03 ARALIK, ÇARŞAMBA, 2025

Sergi ve Kamusal Programların Eşiğinde: “Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?”

Mekâna yayılan ve çatlaklardan sızan bir yöntemle kurgulanan ve geçmişin nasıl anlatıldığı ile ilgilenen, “Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?” isimli yerleştirme, video ve performans programını küratörleri Didem Yazıcı ve Zehra Begüm Kışla ile konuştuk.

Sergi ve Kamusal Programların Eşiğinde: “Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?”

Yapı Kredi Kültür Sanat, eylül ayından beri süren “Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?” isimli programa ev sahipliği yapıyor. Didem Yazıcı ve Zehra Begüm Kışla’nın küratörlüğünde gerçekleşen ve yerleştirme, video, performans gibi farklı disiplinlerden üretimleri bir araya getiren program, kurumların mekânlarını kullanma biçimi itibariyle pek rastlanmadık bir sergileme örneği sunuyor. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın galeri mekânına bir sergi görme beklentisiyle gidenlerin görebileceği bir “sergi” yok aslında. Program galeri alanının sınırlarından çıkıp kurumun Loca bölümüne, tüm İstiklal’i selamlayan Akdeniz Heykeli’nin yanı başındaki merdivenlere, Yapı Kredi Yayınları kitabevinin vitrinine, hep göz önünde olan ama tam da bu sebeple bir sergi mekânı olarak düşünmediğimiz Portiko alanı gibi ara alanlara, Frankeştayn Kitabevi’ne ve Yapı Kredi Kültür Sanat’ın cam yüzeylerine doğru yayılıyor. Radio Alhara’nın merdivenler boyunca süren canlı yayını dikkati üzerine çekmekte gecikmiyor. YKY kitabevinin vitrinine dikkatli bakın: Gülhatun Yıldırım’ın 2015’te İstiklal Caddesi boyunca geri geri yürüdüğü performans, 10 yıl sonra bu program için tekrarlanıyor. Basma Alsharif, Levani, Ceren Oykut, Sara Rajaei, Viron Erol Vert’in videoları sürekli gösterimde. Onur Karaoğlu, Tanja Ostojic, Tuğçe Ulugün Tuna, MK Yurttaş’ın performansları da program kapsamında... İzleyiciler olarak “Baharın Kokusu”nu mekânın içinde ve dışında ararken, bu arayışı serginin küratörleriyle de konuşalım istedik. 

“Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?” alışıldık sergi projelerinden farklı bir yöntem barındırıyor. İlk bakışta bu yöntemin anlaşılmasının güç olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Ama kültür kurumlarının mekânsal potansiyellerini keşfedebilmelerine de davet eden bir yanı var. Sergilemelerin kurumların ara-mekânlarında ya da mekâna dağılmış vaziyetlerde gerçekleşebileceğine işaret ediyor. Yapı Kredi Kültür Sanat binasının mimari planı programa nasıl dahil oluyor? 

Didem Yazıcı: Zehra (Begüm Kışla) ile bu programı düşünürken başlangıç sorumuz “Mekâna nasıl yayılabiliriz?” oldu. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın İstiklal Caddesi üstünde olması, Galatasaray Meydanı’na bakması ve binanın şeffaf cam cephesini kullanabilmemiz çok önemliydi. Caddeden geçenlerin Özlem Sarıyıldız’ın yerleştirmesindeki bir soruyla göz göze gelme anı bize heyecan verdi. Sorunda “anlaşılması güç” dedin, aslında tam tersi de düşünülebilir. “Anlaşılması gerekiyor mu?” diye de sormak gerekiyor. Sokakta yürürken, başını çevirdiğin yer sana bir şey söylüyor: “İstanbul’da hâlâ valizim var”. O, göz göze gelme anı önemli. O anda önemli olan işi anlamak mı yoksa o cümlenin sende uyandırdığı his ve düşünce mi? Bu soruyla birlikte iş seni içine alıyor. Serginin kardeş programı olan Portiko Okumaları ve Tuğçe Ulugün Tuna’nın performansının merdivenlerden akması da bedensel bir işti ve yine bu tür karşılaşmalar yarattı. 


Zehra Begüm Kışla: Teorik olarak kişisel tarihin resmi tarih anlatısından ne kadar farklı olduğunu gösteren, aradaki boşluk ve çatlaklara odaklanan bir program tasarladık. Boşluğu küratoryal metodolojimizde de kullanmak istedik. Bu da mekândaki boşluklar ve çatlaklar üzerine kafa yormamızı sağladı. Portiko alanı gibi daha önce sergi mekânı olarak hiç kullanılmamış yerlere baktık. Loca bölümünde sürekli bir video gösterdik. Bunlar, mekânda daha önce test edilmemiş şeylerdi. Didem’in önceki projelerinde merdivenlerde ses yerleştirmeleri vardı, orayı bir çatlak olarak ele aldık. Akdeniz Heykeli’nin gözüktüğü transparan cephenin sesle birlikte daha aktif ve görülebilir olmasını istedik.   

1. Basma Alsharif
2. Ceren Oykut
3. Gülhatun Yıldırım
​4. Onur Karaoğlu

Sergiye ismini veren soru, Almanya’ya 2010’lardan itibaren göç eden kişilerle yapılmış bir video çalışmasına uzanıyor. Videoda yer alan başka cümleler ya da kelimeler şu ara Yapı Kredi Kültür Sanat’ın cam yüzeyindeki yerleştirme sayesinde İstiklal Caddesi’nden geçenlere yöneliyor. Özlem Sarıyıldız’a ait bu parlak harflerle yazılmış kelimeler/cümleler, caddenin gündelik akışıyla nasıl bir etkileşim yaratıyor? 

Didem Yazıcı: Çoğulculuğu önemsedik. İstiklal Caddesi bu programda çok temel. Katmanlı, karışık, performatif, tahmin edilemez bir yer. Tarihi ve dönüşümüyle birlikte çok eklektik. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın, girişinde bir kitabevi var. Sergiye girmeden önce bir kitapçıyla karşılaşıyorsunuz. Ardından müze ve galeri geliyor. Özlem Sarıyıldız’ın cam cephenin üzerindeki yazı-sanatı işine bakarken “Bu sergi mi, değil mi?” diye düşünmenin pek anlamı kalmıyor. Çünkü burada önemli bir ayrım var: Sergilere bir beklentiyle gidiyoruz ama karşılaşma anında hiçbir beklenti yok: Rastlaşma anı var. Serginin küratörlerinden, ekip arkadaşım Zehra, Galatasaray Lisesi mezunu ve İstiklal Caddesi’yle çok yakın bir ilişkisi var. Bense üniversiteyi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde okudum. Hayatlarımızın belirli bölümlerini İstiklal Caddesi’nde geçirdik. Bu yüzden buradaki karşılaşma anlarını önemsedik. Yapı Kredi Kültür Sanat Genel Müdürü Tülay Güngen ile de programı konuşurken, “Program, beklenmedik bir karşılaşma anı yaratıyor.” diye yorum yapmıştı. Çok yerinde bir tespitti.

Zehra Begüm Kışla: Performans programımızın aldığı reaksiyonlar üzerinden birkaç şey söyleyebilirim. Senin de gördüğün gibi, Tuğçe Ulugün Tuna’nın performansı binanın giriş bölümünde oldu. Onur Karaoğlu, açılış günü yaşlanma üzerine Daima Genç adlı bir performans gerçekleştirdi. Orada Didem (Yazıcı)’in Özlem Sarıyıldız’ın cümleleriyle altını çizdiği konunun bir kat daha güçlüsünü gördük, acayip izleyici tepkileri aldık. “Bu sanatsal bir etkinlik mi?” gibi sorularla anlam arama çabasına rastladık. Şunu gözlemledik: Arada kalan bir şey izleyiciyi huzursuz ediyor. Bilinçli olarak etkinliğe gelen birinden farklı olarak, İstiklal Caddesi’nden geçen herhangi birinin karşılaşma alanı çok değerli... Normalde belki de hiç görmek istemeyeceği bir şeye maruz kalmış oluyor. Tülay Hanım’ın da en sevdiği kelime “maruz bırakma” olmuştu. Bu illa iyi ya da kötü bir şey değil, sadece değerli bir şey. 

Didem Yazıcı: Onur Karaoğlu’nun performansını caddeden geçen insanlar durup dinledi ve orada bir kalabalık oluştu. Aslında bu programın bütün amacı, o karşılaşma anının sözcükte kalmamasıydı. Sanatçıyı ve kurumu takip edenler takip edenler geliyor, ama orada yoldan geçenler gerçekten durup dinlemesi, kalabalıkların artması önemli olan.

2020’den beri çevrim içi olarak Filistin’de yayına devam eden Radio Alhara, sergi sayesinde Yapı Kredi Kültür Sanat’ın koridorundan işitiliyor. Radyonun kurucu ortaklarından Yousef Anastas, kamusal alanlara erişimin sınırlandığı karantina günlerinde bir kamusal alan yaratmak için Alhara’nın kurulduğunu söylüyor. Topluluklar oluşturmayı hedefleyen bir mahalle radyosunu sergiye dahil ederek nasıl bir işitsel alan açtınız? 

Zehra Begüm Kışla: “Radio Alhara ne yapıyor, hangi amaçlarla yola çıktı ve programa nereden ekleniyor?” sorularıyla cevap vermek istiyorum. Alhara'nın mottosu, müzik üzerinden birleşmeye dayanıyor ve radyonun en belirgin özelliği içinde herhangi bir tartışma programının olmaması. Sadece müzik yayını ve yemek tarifi programı yapıyorlar. Bu radyonun burayla iletişimi nasıl olabilir? Türkiye’de yaşadığımız için, Filistin’e dair Amerika ya da Almanya’ya kıyasla daha başka bir bakış açısı var. Gelen kişinin merdivende “Niye şu an bir ses duyuyorum?” diye irkilip merak ettiği bir şey olması, Radyo Alhara’nın daha çok kişi tarafından bilinmesini sağlıyor. Radyo Alhara da bu proje gibi çatlaklardan ve boşluklardan yola çıkıyor. Salgının ortasında canları sıkıldığı için bir araya gelen ve bir şekilde rahatlama metodu olarak Filistin’den bir yayın yapan ve bunu işgal zamanı bile sürdüren bir grup... Bu zaten çatlağın ta kendisi gibi geliyor bana. 

Özlem Sarıyıldız

Susan Buck-Morss, Rüya Alemi ve Felaket isimli kitabında kitleleri örgütleme aracı olarak sesin talep ettiği yeni teknikler üzerinde duruyordu. Bu açıdan Sovyet radyo teknolojisi, kitle-siyasetinin karizmasını taşırken işitme duyusunu da sınırsızlaştıracaktı. Radio Alhara örneğinde ise bir karşı-ses politikası görüyoruz. Ses ve tını etrafında minör bir araya gelişler davet ediliyor. 

Didem Yazıcı: Radio Alhara, kolektif çalışma biçimiyle politik. Radyonun kendisi başlı başına bir direniş. İçeriğinde sadece müzik var. Programı yapan herkesin yaratıcı alandan gelmesi de önemli. “Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?” için sergi ya da kamusal program demiyoruz. İkisinin arasında bir yerde. Radio Alhara’ya da baktığınızda, katılımcı olarak müzikleri seçiyorlar ve bu müzik seçme pratiğinde DJ’lik ve sanatçılık birbirine geçiyor. 

Performans sanatçısı Gülhatun Yıldırım, İstiklal Caddesi’nde 2015’te yaptığı Tıpkı Eskisi Gibi isimli performansıyla çocukken yaptığı geri geri yürüme eylemini İstiklal Caddesi’ne taşıyordu. Bu sergi sayesinde 10 yıl sonra aynı caddeyi yeniden yürüdü. 2015’teki performansını bitirirken “hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını” anladığını söylüyordu. İki videoya bakarken, şehrin ve Beyoğlu’nun güvenlik aygıtları ve mutenalaştırma projeleriyle dönüşümüne de tanık oluyoruz. 2025’te bu performans bize şehrin değişen yüzüne dair ne söylüyor? 

Didem Yazıcı: İşin kendisine dönerek yanıtlamak isterim. Gülhatun’un sanatsal niyetine odaklanarak düşünelim. On senelik dönüşüm bu işin sadece bir parçası. Gülhatun’un bu işinde geri geri yürüyor olmasını çok önemsiyorum. Geri geri yürümede bir belirsizlik var, ne olacağını bilememe var. Hayati bir risk taşıdığını söyleyebiliriz. Bunun ne kadar cesur bir performans olduğunu hatırlatmak istiyorum. Ne olacağını bilememe var bu performansta. Belki hepimizin ruh hâli bu. Yarın nasıl bir güne uyanacağımızı bilmiyoruz, nasıl bir akşam geçireceğimizi bilmiyoruz. Çok yoğun bir on sene yaşandı. Ama işin kendisine taşıdığından daha fazla sorumluluk da yüklenmemeli. İşin elbette belgesel bir yönü de var, ancak şehrin değişen yüzüne dair neler söylediğini izleyicilere bırakmak gerekir.

Zehra Begüm Kışla: Sabah İngiltere’den bir misafirimiz vardı, izleyince ilk sorusu “Bu caddede geri geri yürümek çok tehlikeli değil mi?” oldu. Tabii ki tehlikeli. Zaten görüleceği gibi 2025’teki yürüyüşünde Gülhatun daha tedirgin. 2015’teki yürüyüşünde cesur ve kendinden emin yürüyor. Bugünkü versiyonunda ise daha tedbirli ve kontrolünü sağlıyor. O sebeple Didem’in dediği gibi işin motivasyonundan çok uzaklaşmamak gerekiyor. Şöyle bir anekdot vermek istiyorum. 2008-2013 arası ben burada (Galatasaray Lisesi) yatılı okudum. O zamanlar da “İstiklal Caddesi çok değişti” denirdi. Bunu seninle ilk buluştuğumuzda da konuşmuştuk. Bu değişimi her zaman mutenalaştırma olarak ya da hep negatif bir yerden okumamak lazım. Bu cadde zaten sürekli ve hızlı bir değişime mahkûm. Bence bunu kabul ederek yaklaşabiliriz. Bu işi 2035’te yaptığımızda da bizi yine şok edici bir değişim bekleyecek. 

1. Radio Alhara
2. Sara Rajaei

Basma Alsharif’in Yeni Evlerimizde Rahatız isimli 3 kanallı video yerleştirmesi, Filistin’de yaşanan felaketin Filistinlilerde ve Filistin’in coğrafyasında nelere yol açtığına lineer zamansallığı parçalayan bir bakışla odaklanıyor. Filistin’den uzakta olan bir Filistinlinin, kendi içinde, zihninde, hafızasında yer alan Filistin’le yaşadığı krizi seyrediyoruz. Bir yanda soykırım imgeleri, bir yanda bu soykırım bölgesinden uzakta olmanın gerilimi... Biz izleyici koltuğundan izlerken ne kadar rahatız?

Zehra Begüm Kışla: Basma’nın işi gerçekten çok özel. Açılış programımızdaki konuşmalarda Meltem Ahıska da akışın lineer olmaması üzerine eğilmişti. Basma o filmde “tarih tekerrürden ibarettir” diyor. Açılıştaki cümleler Amerika’nın yerli dillerinden birine ait. Hangi dilde olduğunu anlamıyoruz bir süre. Aslında filmi Amerika’nın kolonyal tarihiyle açıyor. Bu tür işgaller ve soykırımlar tarih boyunca yapıldı ve şu an gözümüzün önünde yapılıyor. Basma’nın filmi çektiği yıl 2017’ydi. Dediğin gibi rahat etmeme üzerine bir film. Koltuklarımızda izlerken biz de rahat değiliz. Walter Benjaminci bir yerden, zaman akışını doğrusal değil de takım yıldızı gibi düşünürsek belki şu an ne olduğunu daha iyi anlarız, diyor. Benim filmde dikkatimi çeken şeylerden biri de geri geri yürüme metaforunu kullanmasıydı... Zaman akışını her anlamda alt üst etmeye çalışıyor. Sadece Benjaminci bir yerden ele almayıp “Acaba zaman zaten geri geri mi akıyor?” diye soruyor. Biz Gülhatun’un geri geri yürümesinde o yorumu işi basite indirgeyebilir diye dile getirmedik. Ama zaman gerçekten de biraz geri akıyor. Kazanılmış hak bir anda elimizden gidiyor ve “Biz bunları zaten kazanmıştık ne oldu da gitti şimdi?” diyoruz.

Görüntüler akarken felaketin anlatımıyla ilgili Marc Nichanian’ın açtığı tartışmayı ister istemez anımsadım. Nichanian –benim anladığım kadarıyla– felaketi tüm çıplaklığıyla, olduğu gibi anlatmak yerine, felaketin dilsel ifadeyi, ifade bütünlüğünü nasıl bozduğuna bakmayı denemek gibi bir yöntem öneriyor aslında. 

Zehra Begüm Kışla: Geçenlerde Anamed’deki konuşmasında Rashid Khalidi, bir yöntem olarak 1948 öncesine bakmayı önerdi. “İlk işgalden öncesine, 1800’lere bakalım mesela” dedi. Bu topraklarda o zamanlar bir şeyler oluyordu, bunun bir öncesi de vardı. İşgalci argümanlarını alaşağı etmek için öncesi olduğunu söylemeyi ve “Onu bize unutturamazsınız” demeyi değerli buluyor Khalidi.

Buradan performanslara da dönelim istiyorum. Çünkü bir dizi performans da sergi kapsamında planlandı. Bunlardan biri de Tuğçe Ulugün Tuna’nın 2008’de İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdiği Tuzla... Buz... performansından ilhamla hazırlanan Yerin Tadı performansıydı. 2008’de Oda Kule’den başlayıp Galatasaray Lisesi’nde sona eren performans, bu kez Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nın ara alanlarını doldurarak hareket eden bir performansa dönüştü. Tuzla… Buz… performansına göre, Yerin Tadı korunaklı bir alanda güvenli bir şekilde gerçekleşti. Tuzla... Buz…’un açtığı kamusal imkanlarından bakarken, Yerin Tadı nerede duruyor? 

Didem Yazıcı: Zaten tam da bu yüzden performansın adı Tuzla...Buz... değil. Soruyu sorarken bir yandan cevabın da sorunun içinden çıkıyor. Bu performans artık Yerin Tadı

Bu performansın sabit bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Didem Yazıcı: Bunu söylemek iddialı olur. Performans yeniden düşünülerek üretildi. Tuğçe Ulugün Tuna “Baharın Kokusu” üzerine düşündü. Loca’da Bedenin Baharı isimli bir doğaçlama buluşması yaptı. Bizimle birlikte düşündü, tartıştı. “Baharın Kokusu”ndan ne hissettiğimizi konuştuk. “Baharın Kokusu” deyince kimisine aşk çağrışımı, kimisine ise bambaşka çağrışımlar yapabilir. Bir yandan nostaljik bir yanı var, bir yandan sosyopolitik bir hissi var, bir yandan çok romantik. Çok mütevazi bir yaklaşımla, Tuğçe “Baharın Kokusu”na bu performansla bir yanıt verdi. Yerin Tadı diyerek işaretledi ama tabi bina ile dans edildi. Performans, binayı bir beden olarak anladı. Binalar genel olarak çok ağır. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın camları çok hafif ama mermeri çok ağır. Orada inanılmaz bir kontrast var. Hiç kolay değil. Tuğçe Tuna ve tüm ekip binayla bedenselleşti bence.  

Zehra Begüm Kışla: Burada Yerin Tadı sokak değil, bina oldu. Binayı test ettiler ve binayla dans ettiler. Dışarıdan, polis noktasından bakanlar önce başları, sonra ayakları gördü. Yarım saat süresince başlar ayak oldu. Aynı zamanda bu insanlar beyaz tulum giyiyorlardı. Bunların hepsi yüklü anlamlar taşıyor. Tuğçe’nin buna yaklaşımı, Didem’in de bahsettiği gibi, “Baharın Kokusu”na nasıl bakabileceğimiz yönündeydi. Burada deneyimledikleri şey bence çok cesur bir iş. Hem kelimenin tam anlamıyla kitleleri performans sırasında beraberinde sürüklemeleri hem de gerçekten o kalabalıkta ne görebiliyorsan o kadarını sunması... Binanın da her noktasının tadına bakmamız... Yerin tadına hep beraber baktık aslında.

Didem Yazıcı: Konfor alanlarını da tetikleyen ve sorgulayan bir performans. 

Görebildiğim kadarıyla performans esnasında nasıl davranacaklarını bilemeyen izleyiciler de oldu. Gördüklerini tam olarak tanımlayamamaları izleyicide kaygı yaratıyordu.

Didem Yazıcı: Tam da böyle bir şey yapmak istemiştik. Çünkü her şey çok tanımlı: Beyaz küp, sergi alanı, “bu bir sergidir” ikazı. Hayır, biz yayılan, akan, akışkan bir yaklaşımı benimsedik. Cam cepheye ve merdivenlere uzanmak ve kitabevine yayılmak istedik. Tanımsızlık çok özgür bir alan yarattı. Kimisi sergi diyor, kimisi program. Film seven film programına gittiğini söylüyor. Kolektif çalışma pratikleri merkezimizde. Zehra Begüm Kışla, Yapı Kredi Kültür Sanat’ın küratoryal ekibinde bir senedir çalışıyor. Bu, birlikte kurguladığımız ilk program oldu, sonuncusu da olmayacak. Kolektif küratoryal düşünmeye önem veriyoruz. Bu yüzden Frankeştayn Kitabevi’nin de bu serginin mekânlarından olması rastlantı değil. Gülhatun’un performansını Performistanbul ile beraber ürettik. Programın bütününde kolektif bir ruh var.

Zehra Begüm Kışla: Mahalle olarak yakın olduğumuz sanat oluşumlarıyla dirsek temasındayız. Onları da yine çatlak olarak değerlendirilip aslında çatlakları bulmamız gerektiğini düşündük. Frankeştayn Kitabevi’nde neden bir iş gösterilmesin? Levani adlı Gürcü bir sanatçının videosunu Frankeştayn’da gösteriyoruz. Kişisel tarihinin resmi tarihten nasıl uzaklaştığını anlatıyor. Kolektifliği küratoryal metotta denememiz, bize yapabileceklerimizin sınırlarını gösterdi. Performistanbul ile Tanja Ostojić performansını birlikte kurguladık. Sırada MK Yurttaş performansı var. 

Büyük bir kurumsal yapıya sahip olan Yapı Kredi Kültür Sanat, bu program vesilesiyle şehirde ayakta kalmaya çalışan kitapçı, performans topluluğu, sanat kolektifi gibi irili ufaklı yapılarla temaslar kurarak bir dayanışma alanı açmış oluyor. Bunun kurumsal kültür açısından sürdürülebilir olup olmayacağını bilemiyorum. Ama büyük kurumların, alanın tek aktörüne dönüşmek yerine alandaki diğer yapı ve oluşumları desteklemeyi, ortaklıklar kurmayı ve kendi imkanlarıyla üreten sanatçıları görünür kılmayı hedeflemesi gerektiğini düşünüyorum. 

Didem Yazıcı: Kurumlar arası dayanışma ve dirsek teması önemli. Sanat kurumlarında çalışan bir avuç insanız. O sebeple bu destek ya da dirsek teması doğal geliyor. Bir günümüz nasıl geçiyor? Günün her anında iletişim hâlindeyiz. Girişteki güvenlik görevlilerinden teknik ekibe sürekli diyalog içindeyiz. Gündelik işlerimizi birlikte düşünüyoruz. Yakın seyir hâlindeyiz. Dolayısıyla Frankeştayn Kitabevi ile düşünmemek mümkün mü? Orada Performistanbul gibi performans üzerine odaklanan bir kurum varken, bir performans programı kurguladığımızda niçin birlikte düşünmeyelim? Birbirimizi dinleyip birbirimizden öğrenmek bizi besliyor. Zaten gündelik iletişimlerimizi de böyle kuruyoruz. “Yapı Kredi olarak küçük kurumları gözetiriz” gibi, güç ilişkilerinin içinden bakmıyoruz. Tam tersine Frankeştayn Kitabevi’nden ne öğrenebiliriz diye düşünüyoruz. Birlikte çalışırken “ben bunu bilmiyorum” diyebilen bir dürüstlüğü temel alıyoruz. 

Zehra Begüm Kışla: Bunlar, kurum küratörlerinden çok sık duyabileceğimiz şeyler değil. Başka inisiyatiflerle ve oluşumlarla birlikte çalışmaya yeltenmek her zaman daha çok iş yükü anlamına geliyor. Bunu tercih etmek gerçekten politik bir seçim. Bunu yaptığımız için çok mutluyum. “Bunu bilmiyorum” deyip alanında ehil kişiye gitmek bence çok değerli. Türkiye’de politik atmosfer o kadar gergin ki dirsek temasında olup birlikte bir şeyler yapmak aslında bu iyice sıkışmış alanda daha yaratıcı olmayı sağlıyor. Var olan ve kalan nadir politik yollardan biri gibi geliyor bana. 

Didem Yazıcı: “Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?” programında Zehra’nın sosyoloji mezunu olmasının katkısı oldu. İkimiz de küratörlük yüksek lisansını tamamladık. Ben sanat tarihi mezunuyum, benim dönemimde daha klasik bir eğitim vardı. Zehra’nın sosyoloji çıkışlı olması, eleştirel düşünceye olan açıklığı ve güncel sanatın da sosyolojiyle ayrılamaz ilişkisi çok önemli. O yüzden Zehra ile çalışmanın, kurumun dinamiği açısından katkısı oldu. 2023’ten beri Yapı Kredi Kültür Sanat’ta çalışıyorum. Dinamik, çoğulcu, kolektif bir küratoryal yaklaşım benimsiyorum. Sergi mimarisini bile buna göre ele almak gerektiğini düşünüyorum. “Birarada” sergi dizisinde olduğu gibi tek sanatçıya değil, iki sanatçıya solo alanı açmak, daha çok sanatçıya imkân tanımak gibi…

“Baharın Kokusunu Hatırlıyor musun?” 15 Şubat 2026 tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat'ta  ziyaret edilebilir.

0
378
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage