
Bor Sanat ve Exit Kolektif iş birliğinde Mardin’de hayata geçirilen Konuk Sanatçı Programı’nın üretimlerinden oluşan, Ebru Nalan Sülün küratörlüğündeki “MAYA” başlıklı sergi 16 Ocak 2026’ya kadar izleyiciyle buluşuyor. Programın hikâyesini, serginin detaylarını yakından inceleyen bir yazı.
“Maya”nın Hikâyesi
Konuk sanatçı programının ve dolayısı ile “MAYA” sergisinin hikâyesi, Ebru Nalan Sülün’ün bir önceki Mardin Bienali kapsamında “Invited” (Davet Edilen) bölümünde bir sergi açmak üzere misafir küratör olarak Mardin’e davet edilmesiyle başlıyor. Davet kapsamında Sülün’ün küratörlüğünü üstlendiği “Müşterek” sergisinin mekânı Exit Kolektif olarak belirlenir. Exit ve Bor Sanat’ın yolları da böylelikle kesişir. Ardından iki kurum ve iki şehir arasında kurulan bu ilk bağı devam ettirmek, sürdürülebilir bir ortaklık hâline getirmek üzere bir konuk sanatçı programı düzenlenmesine karar verilir. Beral Madra, Ebru Nalan Sülün ve Missem Hancan danışmanlığında yürütülen program süresince dört usta sanatçıyla Mardin’de yaşayan dört sanatçı birer aylık dönemler hâlinde Exit Kolektif’in mekânında ağırlanır. Bu dört dönemlik programın tamamı ise birlikte düşünme, üretme, paylaşma ve çoğalma sürecine dönüşür. Davet edilen başkasını, başkalarını dolayısı ile yeni fikirleri, yeni kolektif düşünceleri, yeni iş birliklerini Mardin’e ve konuk sanatçı programına davet eder. Exit Kolektif, sanatçıların uğrak yeri hâline gelir. Her gelen yeni bir tutam ekler bu ilk davetle başlayan ilk fikre, ilk mayaya. Fikirler, insanlar, üretimler, birlikte düşündükçe, konuştukça, paylaştıkça, ürettikçe çoğalır, çoğaldıkça daha da çoğalır…
Serginin hikâyesini anlatmak üzere Sülün’ün seçtiği kavram “Maya” bir ilk fikrin, ilk davetin nasıl zamanla, uygun ortamda, yeni fikirlerle, yeni insanlarla ve birlikte düşündükçe, paylaştıkça, ürettikçe çoğaldığını gösteriyor bana. Doğru ısı, hava ve nem ile, uygun ortamda ve zamanla, yavaş yavaş gerçekleşen bir mayalanma süreci gibi. Tam da Sülün’ün daha en başından beri aklında olduğunu söylediği “maya” kavramını ve kelimeyi “öz, cevher” anlamı üzerinden kullanmasını tamamlıyor bu süreç. İlk fikrin özünü, cevherini açığa çıkaran bir mayalanma yaratıyor programın tamamı.
Kolektif Üretim
Geçtiğimiz yıl ağustos ayında duyurulan açık çağrıya yapılan yirmi sekiz başvuru arasından seçilen dört Mardinli sanatçı ve ulusal/uluslararası deneyimli, usta sanatçının eşleştirildiği programın ilk dönemi Ekim-Kasım 2024’te başladı ve Nisan-Mayıs 2025’te tamamlandı. Mentör sanatçılar ve Mardin’de yaşayan sanatçıların birlikte yaşam ve kolektif üretim alanı olan Exit Kolektif mekânında bu yıl ekim ayında açılan “MAYA” sergisi ise bu programın başından sonuna gerçekleşen mayalanma sürecinin hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin anlatıcılığını üstlenen Ebru Nalan Sülün’ün küratöryel metni ise, hepimizin unuttuğu uzak bir geçmişte kalmış gibi hissettiğimiz, bir arada olma hâlini, birlikte ve kolektif üretmenin, paylaşmanın kıymetini hatırlatıyor.
Küratöryel metninde Sülün, Avrupa’da Orta Çağ lonca sisteminden Rönesans’ın büyük ustalarının yetişmesini hazırlayan sanatçı atölyelerine, oradan 19. yüzyılda güzel sanatlar akademileriyle birlikte ortak üretim modelinin yavaşlamasına, Türkiye’de ise 1882 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasından günümüze kadar kolektif üretimin, Akademi’deki atölye sisteminin değişiminin izini sürüyor. Sergi açılışında ise kolektif üretimin yerini bireysel olana bırakması sonucunda eksikliği hissedilen farklı kuşakların buluştuğu müşterek üretim deneyimine tekrar alan açma amaçlarını şu sözlerle açıklıyor:
“Bir sanat tarihçi olarak gözlemlediğim şey şuydu; Türkiye’de özellikle 1970’lerden sonra bireyselleşmenin çok fazla olduğunu görüyoruz. Günümüzde de kolektifler var ama bunlar genç sanatçı kolektifleri. Farklı üretim pratiklerini tecrübe etmiş, deneyimli sanatçılarla bu genç sanatçıların bir araya gelmediklerini gördüm… Farklı iki jenerasyonu bir araya getirmek, onların bir arada vakit geçirmelerini sağlamak ve farklı kültürel yapılara sahip bu isimlere birlikte yaşama, birlikte düşünme ve birlikte üretme odaklı bir program yapmak istedik”.
Modern dünyada, gittikçe bireyselleşen, avuçlarımızdaki kişiselleştirilmiş ekranlara hapsolduğumuz zamanlarda, sanatçı da kaçınılmaz olarak bireyselleşiyor ve kendi içine kapanıyor. Ancak Sülün’ün ifade ettiği gibi “Ağır bir bireyselleşme ve kendi içine kapanmanın olduğu bu dönemde bu açılımlar, bu bir aradalıklar çok değerli”. Deneyim, bilgi ve kültür aktarımını kıran aşırı bireyselleşme, yalnızlaşma, içe kapanma engelini, kuşaklar arası mesafeyi ortadan kaldırmayı hedefleyen programın ortaya koyduğu kolektif üretim yaklaşımı, zamansal mesafeyi olduğu gibi mekânsal olanı, merkez-çevre arasındaki mesafeyi de ortadan kaldırmak için önemli bir model sunuyor.

Farklı Dönemler, Farklı Yaklaşımlar
Sanatçıları ortak bir mekânda, müşterek bir üretim modeli kapsamında bir araya getiren program aynı zamanda sanatçıların farklı yaklaşımlarıyla farklı doğrultularda gelişmiş ve zenginleşmiş. Örneğin programın ilk döneminde usta sanatçı Ahmet Öktem’in eğitimci yönünün bir yansıması olarak çevredeki okullar ve öğrenciler ile gerçekleştirdiği eğitimler, seminer ve workshoplar ile Mardin’e, bu şehirde yaşayan genç sanatçılara, öğrencilere katkı sunma misyonu ile hareket ettiğini görüyoruz. Bu dönemin eşleşmesinde yer alan diğer sanatçı Mehmet Akan ise Öktem’in katkısı ile kendisini geliştirirken aynı zamanda Mardin’de kendine ait bir atölye açma fırsatı yakalamış.
Fulya Çetin ve Sidar Alışık’ın bir arada üretimi deneyimlediği programın ikinci döneminde daha kolektif bir yaklaşım görülüyor. Çetin sadece konuk sanatçı programına misafir olmak yerine Mardin’e, Mardin’de üreten tüm sanatçılara misafir olmuş gibi hissettiğini, bu nedenle atölye atölye gezdiğini, deyim yerindeyse bu şehre nasıl yayıldığını, şehrin ve bu şehirdeki yaşamın, sanat üretiminin de kendi üzerindeki etkisini anlatıyor sergi açılışında. Programa misafir olmakla kalmadım, başka misafirler de davet ettim diyor. Bu misafirlerden ilki, 2024’ün sonlarında Tokatlıyan Han’ın teras katında gerçekleşen “Polifonik Bahçe” isimli serginin küratörlüğünü yapan Eda Yiğit oluyor. Yiğit ile, kolektif ve hiyerarşisiz üretimle ilgili kendi deneyimleri, bu pratiğin zorlukları ve buldukları çözümler üzerine konuştuklarını anlatıyor. Bir başka misafirleri Gümüş Özdeş’in gerçekleştirdiği baskı atölyesinde ise Mardinli sanatçılarla birlikte baskı resim üretme pratiğini deneyimlediklerini aktarıyor.
Üçüncü dönemde, Serhat Kiraz ve Ayşe Ceren Solmaz ortaya çıkardıkları çalışma için Exit’in mekânından başlasalar da Exit’in dışına çıkmış, tüm Mardin’i araştırma ve çalışma alanına çevirmişler. Son dönemin katılımcıları Handan Börüteçene ve Rıdvan Aşar ise birlikte çalışma, üretme pratiğini adeta bir sağaltım, şifalanma sürecine dönüştürmüş.
Yeni Bir Gözle ve Birbirinin Gözünden Bakmak
Tüm konuk sanatçı programının hikâyesinin anlatıldığı, sanatçıların birbirleri ile, mekânla ve kentle kurdukları diyaloğun, etkileşimin, dönüşümün, kolektif üretimin ve bu mayalanma sürecinin görünür hâle geldiği “MAYA” sergisinde, izleyiciyi Fulya Çetin ve Sidar Alışık’ın Urban - Natura adlı çalışmaları karşılıyor. Eski bir Mardin konağının, Exit’in avlusunun giriş kısmında, bakış hizamızın oldukça üzerinde ve karşılıklı yerleştirilen, kumaş üzerine biri mürekkep, diğeri linol baskı ile yapılmış Urban ve Natura adlı bu iki çalışmayı belki de en iyi betimleyen sözler “karşılıklı bakış” ya da “bakışma” olabilir. Ama bu bakışma ötekine bakma anlamında değil, kendilerinin de ifade ettiği gibi, birbirilerinin neye, nasıl baktıklarını anlama sürecinde fark ettikleri “birbirinin gözünden” bakmanın bir yansıması gibi. Bu bakışmanın içerisinde, hayatının tamamını bu şehirde geçiren bir sanatçı ile şehre misafir olarak gelen bir başka sanatçının şehre ve birbirlerine nasıl baktıklarını görebiliyoruz.
Mardin’e giden herkesin ilkin ovaya, orada onu çağıran bir şeylere, manzaraya baktığını ama kentin insanlarının ise kente, birbirilerine baktıklarını söyleyen Sidar Alışık, belki de mimari formasyondan gelen bir sanatçı olmasının da etkisiyle, şehrin silüetine, şehri oluşturan asıl kent manzarasına bakıyor. Alışık, Fulya Çetin’in birlikte şehri adımlarken kendisini sürekli durdurup yeni bir gözle şehre bakmasını sağladığını anlatıyor. Kendi şehrine belki de ilk kez bakıyor gibi yeni bir bakışla bakmaktan bahsediyor. Bu bana biraz Baudelaire’in flanörce/flanözce gezintileri, biraz da Sitüasyonistlerin başıboş gezintileri “derive”leri hatırlatıyor. Bana göre her ikisinde de ortak olan şehri dolaşırken daha önce hiç bakmadığı gibi yeni ve içeriden bir bakışla şehre bakmak ve deneyimlemek. İki sanatçı kadının, iki çift gözün Mardin’e böyle sanatsal ve taze bir bakışla baktıklarını hayal edebiliyorum ortaya çıkardıkları işlere bakarken. Biri tüm şehrin karşısına geçerek ona cepheden bakıyor; evlerle, mimari yapılarla adeta bir yüzey oluşturuyor kumaşın üzerinde. Kumaşın dokusuna işlenmiş mimari bir doku yaratıyor. Alışık’ın ifade ettiği gibi şehre o eşsiz kimliğini kazandıran Mardin taşı olarak da bilinen, insan eliyle işlenip binalarda yapı malzemesi olarak kullanılmadan önce belki de dağın kendisi olduğunu söylediği kireç taşından yapılmış binalarla kaplı olan bu mimari doku, Alışık’ın baktığı ve Mardin’de gördüğü kent manzarasını oluşturuyor. Gördüğümüz manzara, şehrin karşısında duran bu tam cepheden bakış ise adeta izleyeni bu yüzeyin ardına bakmaya, şehrin içine dalmaya, sokaklarında kaybolmaya, abbaralar arasından geçip mimari eserleri görmeye, evlerin içerisine misafirliğe davet ediyor.
Kentin kendisinin baktığı manzara ise belki de Fulya Çetin’in baktığı manzara olan ova ve ötesi. Çetin, sergide yer alan kısa bilgilendirme yazısında, baktığı manzaranın aşağıdaki ova, sınır, sınırsızlık, sınır ötesi olduğunu söylemiş. Kendi perspektifinden baktığı peyzajı anlatmak üzere Mardin kent merkezinden çıkıp Dara’da bir zeytin ağacından bir parçayı, Mardin’de kadınların sıkça kullandığını gözlemlediği bir kadife kumaşı Kızıltepe’den almış ve bu kumaşın üzerinde yeni bir zeytin ağacı oluşturmuş. Doğa ve kent, zeytin ağacı ve kireç taşı, insanlığın var oluşundan beri birbirini dönüştüren, birlikte dönüşen doğa ve kültür, iki farklı kadının Sidar ve Fulya’nın baktıkları manzara, iki farklı peyzaj birbirine bakıyor, birbirini yansıtıyor, birbirini bütünlüyor.
Küratörün sorduğu “Bu bir aylık deneyim sizde hangi cevheri ortaya çıkardı?” sorusuna Fulya Çetin “Yeni Bir Göz” cevabını vermiş. Bu yeni ve farklı açıdan bakışın, birbirinin gözünden aynı şeye bakmanın ortaya çıkardığı etkileşim, şimdi karşımızda bizlere bakıyor. Hemen sağda yer alan mağarada ise iki sanatçının birlikte ürettikleri süreçte davet ettikleri Gümüş Özdeş yürütücülüğünde gerçekleşen baskı atölyesinin videosu akıyor. “Tak, tak!” birlikte vurulan yumrukların sesleri yükseliyor video akarken. Sanat üretiminin biraz da esrik olan tarafını, Dionisosçu olan yanını hatırlatıyor bana gördüklerim. Birlikte üretmenin farklı sesleriyle, çok sesliliğin yankısı ile doluyor mağara. Baskı atölyesinin üretimleri de bu seslerin arasında kendisini izleyiciye açıyor.
“Birlikte Yaşıyormuşuz Gibi Çok Güzeliz”
Sağdaki ilk odada Handan Börüteçene ve Rıdvan Aşar’ın Bir Tüy Gibi Hafifledim adlı yerleştirmesi yer alıyor. Bu alan adeta sergi içinde sergi gibi düzenlenmiş. İki sanatçının birlikte çalıştıkları, ürettikleri sürecin bir sunumunu görüyoruz, bir ses enstalasyonu, yazılar, notlar, nesneler…
Handan Börüteçene’nin hep yazı ile şiir ile hatta kendisinin ifade ettiği gibi birer “doğum yazısı” ile başladığı işlerini hatırlatır gibi sağda camekânın içinde Konstantin Kavafis’in bir kitabı Sanat Her Zaman Yalan Söylemez Mi? ve kitaptan alınmış bir bölüm yer alıyor. Börüteçene sanat pratiğinde bazen bir arkeolog bazen bir ozan gibi çalışır, kimi zaman hayal ve mitle karışan hikâyelerini anlatır. İşlerinde kültür, doğa, (kişisel-toplumsal-kültürel) bellek katmanları arasında yaptığı kazıların izlerini ve bu katmanların birbirleri üzerine birikerek nasıl bugüne kadar devam ettiklerini görürüz. Börüteçene, kimi işlerinde ise son derece kişisel olana yönelerek kişisel bellek kasaları oluşturur. Bu kez mentörlük yapmak üzere (ilk kez) gittiği Mardin’de önce Mardin’i, oradaki insanları, sanatçıları, sanat ortamını tanımaya çalıştığını anlatıyor. Kenti tanımak ve kent belleği üzerine çalışmak kadar, birlikte çalıştığı sanatçı Rıdvan Aşar’la da kişisel bellek üzerine çalıştıklarını anlıyoruz. Birlikte şehri adımlarken şehrin sanatçının üzerinde bıraktığı his, izlenim üzerine odaklandıkları keşif sürecinde karşılaştıkları bir selvi ağacının ne söylediği ve ne anlattığı üzerine aralarında geçen bir sohbetle başlayan, çok daha derinlere giden bir yolculuğa çıkıyorlar.
Handan Börüteçene soruyor: “Bu güzelim ağaç sana ne anlatıyor?”
Rıdvan Aşar: “Çok güzel şeyler anlatıyor. Bana hiçbir şey dikte ettirmiyor, hiçbir şey yapmıyor. Birlikte yaşıyormuşuz gibi çok güzeliz…”
O ağacın yanındaki sohbet ve duyulan hisler üzerinden çıkılan (Börüteçene’nin yaratıcı süreç dediği) içsel yolculuk, Aşar’ın orta öğretim dönemindeki travmatik bir olaya kadar gidiyor. Bu yaratıcı süreç, iki sanatçı arasındaki sohbetler bir tür şifalanma sürecine dönüşüyor. Aşar, çıktığı bu içsel yolculukta bir tür sağaltım süreci yaşıyor. İkilinin sohbetlerinde bahsettikleri mantis karidesi ve onun insan gözünün göremediği renkleri ayırt etme özelliği, Aşar’ın çalışmasında boya kalemlerini yontarak iç malzemesi grafene kadar ulaşmasını sağlıyor. Aylar süren boya kalemlerinin yontulması, kurşunun ezilmesi sonucu toza dönüşmesiyle elde ettiği farklı renkleri ise adeta birer şeffaf laboratuvar tüpüne benzeyen cam kaplar içerisinde biriktirdiğini görüyoruz. Biriken renkler, bu renk kasaları, belleğin, arınma, şifalanma sürecinin tortuları gibi görünüyor. Kalemler, masa, diğer objeler bir sınıfı ama farklı bir sınıfı çağrıştırıyor. Aşar’ın şifalanma sürecindeki değişimi gibi sınıf da dönüşmüş, farklılaşmış. Tüm nesneler çıkılan yolculuk ve şifalanma sürecinin izlerini yansıtır. Nesnelere eşlik eden ses enstalasyonu da bir başka iz olarak katılır nesnelerin arasına. Çalışmaya adını veren “Bir tüy gibi hafifledim” sözlerini ve bu sağaltım sürecini belki de en iyi yansıtan nesne olarak bir kuş tüyü ise tavanda yerini alır, boşlukta süzülür…
Eğitimle Bağ Kurmak
Programın ilk dönem katılımcıları Ahmet Öktem ve Mehmet Akan’ın birlikte ürettikleri Erdemli Bilgiler adlı çalışma ise aynı odada yer alan bir nişin içerisine konumlandırılmış. Çalışma, Öktem’in Mardin’deki sahafları gezerken seçtiği bir kitabın ahşap bir plaka üzerine açılması ve üzerine Mehmet Akan’ın rapido kalemle yaptığı skeçler, çizimlerden oluşuyor. Mardin’de Kebikeç sahaftaki kitaplar arasından sanatçı Ahmet Öktem tarafından seçilen bu kitap 1903 yılında basılan Fransızca bir din kitabı, içeriği ise Notre Dame Kilisesi’nin papazına sorulan sorular ve kendisinin verdiği yanıtlardan oluşuyor. Öktem’in de ifade ettiği gibi 120 yılı aşan yaşamında bu kitap bir şekilde Mardin’e gelmiş ve bu coğrafyanın kültürüne, ortak kültürel hafızasına eklemlenmiş. Çok dilli, çok dinli, çok kültürlü coğrafyanın bir parçası hâline gelmiş. Üzerine Mardinli bir sanatçının Mehmet Akan’ın kendi kişisel ikonografisinden seçtiği çeşitli imgeleri resmettiği kitap usta-çırak ilişkisinin tarihine, birlikte üretimi hatırlatan minyatür geleneğine kadar düşüncemizi çekiyor. Diğer yandan, Öktem’in seçimi ile konuk sanatçı programının üretimleri arasına katılan bu kitap tıpkı bir ikona gibi yerleştiği nişin içerisinde öylece izleyene bakarken sanatın ne olduğu, temsil sorunu, sanat eserinin kutsallığı, müellifin kim olduğu, sanatçının yaratıcı rolü üzerine bir dizi kavramsal sorgulamayı da akla getiriyor. Sanat Tanımı Topluluğu (STT) kurucu üyeleri arasında yer alan Öktem, birlikte üretim pratiğini uzun zaman önce deneyimlemiş bir sanatçı-eğitmen olarak bilgi ve tecrübe aktarımı ile, verdiği eğitimler, seminerlerle de Mardin’deki konuk sanatçı programının ilk dönemine katkıda bulunmuş. Exit’i Mardin’deki sanatçıların, gençlerin akademilerde aldığı kanonik eğitimi zenginleştirecekleri, çağdaş sanat alanındaki güncel gelişmeleri takip edebilecekleri alternatif bir eğitim mekanına dönüştürmek üzere fikirler ve öneriler paylaşmış.
Suyun İzinde Mardin Haritası
Serhat Kiraz ve Ayşe Ceren Solmaz sanatçı eşleşmesi döneminde üretilen Bu Bir Su Öyküsüdür adlı yerleştirme ise üretildiği ve sergilendiği mekânın yapısı, dokusu, tarihi ile de etkileşime geçen bir çalışma. Sanatçılar araştırma sürecinde, sergi mekânının altında bir kuyu olduğunu fark eder ve bu kuyu onların yaratıcı süreçlerinin ilk kaynağı olur. Araştırmaları sırasında ise Mardin’de neredeyse hemen her yapının altında bu türden kuyular olduğunu öğrenirler. Roma dönemine kadar geriye gittiğini düşündükleri bu su kuyularının, kentteki tarihi çeşmelerin, su kaynaklarının birçoğu zamanla kurumuştur. Hem kuruyan yer altı su kuyularını hem de hâlâ kullanımda olan yer yüzündeki tarihi çeşmelerin izini süren sanatçılar Mardin’in su haritasını çıkarır. Ceren Solmaz tek tek bu tarihi çeşmeleri ziyaret edip fotoğraflayarak harita üzerinde konumlandırmış. Sergilendiği odanın altındaki kuyudan çıkan ve kıvrılarak harita üzerinde akan mavi ışık ise, haritası çıkarılan bu su yolunu temsil eden bir ışık-su izine dönüşmüş.
Serhat Kiraz, çalışma üzerine bilgiler verirken aynı zamanda bizlere M.Ö. 25 yıllarında yazıldığı tahmin edilen Mimarlık Üzerine On Kitap’ın yedincisinde Vitruvius’un suyun nasıl bulunduğu, nasıl kullanıldığı, kentlere nasıl getirildiği, insanların suya erişiminin daha Antik Roma döneminde nasıl araştırılıp tespit edildiğini ve uygulamaya geçirildiğini de anlatıyor. Duvardaki su terazisinin her iki yanındaki su ile yatay düzlemde nasıl eşitlendiğini, mimaride dengenin nasıl sağlandığını gösterirken, terazinin sembolik olarak düşünüldüğünde insanlar arasındaki eşitliğe gönderme yaptığını; dikey olarak kullanılan sarkacın bina mimarisinde dikey dengeyi sağlarken sembolik manada ise dürüstlüğü simgelediğini söylüyor.
Kiraz’ın ilk Mardin Bienali’nde yer alan Yüklem adlı çalışmasının Kasımiye Medresesi’nde, medresenin avlusundaki çeşmenin yanında sergilendiğini hatırlıyoruz. Bu sefer suyun tasavvufta insan yaşamını sembolize eden döngüsüyle ilgili sembolik anlamları üzerinden anlatımına devam ediyor Kiraz. İnsan yaşamının doğum ve ölüm arasındaki döngüsünü daha önce farklı işlerinde farklı sembollerle ve insan siluetleri üzerinden anlatan Kiraz, bu çalışmada ise Solmaz ile birlikte bu kez suyun akışı üzerinden insan yaşamının akışını ve varoluşun döngüsünü görünür kılıyor.
Mimarlık Üzerine On Kitap’ta, Vitruvius, Thales’in “her şeyin ana maddesinin su olduğu” görüşüne yer verir. Thales, evrenin ana maddesinin, arché’sinin, her şeyin yaratıldığı ilk maddenin ne olduğu sorusuna “su” cevabını verirken Antik Yunan’da mitolojik düşünceden logosa, rasyonel düşünceye, felsefeye geçişi sağlamıştı. Ona göre dünyanın var olabilmesini, devamlılığını sağlayan, her şeyin yaratıldığı o ilk madde su idi. Serhat Kiraz daha Antik Yunan’da, Roma’da, kadim uygarlıklarda, kültürlerde suyun hem fiziksel, maddesel hem de sembolik öneminin, değerinin böylesi anlaşılmış ve suya ulaşımla ilgili sorunları çözmek için yöntemler geliştirilmişken günümüzde bu kaynakların nasıl kuruduğu, suya ulaşımın nasıl değiştiği, neden zorlaştığı üzerine düşünmemiz gerektiğinin de altını çiziyor. Mardin, tüm dünyadaki gibi küresel iklim krizinin, sıcaklık artışının olumsuz etkilerini ve kuraklık sorununu yakından hisseden bir şehir. Haber kaynakları son yılların en sıcak, kurak yazlarının yaşandığını yazıyor, ovada obruk tehlikesinden bahsediyor. Su kaynaklarının korunmasının önemi ise ortada. Çalışma bugünün kuraklık sorunu üzerinden okunduğunda daha da anlamlı hâle geliyor.
Kiraz ve Solmaz’ın çalışmasındaki su haritası ile ortaya çıkan Mardin haritası kaybolan su kaynaklarını görünür kılarken aslında odanın içindeki aydınlatma nedeniyle bu haritadaki su kaynaklarına ait bilgilerin ilk bakışta görünmesi mümkün olmuyor. Kiraz, yaktığı bir ışıkla aydınlatıveriyor bizi, görünür kılıyor karanlık olanı ve aynı zamanda kendi çalışma yöntemini. Kiraz’ın çalışmaları üzerine kaleme aldığı bir yazısında Sezin Romi’nin belirttiği gibi “gerçeklerin üstünün örtülemeyeceği düşüncesi” ortada gördüğümüz su yolunun üzerinde, karşımızda duruyor. Bu da sanatın işlevi konusunda, sanatın ortaya çıkışından beri, görünen gerçekliği mimesise dayalı olarak birebir yansıtsa bile, aslında görünmeyeni görünür kıldığını hatırlatıyor. Platon’un mağarasındaki gölge gerçekliğin ya da Baudrillard’ın deyimiyle simülasyonun ötesine geçme, asıl gerçeğin, hakikatin, bilginin aydınlanmasını sağlayabilme potansiyelini…
Sergi açılışına kadar çalışmaların devam ettiği, mekânın tarihsel ve kültürel göndergelerine göre kurulmuş, adeta bir şantiye alanına benzeyen bu odanın bağlandığı mağarada, tüm programın hikâyesini içeren bir video akıyor. Evde Süryani bir ailenin yaşadığı zamanlarda bu mağaranın bir ibadet yeri olarak kullanıldığını, daha sonraki yıllarda bir başka sahibinin ise mekânı depo olarak kullandığını öğreniyoruz. Şu anda ise farklı sanatçıları, kuşakları, kültürleri, fikirleri bir araya getiren bir mayalanma alanı ve sanat üretimlerin görünür hâle geldiği bir sergi mekânına dönüşmüş.
Mardin’e ovadan ve bina cephelerinin oluşturduğu yüzeyden bakışla başlayan sergi, Mardin’in doğasına, bir zeytin ağacına varıyor. Kentin içindeki bir başka ağacın söyledikleri ile çıkılan içsel yolculuk ise bir travmaya sanatın iyileştirici pratikleriyle yaklaşıyor. Bu toprakların çok kültürlü yapısına eklemlenen bir kitap, üzerine çizilen resimlerle değişip sergide okunur, görünür hâle geliyor. Kentin bir su kaynağından yola çıkan son çalışma ise kentin su kaynaklarının izini sürerken Mardin’de yer altına kadar iniyor ve suyun akışı üzerinden Mardin’e dair bir harita çıkarıyor.
Konuk sanatçı programında kolektif ve bir arada düşünme ve üretim metodu ile mayalanan fikirlerin bu ilk sonuçları Maya sergisinde 16 Ocak’a kadar ziyarete açık olacak. Serginin ardından, 2026 Mayıs ayında gerçekleştirilmesi planlanan 7. Mardin Bienali’ne kadar ise Bor Sanat ve Exit, daha çok sanatçının katılabileceği seminerler ve atölyeler gerçekleştirmeyi planlıyor. Böylece, program süresince Mardin’le, Mardinli sanatçılar ile kurulan diyalog ve iş birliğinin, müşterek üretim modelinin bienaller arasında kalan dönemde de devam etmesi, daha çok sanatçıya ulaşarak çoğalması amaçlanıyor. Bu ilk “Maya”nın yaşamını sürdürebilmesinin yolu da bu bir aradalıkları çoğaltmaktan geçiyor olsa gerek…