. Kask ışığımın nemli kayada yarattığı noktasal parlamalar, mağaracılık deneyimimin en güçlü görsel izlerinden biri oldu. Jeolojik zamanın birikimini küçük parçacıklarla temsil edebilmek, noktanın sezgisel anlamını güçlendirdi. Aynı zamanda nokta, bir başlangıç, bir iz ve bir hafıza taşıyıcısı. Binlerce noktanın bir araya gelerek bir formu oluşturması, bana hem mağaranın yavaş oluşumunu hem de zihnin parçalı yapısını hatırlatıyor. Bu yüzden nokta hem teknik hem düşünsel düzeyde pratiğimin merkezinde yer alıyor.
Sergiyi dolaşırken mağara formlarının aynı anda bir iç mekân, hatta bir bilinç mekânı olarak okunduğunu hissediyoruz. Bu içselleştirilmiş mekân kurgusu sizin için ne ifade ediyor?
Mağara formunun izleyicinin zihninde bir iç mekân, hatta bir bilinç mekânı olarak okunması benim için çok kıymetli; çünkü birçok kültürde mağara hem anne rahmine dönüşün hem de ruhun içe doğru gerçekleştirdiği yolculuğun arketipsel mekânı olarak görülür. Bu arketipsel derinlik, çalışmalarımda içsel bir kapı açıyor ve mağaranın karanlığı, sessizliği, yönsüzlüğü izleyicinin kendi iç mekânına dair bir eşik oluşturuyor. Sergideki mekân kurgusunu planlarken mağaranın hem fiziksel hem psikolojik katmanlarının serbestçe dolaşabilmesini istedim; böylece izleyici bir mağara yüzeyine bakarken aynı anda kendi içsel yüzeyine temas edebiliyor — tıpkı mitolojik anlatılardaki inisiyasyon yolculuklarında olduğu gibi. Bu çift yönlü hareket, mağarayı dışsal bir doğa oluşumundan çok, içsel bir deneyimin maddi karşılığına dönüştürüyor. Mekân içselleştikçe bir duygu alanı hâline geliyor ve izleyici bu alanın içinde yürüdükçe kendi hafıza katmanlarıyla karşılaşıyor. Böylece mağara formu aynı anda hem bedenin hem zihnin dolaştığı, kişisel ve kolektif hafızayı harekete geçiren çok katmanlı bir mekâna dönüşüyor.
Yeraltı karanlığındaki mineral yüzeyleri “zihnin görünmez katmanlarının yansıması” olarak konumlandırıyorsunuz. Bu benzetme, kişisel hafızanızla kurduğunuz ilişkiyi nasıl etkiliyor?
Işığın kayada bıraktığı küçük parlamalar, hafızanın ansızın beliren kırılgan izlerini çağrıştırıyor. Bu benzetme, kişisel hafızama daha sezgisel bir yerden yaklaşmama imkân tanıyor. Zihinsel katmanların görünmez oluşu ile mağara yüzeylerinde saklı duran izler arasında doğal bir bağ görüyorum. Bu yüzden her mağara yüzeyi, unutulanların ya da ertelenenlerin yüzeye çıkabileceği potansiyel bir alan gibi hissettiriyor. Kısacası mağara hem benim hafızamı hem de izleyicinin hafızasını tetikleyen bir ara yüz hâline geliyor.
Haliç Sanat 2, tarihsel ve belleksel yükü yoğun bir yapı. Yapının atmosferi serginin kurgusunu nasıl şekillendirdi?
Haliç Sanat 2’nin tarihsel dokusu, serginin atmosferini güçlendiren en önemli unsurlardan biriydi. Yapının kendi belleği, mağara fikriyle doğal bir rezonans yarattı. Bu nedenle mekâna özgü yerleştirmeler geliştirirken binanın taşıdığı zaman duygusundan beslendim. Serginin karanlık–aydınlık geçişleri, mekânın ve duvarların hacmi birebir ilişki içinde kurgulandı. Yapının duvarları, kendilerine temas eden her işte yeni bir derinlik yarattı. Böylece sergi, binanın hafızasıyla bütünleşerek çok katmanlı bir deneyime dönüştü.
Mağaracılık geçmişiniz ile çağdaş sanat pratiğinizi uzun yıllardır paralel yürütüyorsunuz. Bu iki alan arasında zamanla nasıl bir karşılıklı beslenme oluştu?
Yeraltına inişin gerektirdiği sabır, dikkat ve beden farkındalığı zamanla üretimimin ritmine dönüştü. Öte yandan sanat da mağaraları görme biçimimi değiştirdi; artık onları yalnızca jeolojik yapılar olarak değil, okunmayı bekleyen hafıza alanları olarak görüyorum. Bu iki alan birbirini dönüştürerek büyüdü: Mağara bana formu, karanlığı ve zamanı öğretti; sanat ise tüm bunları nasıl ifade edebileceğimi. Bugün aralarındaki ilişki, pratiğimin en güçlü itici güçlerinden biri.
Bu sergi sonrasında yeraltı, zaman ve bilinçaltı ekseninde araştırmayı sürdürme planlarınız neler?
Sergi sonrasında araştırmamı daha çok dijital modelleme, LiDAR verileri ve noktalama çizimlerinin kesiştiği bir alanda ilerletmek istiyorum. Yeraltının karanlığını, veri üzerinden yeniden kurulan sanal mekânlarla birlikte düşünmek yeni imkânlar açıyor. Aynı zamanda mağara haritalama verilerini şiirsel bir yapıya dönüştürebileceğim yayın ve mekânsal yerleştirme projeleri planlıyorum. Gaussian Splatting tekniklerini kullanarak mağara hafızasını üç boyutlu, hareketli yapılar üzerinden anlatmayı hedefliyorum. Zaman ve bilinçaltı ekseninde daha kapsayıcı yerleştirmeler üretmek, uzun vadeli araştırma hattımın merkezinde yer alıyor.