
18. İstanbul Bienali kapsamında Galeri 77’de yer alan Dilek Winchester’ın 410 Harf: (Arnavutça) Okumak ve Yazmak Üzerine adlı yerleştirmesi üzerine bir yazı.
Dilek Winchester’ın 18. İstanbul Bienali kapsamında Galeri 77’de yer alan 410 Harf: (Arnavutça) Okumak ve Yazmak Üzerine adlı yerleştirmesi, alfabenin yalnızca bir yazı sistemi değil; belleğin, kimliğin ve kültürel devamlılığın kırılgan taşıyıcısı olduğunu hatırlatan bir karşılaşma alanı kuruyor.
Dilek Winchester, üretimini uzun süredir dil tarihi, alfabe politikaları ve çeviri eyleminin dönüştürücü etkileri üzerine yapıyor. Farklı diller arasında dolaşan metinlerin nasıl yeni anlamlar ürettiğini ya da nasıl sessizleştirildiğini inceleyen bu pratik, Osmanlı coğrafyasının çok dilli yapısıyla da iç içe geçiyor. Winchester’ın bienaldeki yeni işi 410 Harf, bu araştırmanın merkezine yeniden sorulması gereken bir soruyu yerleştiriyor: Bir alfabe yalnızca okunur mu — yoksa zaman, aidiyet ve kimlik de onunla birlikte mi şekillenir?
Yerleştirme, 19. yüzyılın sonunda Şemsettin Sami’nin Arnavut toplulukları için tasarladığı “İstanbul Alfabesi”nden yola çıkıyor. Siyasi dönüşümlerle tarihin kıyısına itilen bu alfabe, Winchester’ın işinde hem arşivsel hem de duyusal bir meseleye dönüşüyor: Hangi sesler yazıya geçirildi, hangileri kayboldu ve bu kayıp hangi politik koşullarda üretildi?
Winchester, 2024’teki Terk Edilmiş Harfler işinin bıraktığı yerden devam ederek, bu kez Arnavut yazı sistemlerinin çoğulluğu üzerinden dilin ulus, aidiyet ve kolektif hafıza ile kurduğu ilişkileri görünür kılıyor. Videoda “İstanbul alfabesi”, Yunanca, Kiril, Arap, Elbasan, Todhri, Vellara, Vezo, Berat, Agimi, Bashkimi ve günümüzde kullanılan Latin kökenli Arnavut alfabeleriyle yan yana geliyor. Zaman içinde unutulmuş, kimi icat edilmiş kimi uyarlanmış bu harf biçimleri, heykelsi formlarına bürünerek birer ses, birer iz ve birer kimlik taşıyıcısı gibi varlık gösteriyor.
Yerleştirme, siyah–beyaz 6 dakika 32 saniyelik bir video ve dört kanallı ses düzeninden oluşuyor; videoda gördüğümüz harflerin heykelsi maketi mekânda yer alıyor. Harflerin ağır ritimde belirişi ve kayboluşu, bir soluk alıp verme hâli yaratıyor; sanki her harf hafızaya kazınıp yeniden siliniyormuş gibi. Dört kanallı ses düzeni ise farklı ses, ton ve söyleyiş biçimlerinin üst üste bindiği çok katmanlı bir uğultu kuruyor. Kimi zaman birleşen ve dağılan bu ses kümeleri, kimliğin sabitlenemez doğasını açığa çıkarıyor.
Winchester burada yalnızca harfleri göstermiyor; harflerin taşıdığı gizli zaman katmanlarını açığa çıkarıyor. Harf, tek başına bir sembol değil; unutulmuş bir tarihsel imkânın izi, bir topluluğun kendini adlandırma hakkı, politik bir tercihin sonucu.
Bu nedenle Winchester’ın harfleri tarihsel, kültürel ve politik çatışmaların bir izine dönüştüren yaklaşımı, izleyiciyi ister istemez bu coğrafyada benzer bir dilsel parçalanmayı deneyimlemiş figürlere götürüyor. Bu bağlamda Şemsettin Sami’nin çalışmalarını ve Arnavut alfabesi ile bağını anlamak önem kazanıyor. Çünkü Şemsettin Sami’nin yaşadığı bu alfabe krizi, Winchester’ın işinde gördüğümüz kimlik gerilimini tarihsel bir arka plana oturtuyor.
Arnavut asıllı Osmanlı yazarı, sözlükçü ve çevirmen Şemsettin Sami, iki kültür arasında şekillenen hayatı boyunca dili hem kişisel hem de toplumsal bir mesele olarak ele aldı. Arnavutçanın yanı sıra Arapça, Farsça, Rumca ve Fransızcaya hâkim oluşu, onu Avrupa’daki dil temelli ulusçuluk tartışmalarını yakından izleyebilen az sayıdaki Osmanlı aydınından biri hâline getirdi. Bu dönemde Arnavut toplumunun en temel sorunlarından biri, farklı bölgelerde birbirinden ayrı alfabelerle yazılan Arnavutçanın yarattığı iletişim kopukluğuydu.
1879’da İstanbul’da kurulan Arnavut Bilim Cemiyeti’nin (Cemiyet-i İlmiye-i Arnavudiye) öncülüğünde Sami ve çalışma arkadaşları, bu soruna kalıcı bir çözüm üretmek amacıyla “İstanbul Alfabesi”ni geliştirdiler. Arnavutçanın ses yapısına uyumlu biçimde tasarlanan bu alfabe, yalnızca pratik bir yazı birliği ihtiyacına yanıt vermekle kalmadı; dilin kimliği kuran en güçlü unsurlardan biri olarak öne çıktığı bir dönemde, Arnavut ulusal bilincinin yazı üzerinden şekillenmesinde de belirleyici bir araç hâline geldi.[1]
Arnavut alfabesinin tarihsel ve kültürel önemi, Winchester’ın işinde harflerin ve cümlelerin izleyiciyle kurduğu etkileşimi anlamayı kolaylaştırıyor.
Galeri 77’de dairesel bir yerleşimle sunulan iş, izleyiciyi nesnenin çevresinde dönmeye davet ediyor; tek bir doğru bakış açısı sunmuyor. Bu dolaşım, Osmanlı’nın çok katmanlı kültürel yapısını, geçişleri ve melezlikleri de işaret ediyor. Winchester’ın pratiğinde mekân sadece sergi alanı değil; ses, beden ve tarihin birbirine dokunduğu bir geçit.
Yerleştirmede duyulan sesler kimi zaman bireysel bir iz bırakıyor, kimi zaman iç içe geçen bir örgüye dönüşerek neredeyse çok dilli bir uğultu yaratıyor. Farklı alfabelerden gelen harfler aynı sese göndermede bulunduğunda, ortaya bir “farklılıklar orkestrası” çıkıyor. Bu sesler artık anlam üretmekten çok bir yankı yaratıyor; duyulan yankı bir dile değil, arayış hâlindeki bir kimliğe ait. Ayrışan ve eklemlenen alfabeler arasındaki geçişler de aynı gerilimi taşıyor: Hem kopukluk hem de kaçınılmaz bir temas.
Yerleştirmenin dairesel formu ve videonun başlangıçla son arasındaki kesintisiz akışı, dilin kendi döngüselliğine işaret ediyor. İzleyici, bu döngünün merkezine bedenini yerleştirerek zamanın kırılmalarını ölçerken, harflerin mekânda oluşturduğu sınırları aşan sesleri de takip ediyor. Her harf kendi alfabesinden kopuk görünse de diğer harflerle paylaştığı ortak titreşim yeni bir düşünme alanı açıyor.
Winchester’ın işinin gücü tam da burada beliriyor: harfleri tarihsel bir veri olmaktan çıkarıp bugüne dokunan bir yüzleşmeye dönüştürmek; belleğin kırıldığı yerde ses, dil ve kimlik üzerine yeni bir duyusal ve düşünsel deneyim kurmak. İzleyici artık harflerle okumuyor, harflerle düşünüyor.
Peki dil(ler), ortak bir alfabe ile temsil edilebilir mi? Teslimiyet üzerinden birlik kurmak mümkün mü? Yoksa alfabeler ulusun kopuşlarını mı, yoksa bir aradalığın en güçlü ihtimalini mi taşır?
[1] Uğur Sezer, “İki Dil ve Kültür Arasında Bir İsim: Şemsettin Sami,” FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi 24 (2024 Güz): s. 251