
Bu yıl 12’nci kez Türkiye’nin genç, bağımsız ve disiplinlerarası sanatçılarını bir araya getirerek onlara profesyonel bir ifade alanı sunacak olan Mamut Art Project’te yer alacak fotoğraf odaklı çalışan sanatçılardan Ahmet Kıran, Aida Teimourlouie, Emre Köktaş, Tibet Oktay Aslan ve Yağmur Telli Yücel ile merak ettiklerimizi konuştuk.
Bağımsız sanatçılara disiplinlerarası bir paylaşım ve sergileme alanı sağlayan Mamut Art Project bu yıl 12. edisyonu ile 10–14 Aralık 2025 tarihleri arasında Yapı Kredi bomontiada ve eş zamanlı olarak mamutartproject.com üzerinden sanatseverlerle buluşacak. Beylerbeyi İçecek Pazarlama, Jotun, Kalif, Samsung ve Yapı Kredi bomontiada’nın desteğiyle gerçekleştirilen Mamut, bu edisyonunda baskı, bio art, desen, fotoğraf, heykel ve kinetik enstalasyon gibi farklı disiplinlerde eser üreten Türkiye genelinden 33 sanatçıdan oluşan geniş bir seçki sunacak. Bu yıl sanatseverlere sunulan seçki Cevdet Erek, Zülal Gülçur, Bengü Gün, Mari Spirito’nun yer aldığı jürinin değerlendirmesi sonucu belirlendi.
Mamut Art Project, 2013 yılından bu yana sanatçılara sadece görünürlük değil aynı zamanda teknik donanım, görünürlük, profesyonel yönlendirme, iletişim ve satış alanlarında kapsamlı destek de sağlıyor. Sanatçılar; koleksiyonerlerle tanışma, galeri temsilciliği fırsatları yakalama, ulusal ve uluslararası sergilere katılma ve rezidans programlarına erişim gibi güçlü imkânlara sahip oluyor.
12. Mamut Art Project’in fotoğraf odaklı üretimler yapan sanatçılarından Ahmet Kıran, Aida Teimourlouie, Emre Köktaş, Tibet Oktay Aslan ve Yağmur Telli Yücel’e onları daha yakından tanımak için şu soruları yönelttik:
1. Bir ifade alanı olarak fotoğraf sanatını seçmenizde neler etkili oldu? Biraz hikâyenizden bahseder misiniz?
2. Üretim sırasındaki motivasyonunuz nedir? Fotoğraf sizin için bir tanıklık mı yoksa yeni bir gerçeklik mi? Nedir çekilmeye değer olan?
3. Çektiğiniz karelerde neyi korumayı, neyi bozmayı tercih ediyorsunuz? Buna karar verirken arka planında nasıl bir yaklaşım yer alıyor?
4. Mamut Art Project’te yer almaya nasıl karar verdiniz, burada olmak neden önemli sizin için?
5. Mamut Art Project’te yer alan işlerinizden bahseder misiniz? Nasıl bir dili, hikâyesi var bu çalışmalarınızın?
6. Sanatçı ile izleyici ilişkisindeki anlam üretimi üzerine düşündüğünüzde buradaki karşılaşmalardan beklentileriniz nedir?
Ahmet Kıran ile;
1. Anı, aile fotoğrafı ya da bir belge olarak fotoğrafın dışında, güzel göründüğü için bir şeylerin fotoğrafının çekilmesi geç keşfettiğim bir şeydi. Fotoğraf çekmeye de yirmilerimden sonra, görece geç bir yaşta, beğendiğim fotoğraflar gibi bir şey yapma isteğiyle başladım.
Bir yandan artık fotoğrafın ayrıca karar verilip başlanılan bir medium olduğunu da düşünmüyorum. Uzun zamandır kamera bir uzvumuz gibi, onunla görmeye alışığız. Bu yüzden ayrıca bir başlama anı ya da kararı gerekmiyor diye düşünüyorum. İnsanları kendi hâline bırakırsanız fotoğrafçı olurlar gibi geliyor bana.
2. Fotoğraf kaçınılmaz olarak bir tanıklık, belge ve anı. Bu yüzden çok fazla anlam yüklenen, derin ve biraz da melankolik bir medium. Zamanda bir ana referans verme, geçmişi hatırlatma gibi “kutsal ağırlıklar”dan fotoğrafı biraz kurtarmak istiyorum. Her şeyden önce bir görsel kompozisyon, bir grafik sanat olarak görüyorum. Geri kalan anlamlar zaten kaçınılmaz şekilde fotoğrafa yükleniyor.
3. Still life özelinde kaçmaya çalıştığım klişeler var. Hâlihazırda birlikte görmeye alıştığımız, resimde, fotoğrafta kolayca anlamlı duran nesneleri göstermekten kaçınıyorum. Öte yandan kadim natürmort geleneğinden de izler taşımayı, nesneleri bir sunum olarak tertipleyip seyircinin önüne koyma pratiğini yeniden yaratmayı önemsiyorum.
Natürmortlar, tecrübe ettiğim hayatı küçük bir dünyada, belirli bir düzen içinde görme imkânı sağlıyor. Etraftaki nesneleri toplayıp farklı şekillerde bir araya getirmenin yeni anlamlar yaratması bana hâlâ heyecan verici geliyor.
4. Fotoğrafçılık okumadığım ve güzel sanatlar fakültesinden mezun olmadığım için ürettiğim işlerin meraklısıyla buluşabileceği bir mecra bulmakta zorlandım. Sanatçıların nasıl “sanatçı” kabul edildiğini ve galerilerin, müzelerin onlara nasıl ulaştığını tam olarak bilmiyordum. Bu ortamda açık çağrı ile yapılan ve herhangi bir sınırlama olmadan başvurulabilecek nitelikli mecra sayısı oldukça sınırlı. Önceki yıl Genç Yeni Farklı’ya katılmıştım; bu yüzden Mamut, benim için bildiğim ve yer almak istediğim ilk adresti.
5. Bu sene Mamut’ta üç fotoğrafım yer alıyor; bu fotoğraflar “Hayali Yapılar” adlı seriden. Bu seride organik ve insan yapımı malzemeleri yan yana getirerek mimariyi andıran küçük heykelimsi yapılar kuruyorum. Aslında ilgisiz görünen nesnelerin bir araya geldiğinde nasıl yeni ilişkiler ve anlamlar üretebildiğini araştırıyorum.
Hem natürmort hem de mimari fotoğrafla uzun süredir ilgilendiğim için, bu iki dili tek bir formda birleştirmeye çalışıyorum. Fotoğraflarda malzemelerin kendi karakterleri korunuyor; soyut ve zamansız bir dünyada başka bir yapı oluşturup yeni bir ifade kazanıyorlar.
6. Seyircinin kişisel bir yerden işle ilişki kurabilmesini isterim. Karşılaşmanın sanatçı ve izleyici değil, iş ve izleyicinin karşılaşması olduğunu düşünüyorum. Yaptığım işlerin kolektif bir bilinçdışının parçası olduğunu düşünürüm ve başkalarının benim ürettiğim işlerde kendi anlamlarını ortaya çıkarabildiğini görmek çok güzel.
Aida Teimourlouie ile;
1. 2017 yılında, oturduğum bir kafede duvarda asılı olan siyah-beyaz fotoğraflardan etkilenerek fotoğraf dünyasına adım attım. Bu fotoğraflar, doğup büyüdüğüm Tebriz şehrini, daha önce hiç görmediğim ve bilmediğim bir perspektiften sunuyordu. Hem mekânlara hem de insanlara yaklaşım tarzı, bana tamamen farklı bir bakış açısı kazandırdı. Fotoğraf, benim için başka bir dünyanın kapılarını araladı. O dönemde biyoloji lisans eğitimimi sürdürürken, şehrin farklı köşelerinde uzun yürüyüşler yaparak fotoğrafın derinliklerini keşfetmeye başladım.
2. Fotoğraf çekmek bana ilham veriyor. Fotoğrafın beni etkileyen anlarını yakalamak ve bu anları görsel olarak ifade edebilmek, beni harekete geçiriyor. Fotoğraf çekerken odaklanmak ve edit sürecinde fotoğrafın yanında onu destekleyen metinlerle birlikte ortak bir görsel dil ve bütünlük kurma isteği, üretim sürecimin önemli bir parçası. Fotoğraf, bana hem görsel hem de duygusal anlamda bir dil kurma fırsatı sunuyor. Hayatlar, savaşlar, devrimler, mücadeleler, bir anın kesiti ya da gözümüzün takıldığı ve sadece fotoğrafla kendimize sakladığımız anlar hepsi çekilmeye değer. Çekilmeye değer olanlar, bazen içsel bir dürtüyle bizi etkileyen, bazen de gündelik hayatta unuttuğumuz, görmeyi göz ardı ettiğimiz detaylardır.
3. Belgesel fotoğrafa olan ilgim, bu alanda ilerlememi sağlıyor. Fotoğraflarımda en çok dikkat ettiğim şey, gerçekliği korumak ve gördüğüm şeyleri olduğu gibi aktarmak. Doğallık, bu sürecin temelini oluşturuyor. Çektiğim karelerde, herhangi bir şeyi bozmadan, müdahale etmeden, doğal hâliyle yansıtmayı tercih ediyorum.
4. Üzerinde uzun süre çalıştığım fotoğraf projemin istediğim noktaya geldiğini hissederek, Mamut Art Project’e başvurmaya karar verdim. Fotoğraflarımın burada sergilenmesi, ilerlemek istediğim yol için önemli bir başlangıç olacak.
5. Siyah-beyaz fotoğraflardan oluşan ve kişisel hikâyem üzerinden yola çıktığım bir belgesel fotoğraf serisiyle yer alıyorum. Her kare, çoğunlukla farklı zaman ve mekân dilimlerinde çekilmiş olsa da fotoğraflar bir araya geldiğinde, bütünleyici bir görsel dil oluşturarak hikâyeyi aktarmayı amaçlıyor. Serinin ana teması göç. 2019 yılında İran’dan Türkiye’ye göç ettiğim andan itibaren, geçmişten bugüne kadar devam eden bir belgesel çalışması. Kadın, göç, kimlik ve deneyimler bu çalışmada ele alınan bazı temalar.
6. Seyircinin fotoğraflarla karşılaştığı ilk an ve onlara bakmak için geçirdiği zaman çok değerli. Çünkü günümüz dünyasında hayatın hızı her geçen gün artarken, tüketimin hayatımızdaki rolü de giderek daha belirgin hâle geliyor. Böyle bir dönemde, seyircinin her bir fotoğrafın önünde durup baktığı, eğer bağ kurduysa onunla ilgili düşünmeye başladığı, hissettiği ve merak duygusu uyandığında sorular sormaya başlaması, bence beklentimin karşılandığı andır.
Emre Köktaş ile;
1. İmgelerle düşünerek büyüdüm. Hafızam hep anlarla çalıştı; bir görüntü, bir tat, bir koku ya da bir ses bana kelimelerden daha büyük şeyler anlatıyordu. Gördüklerimi anlamlandırmanın ve kendimi ifade etmenin en güçlü yolu fotoğraf oldu. Hislerin somutlaştığı, zamana tutunduğu ve başkalarına dokunduğu bir yer. Yapabildiğim en mümkün şey, hissettiğimi görsele dönüştürebilmekti.
2. Aslında her ikisi. Hem tanıklık ediyorum hem de hissettiğim hâliyle yeniden kuruyorum. Beni motive eden, bir anın içimde bıraktığı duygu. Çekmeye değer olan buymuş gibi. Özünde, ölçeği fark etmeksizin bende merak, his veya çağrışım uyandıran her şey.
3. Önce o anki hissi korumaya çalışıyorum. Bazen hiç dokunmamak daha doğru geliyor bazen de benim görmediğim ama kameranın gördüğü şeyi çıkarmak. Ama bilerek bozmayı pek tercih etmiyorum; daha çok sadeleştirmek gibi düşünüyorum. Görmek istediğimin en yakın hâline dönüştürmek gibi..
4. Daha önceki edisyonlarda sevgili dostum Çağla Çağlar’ın fotoğraflarının içinde yer alarak Mamut Art Project’e dolaylı olarak dahil olmuştum. O süreçte Mamut’un sanatçıya verdiği değere tanıklık etmiştim. Şimdi kendi fotoğraflarımla burada olmak beni gerçekten mutlu ediyor.
5. Bu seride insanın yaşlılık hâlleriyle ilgileniyorum; zaman geçtikçe mekânla kurduğumuz ilişkinin nasıl değiştiğini görmeye çalışıyorum. Seri, “Veraison” adını üzümün olgunlaşma evresinden alıyor. Renginin dönüştüğü, yüzeyinin beneklendiği bir süreç. Bu benzetme benim için yaşlılığın karşılığı gibi. Aslında hem geçmişin izlerini hem de değişimin zarif tarafını anlatıyor. Bir anlamda da olası yaşlılık davranışlarıma dair sessiz bir tasarı denebilir.
6. İzleyiciye kesin bir anlam sunmak yerine, fotoğrafın onlarda bir duygu ya da çağrışım yaratmasını önemsiyorum. Kendi hikâyeleri, kendi çağrışımları devreye girdiğinde o karşılaşma anlam kazanıyor. Beklentim büyük değil; sadece bakan kişinin o kareyle biraz vakit geçirmesi, belki içinden bir şey geçirmesi benim için yeterli.
Tibet Oktay Aslan ile;
1. İlk fotoğraf makinemi Kadıköy’de, liseye giderken annem vermişti, o zamanlar müzikle haşır neşirdik ve yükseköğrenimime hâlâ hayatımda büyük yeri olan bu alandan devam etme niyetim vardı. Fotoğraf makinesiyle ciddiyetle oynamam sanırım pandemi sürecinde başladı, Fransa'nın güneybatısında iç mekân restorasyon işlerinde işçilik yapıyordum. O iki sene sürecinde özellikle sıva ve boya aşamasını bana yaptırıyordu ustam, kendim öyle istemiştim. Baskı teknikleriyle de Degas’nın işleriyle tanışmam ve monoprint baskılarla uğraşarak o dönem başladım.
2. Motivasyonumun çoğu istifçilikten kaynaklanıyor diyebilirim. Bunun temelden gelen bir huy olduğunu düşünüyorum, zira çocukken de figür koleksiyonu yapıyordum. Belirli tipolojideki malzemeler ile (fotoğraf dahil) bir çokluk yaratıp, o çokluğun evhamında bir süre geçiririm. Bu süreçte çektiğim fotoğraflar da aslında ham bir malzeme olarak istiflenirler fiziksel veya dijital klasörlerde. Malzeme ve tekniğin tümüyle fotografik bir işe dönüşmesini izlerim. İzliyorum, çünkü bir noktadan sonra malzeme ve hikâyesi, konunun kendisi istiyor ne olmak istediğini; ben de anlatısını dinler olmaya gayret ediyorum. Gerçek veya tanıklığı sorarsanız, hepimizin çoğunlukla hayatı ve onu oluşturan kavramların bizden; duygusal ve duyusal bir kıyma makinesinden çekilmesiyle üretim yaptığı düşüncesiyle hemhâlim şahsen.
3. Sanat tarihinden literatür ve eser taraması yaparken denk geldikçe Batı tarihinde Barok dönemden çok etkilenirim. Lâkin ressamların, çoğu sipariş üzerine olan, görkemli yağlı boyalardan ziyade (misâl Rembrandt) eskizleri ve gravür işleri ilgimi çeker. Malzemenin uygulandığı yüzeyi yağlı boyanın aksine tümüyle kaplamaması ve sanatçının çizgilerinin diliyle çok daha brüt ve samimi bulurum bu işleri. Üretimimde kararlarıma etki eden bir diğer disiplin de malzemenin okunduğu, onun anlatılarının dinlenildiği arkeoloji disiplinidir. Milyonlarca yıllık insanlık tarihini, işlemeyi öğrendiğimiz malzemelere göre kendimizce ayırmamız da (paleolitik, neolitik, tunç) tesadüf değil ki... Tahayyül edilemez bu zaman karşısında tekil ömrümüz çok kısa ama her doğan insan da ateşi yeniden keşfetmiyor (!) Bu bağlamda bakınca, ortada biten veya başlayan bir “şey” yok benim için; bir “şey”e sığmayan sorular var, cevapları da belki bundan yoktur... (?)
4. ve 5. Sergideki baskı işlerim, 2022’de koleksiyonuna başladığım ve hâlâ toplamaya devam ettiğim eski damgalı ateş tuğlalarıyla yaptığım denemeler ve araştırmalar sonucu açığa çıktılar. İstanbul’un en az 150-200 senelik tarihi olan bütün semtlerinin herhangi bir yerinden çıkabiliyor bu tuğlalar, özellikle harabeleşmiş eski yapıların içlerinde ve çevrelerinde de geziniyorum. Kent arkeolojisi de diyebiliriz, “ölü kent kültürü bilimi”(?) Zirâ bulunan tuğlalar ve ev parçaları o mahallenin ve evin kendisinin tarihi, geçmişi hakkında sanıldığından da çok şey anlatabiliyor. Ardından bilgisayar başında, geçmişin hikâyeleri içinde kayboluyorum. Leone Battista Alberti’den etkileniyorum epey. Mimari ve harabe konusundaki fikirleri, bana 19. yüzyıl Avrupalı hekim ve eczacıların Mısırlı tüccarlardan satın aldıkları mumyaları anımsattı. Arkeolojik keşifler, bugün hâlâ süren, Avrupa’da bir Antik Mısır furyası başlatmıştı; tematik partiler veriliyordu, hatta burjuvalar bu partilerin odak noktası olarak gerçek bir mumya getiriyorlardı mekâna. Bu mumyalar toz hâline getirilip eczanelerde satılan ve insanların sağlığa iyi geleceğini düşünerek içeceklerine veya yemeklerine eklenip tüketiliyordu (ve tahminen hepsi gerçek antik mumya değildi, çünkü Mısırlı tacirler bu durumu fark edip yeni ölmüş kimsesizlerden sahte mumya da yapıp satmaya başlamışlardı). Alberti (insan anatomisine benzer bir şekilde) yapıların da kemikleri, kasları ve derisi olduğunu söyler. Toz pigment kullanarak yaptığım fotografik baskılar geldi aklıma. Gumbikromat adı verilen bu teknikte, ışığa duyarlı kimyasal haricinde bir de pigment ekleme durumu var, yoksa belirgin bir görüntü açığa çıkmaz. Yani harabeleşmiş, işlevini yitirmiş ve bazıları şu an harabe olarak bile var olmayan yapılardan arta kalan fotoğrafları, yine bu yapılardan arta kalan malzemeleri kullanarak basmak yerinde bir uygulama olurdu. Bir de harabeleşip, bir süre öyle kalan ve sonra (ne hikmetse!) şans eseri bir yangınla kül olan ahşap İstanbul evleri var. 10 seneyi aşkındır Cihangir’de yaşıyorum, çok sevdiğim bir ev vardı Sanatkârlar Sokak’ta. Ona da aynı şey yaşandı; yaşlı biri vardı içinde yaşayan, sonra yok oldu; ardından birkaç sene kilitli kaldı kapısı, geçen sene de yandı. İçinde gezdim, fotoğrafladım, kömürleşmiş parçalarından topladım. Külleşmiş kalaslar evin içinde yaşanmış anıları, hikâyeleri alıp, kendini temsil ettiği bu baskılara taşıyor.
Yağmur Telli Yücel ile;
1. Fotoğrafla olan yolculuğum, henüz sinema öğrencisiyken kaçınılmaz olarak başladı. Aslında hayalim kendi filmlerimi yönetmekti fakat sinemanın karmaşık ve kolektif doğasını zamanla keşfedecektim. Fotoğraf ise bana daha dolaysız, kişisel bir ifade alanı gibi geldi; sinemanın yapı taşı, “hareketli fotoğraflar” düşüncesinden yola çıkarak onu bir başlangıç, bir antrenman alanı olarak gördüm. Zamanla bu araç, benim için bir dil hâline geldi. Kadrajın ardından bakarak geçen yıllar, adeta bir göz kası hafızası oluşturdu; mekânları, anları sezgisel bir şekilde kaydetmeye başladım. Ancak dijital görüntünün “gerçekliği” zamanla bana yetersiz, hatta ham görünmeye başladı. Fotoğraflarımı birer hammadde, başka bir şeye dönüşmeyi bekleyen malzemeler olarak görmeye başladım. Bu arayış, beni üç yıl önce baskı teknikleriyle denemelere yöneltti. Metal, zımpara kağıdı, UV baskı gibi yüzeylerde imgeyi yeniden yorumlamaya çalıştım. Amacım, fotoğrafa dokunmak, ona fiziksel bir müdahalede bulunmak ve onu yeni bir ifade katmanına taşımaktı.
Derken jel baskıyla (monoprint) karşılaştım. Tasavvuftaki “Yalnız susayan suyu değil, su da susayanı arar” sözü, bu buluşmayı anlatır gibidir. Jel baskı, kontrol edilebilir bir öngörülemezlik sunuyordu; ısı, nem, baskı anındaki müdahale… Tüm bu değişkenler, imgenin kaderini bir laboratuvar titizliği ve şansıyla buluşturuyordu. Bu teknik, dijital kesinliğin aksine, belirsizliği ve hassasiyeti kucaklayan, adeta nefes alan bir yüzey vaat ediyordu.
Bugün gördüğünüz işler, bu uzun arayışın, denemelerin ve nihayetinde bir tekniğin imgeyle kurduğu diyaloğun ürünü. Fotoğraf artık yalnızca bir başlangıç noktası; asıl mesele, onu yeni bir bedene, dokunsal bir deneyime dönüştürmek. Jel baskı da tam burada devreye giriyor: Hem bir ortak hem bir meydan okuyucu hem de kendi dilini kuran bir araç olarak.
2. Üretim sürecimdeki motivasyonum, zaman içinde dönüşen bir görme ve ifade biçiminden besleniyor. Fotoğrafa, bir tür “tanıklık” olarak başladım. İlk yıllarım analog bir makineyle geçti; film kullanmanın külfeti, her kareyi düşünerek, adeta bir çetele tutarak çekmemi gerektirdi. Bu kısıt, bana bir terbiye verdi diyebilirim: Yalnızca gerçekten “zapt edilmeye değer” bulduğum anlarda deklanşöre basmak… Bu dönem, teknik ve duygusal bir disiplin geliştirmeme yardım etti.
Zamanla dijital olanakların artmasıyla birlikte ifade biçimim de değişti. Tanıklıktan kurmacaya, daha yapılandırılmış ve beden-mekân ilişkisini araştıran bir yaklaşıma evrildim. Fotoğraf artık yalnızca bir kayıt aracı değil; doğayı, hareketi ve insanı bir araya getirerek yeni bir gerçeklik kurguladığım bir dil hâline geldi. Ürettiğim imgelerin, bakışı kolayca tatmin etmeyen, teşhircilikten uzak ve kendi iç tutarlılığı olan bir dünya yaratmasını hedefliyorum.
Fotoğraflamaya değer olan da tam da bu: Dış gerçekliğin kabalığına ince bir müdahalede bulunabilmek, sanatın olanaklarıyla kendi tutarlı evrenini kurabilen, sözü olan bir görsel dil yaratmak. İşte beni motive eden asıl büyü de bu: İmgenin, yalnızca bir temsil değil, başlı başına yeni bir gerçeklik olabilme potansiyeli.
3. Karelerimi oluştururken, öncelikle o anın veya fikrin özünü -kavramını, ruhunu, taşıdığı espriyi ve ilhamı- korumaya özen gösteriyorum. Buna karşılık, ezberlenmiş bakışları, klişe kompozisyonları, rutin algı kalıplarını ve geleneksel beklentileri ise bilinçli olarak bozmayı, dönüştürmeyi tercih ediyorum. İlhamımı her yerden alabilirim, ancak bana dayatılan ifade biçimlerini ters yüz etmek, onları kendi dilimde yeniden yorumlamak benim için yaratıcı bir çıkış noktası.
Bu süreçte, adeta bir terazinin iki kefesindeyim: Bir tarafta dışarıdan gelen görsel ve kültürel malzeme, diğer tarafta ise kendi iç sesim, sezgilerim ve eleştirel duruşum yer alıyor. Arka planda sürekli işleyen, denetleyen ve şüphe duyan bir gözle çalışıyorum. Her karede, “Burası doğru mu?”, “Bu ifade özü yansıtıyor mu?” sorularını kendime yöneltiyorum.
Karar verirken, tüm ihtimalleri değerlendirip o kareye en “yakışık” olanı -yani hem teknik hem de poetik açıdan tutarlı, samimi ve güçlü duran ifade biçimini- bulmaya çalışıyorum. Bu, yalnızca bir seçim değil; aynı zamanda cesaret isteyen bir uygulamaya geçiş süreci. Sonuçta, koruduklarımla bozduklarım arasında kurduğum bu gerilim, görsel dilimin temelini oluşturuyor.
4. Mamut Art Project’e katılım sürecim, aslında bir tavsiye ve zamanlamanın kesişmesiyle gelişti. Geçen yıl kış, yarım kalan bir sınır projemi tamamlamak için Van’ın Çaldıran ilçesindeydim. İran sınırına yakın, soğuk ve yalıtılmış bir kasabada, üretimlerinizin dış dünyayla buluşma ihtiyacını derinden hissediyorsunuz. Tam da o sırada Mamut’un açık çağrısını gördüm. Bu, uzun süredir aradığım bir köprü gibiydi.
Zamanımın çoğunu kırsalda, sahada, farklı coğrafyalarda görsel bir tarih biriktirerek geçiren bir sanatçı olarak, üretimlerimin görünür olması yalnızca bir arzu değil, bir ihtiyaç aynı zamanda. Mamut Art Project ise bu anlamda benim için çok kıymetli bir platform: Hem sanat camiasının değerli bir kesimiyle buluşabilmek hem de diğer sanatçılar ve sanatseverlerle doğrudan temas kurabilmek anlamına geliyor. Burada olmak, yalnızca işlerimi göstermek değil, aynı zamanda geri dönüş almak, eleştirel ve yapıcı bir diyaloğa girmek, üretim pratiğimi besleyecek yeni perspektifler keşfetmek demek.
Dolayısıyla Mamut’ta yer almak, benim için yalnızca bir sergileme fırsatı değil; uzun soluklu saha çalışmalarının, titiz bir seçilmiş izleyici kitlesi ve profesyonel bir çevreyle buluştuğu anlamlı bir kavuşma noktası.
5. Mamut Art Project’te yer alan “Temaşa” serisi, figür, beden ve mekân ilişkisi üzerine sürdürdüğüm uzun soluklu bir araştırmanın özümsenmiş hâlidir. İmgelerin hangi koşullarda “teşhir” nesnesine dönüştüğü sorusundan yola çıkarak, bedeni zamana ve yere ait olmayan, stilize ve kimliksiz bir formda sunuyorum. Bu, izleyiciyi tanıdık bir bedensel hafızayla buluştururken, aynı zamanda onu yabancılaştırarak, imgenin bakışı tatmin eden doğası üzerine düşünmeye davet ediyor.
Mekânla kurduğum ilişki, orada üretebilme imkânından doğar. Seri de bu nedenle, kırsaldan kente, farklı coğrafyalarda karşılaştığım -bazen kısıtlı, bazen zorlayıcı- koşulların üretim pratiğime yansımasıdır. Beden, mekânın dokusuyla ve jel baskı tekniğinin belirsiz yüzeyiyle bütünleşiyor; mekânda bırakılmış bir iz, hafızaya kazınmış duyusal bir anıya dönüşüyor.
Jel baskının öngörülemezliği bu sürecin ayrılmaz bir parçası. Teknik, imgeye müdahale ederek onu sürekli yeniden yorumlamanın önünü açıyor. Burada beden artık bir portre değil, evrensel bir hareketin, duyusal bir deneyimin ya da içe dönük bir duruşun temsilidir.
Özetle “Temaşa”, yalnızca bir dizi baskı değil; coğrafyalar arasında kurduğum diyaloğun, kişisel görsel dilime dönüşmüş biçimidir. Her bir iş, bu dilde yazılmış bir cümle, süregiden bir arayışın ve bu arayış içinde şekillenen ifade alanının somut kaydıdır.
6. Dışavurumun çıplaklığı ile perdelenişi arasında gidip gelen imgeler aracılığıyla, izleyicinin, jel baskının dönüştürücü dokusuyla buluşan bu ifadelerde kendine özgü bir yankı bulabilmesini dilerim.

Mamut Art Project, 10-14 Aralık 2025 tarihleri arasında Yapı Kredi bomontiada’da ücretsiz olarak ziyaret edilebilir. Mamut Art Project 2025 ile ilgili duyurulara ulaşmak için mamutartproject.com adresini ziyaret edebilir ve sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz.