Sanatçı Uğur Ulusoy ile kişisel sergisi “Rüyalı/Dreamlander” odağında sanat pratiği ve yakın dönem eserleri üzerine konuştuk.
Uğur Ulusoy’un, küratörlüğünü Fatma Leylâ Ak’ın üstlendiği “Rüyalı” başlıklı kişisel sergisi Summart’ta açıldı. Sanatçının bir anlamda düşsel bir yolculuğu resmettiği, bir rüya atmosferi içerisinde kurguladığı eserler, merkezinde yer alan imge ve göstergelerle izleyicilere çok katmanlı bir dünya imliyor.
Yeni kişisel serginiz “Rüyalı,” Summart’ta izleyicilerle buluşuyor. Öncelikle serginin başlığını ve hikâyesini sormak istiyorum. “Rüyalı/Dreamlander”, oldukça şiirsel ve imgesel bir sözcük. Aynı anda birçok şeyi akla getirebiliyor. Başlığın hikâyesi nedir?
Aslında altı senedir, yani mezun olduğumdan beri, kendi içimde hep “hibrit dünyalar” diye adlandırdığım bir dünya hayal ediyorum. Farklı kültürlerin, etnik kökenlerin bir araya geldiği, eşit şekilde var olabildiği bir dünya... Buna inanıyorum ve kendi yaşamımda da bunu bir anlamda yaşıyorum. Çünkü anne tarafım Kürt ve Azeri, baba tarafım Türk. Almanya’da doğup büyüdüm, sonrasında uzun süre İspanya’da yaşadım, ardından İsviçre’ye taşındım. Hayatım hep göçebe geçti. Bu yüzden kültürlerin iç içe geçtiği bir yaşamın mümkün olduğuna gönülden inanıyorum.
Serginin ismi olan “Rüyalı” ise başka bir farkındalıkla ortaya çıktı. Aslında bu “hibrit dünya yaratma” fikri hep vardı. Ancak İstanbul’a ikinci kez geldiğimde ve burada yaşamaya başladığımda ruh hâlimin değiştiğini fark ettim. Gündüz resim yaparken ya da sadece düşüncelere dalarken, hatta geceleri uyurken dahi, hep bir yarı uyanık-yarı rüyada olma hâli içerisindeydim.
Zamanla bu durumu sadece “hibrit dünya” olarak adlandırmanın yetmediğini fark ettim. Aslında bu dünya “Rüyalı” idi. Ben, rüya gezegeninden gelen bir varlık gibiyim; kendimi “Rüyalı” olarak tanımlıyorum. Bu düşünce de yine bir resim sürecinde, sergi kataloğunun kapağında kullandığım ve öne çıkardığım figürü yaparken birden doğdu. O gezegenin adının artık “hibrit dünya” değil, “rüya gezegeni” olduğunu keşfettim. Bu yalnızca hayal gücüyle oluşan bir dünya değil. Gündelik hayatımda yaşadığım şeyler, bilinçli ya da bilinçaltımda yer eden anlar, gördüğüm rüyaların bende bıraktığı izler, umutlarım, korkularım, çelişkilerim... Bütün bunlarla o gezegende bir şekilde yüzleşiyorum. Ama tüm bu yüzleşmelerin sonunda o dünya benim için hep bir denge ve huzur-alanı hâline geliyor.
Bu benim artık yalnızca resmî pratiğim değil, hayata bakışım, bir duruşum hâline geldi. Ve ben bu bakışı paylaşmak istiyorum.
Mimarlık, endüstriyel tasarım ve güzel sanatları kapsayan çok yönlü bir eğitim süreciniz söz konusu, ki bu durumun izlerini belirli oranda işlerinizde görmek mümkün. Uzun yıllar süren bu eğitim süreci zaman içerisinde sanat pratiğinizi nasıl şekillendirdi?
On yaşındayken mimarlık okumaya karar verdim. Kendi evimi tasarlayıp içinde yaşamayı hep çok istemiştim, büyük bir hayalimdi bu. Mimarlık eğitimime başladığımda, karşıma Mies van der Rohe ya da Le Corbusier gibi eski ustalar çıktı. Özellikle Le Corbusier beni çok etkiledi. Çünkü o sadece mimarlık yapmakla kalmayıp, tasarladığı evlerin içindeki mobilyalardan kapı kollarına kadar her detayı kendisi tasarlamış. Üstelik aynı zamanda resim de yapıyormuş. Bu bütüncül yaklaşımı çok sevmiştim.
Benim de hayalim, kendi ofisimde tek bir elden çıkan, tek bir kafadan doğan bir dünya yaratmaktı. Hem evleri tasarlayacak hem içindeki mobilyaları, kapıları, en sonunda da duvarda asılı olan resimleri kendim yapacaktım. Böyle özel, kendime ait bir mimarlık duruşu oluşturmaya çalıştım. Mimarlık eğitimim sırasında ise sık sık akşamları ya da hafta sonları dışarı çıkmak yerine evde kalıp çizim yapmayı tercih ettim, daha çok çiziyordum aslında.
Dört yıl boyunca mimarlık ofisinde çalıştım, hatta Almanya’da imza yetkim bile vardı. Hâlâ kâğıt üzerinde mimarım ama orada kendimi artık göremiyorum. Çünkü 2016’da akrilik resme başladım ve orada aslında içimde hep resim yapma arzusu olduğunu keşfettim. Mimarlıkta da keyif aldığım bölümler vardı ama resim bana bambaşka bir şey sundu.
Üniversitede, akademide öğretilmeyen kompozisyon, renk uyumu gibi şeyleri kendi kendime öğrendim. Almanya’da eğitim sistemimiz farklıydı; klasik şekilde kompozisyon kuralları, renk paletleri anlatılmazdı. Ben hep kendi içgüdülerimle, kendi tarzımla ilerledim. Hocalarım bile bana “Sen mimar değilsin, aslında daha çok sanatçısın,” derdi. Bu benim hep farklı algılanmamı sağladı.
Yüksek lisansımı Endüstriyel Tasarım üzerine yaptım. Sonra hobi olarak sanat okumaya karar verdim, dosya hazırlamadım; yaptığım işleri bir araya getirip başvurdum ve kabul edildim. Aslında orada haftanın üç günü ofiste çalışıp dört günü resim yapmayı planlıyordum. Ama bir yıl sürmeden mimarlık işinden ayrılıp tamamen resim yapmaya başladım. İyi ki de yapmışım, kendimi buldum.
Tabii içimde hâlâ bir mimar var. Resimlerimde mimari alanlar, mekânlar yaratıyorum ve bundan çok keyif alıyorum. Orada kurallar yok, fizik kanunları yok; istediğim gibi farklı formları bir araya getirip özgürce mimari yapılar oluşturabiliyorum. Bu bana çok mutluluk veriyor.
Serginin küratörlüğünü Fatma Leylâ Ak üstleniyor. Birçok işin söz konusu olduğu bu sergide küratörle çalışma süreci, serginin arka planı ve düşünsel iklimi nasıl gelişti?
Fatma Leylâ Ak ile bu sergiyi hazırlama sürecimiz oldukça rahat ve keyifli geçti. Aynı zamanda birlikte yaşadığımız için süreç, gündelik hayatımızla iç içe ilerledi. Ben atölyemde çalışırken —ki şu anda atölyem evimizin salonunda kurulu— Leylâ da yanımda oluyordu. Böylece resim yaparken o da doğrudan pratiğime tanıklık ediyor, birlikte resimler ve serginin teması üzerine sohbet ediyorduk. Zamanla, Leylâ izlediği resimlerden yola çıkarak yazılarını kaleme almaya başladı. Bu da süreci çok doğal ve iç içe geçmiş bir hâle getirdi. Bir yandan bağımsız şekilde işlerimizi sürdürüyor, öte yandan sürekli bir diyalog içinde birbirimizi besliyorduk. O okuduğu bir metni benimle paylaştığında, onun yorumları ve aktardıkları sayesinde bende de yeni kapılar açılıyor, resimlerime farklı bir gözle bakabiliyordum. Bu alışveriş, adeta bir pinpon oyunu gibiydi — fikirler bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu.
Özel hayatımız, doğrudan üretim sürecimizin bir parçası hâline geldi. Ama bunu keyifle ve isteyerek yaptığımız için hiçbir zaman sınır koyma ya da ayırma gereği duymadık; muhtemelen böyle de devam edecek. Zaten Leylâ işlerimi çok yakından biliyor. Birlikte seçtiğimiz işler olduğu gibi, pek çoğunu o kendi seçti. Ben sadece elimdeki işleri, üretimlerimi gösterdim. Konu belirlendikten sonra yazma sürecine yeniden başladı ve bu defa temayla ilişkili olarak resimlere daha başka bir gözle yaklaştı. Onun oluşturduğu seçkiyi tamamen güvenerek kabul ettim; hiçbir müdahalem olmadı. Özellikle bu sergiye özel, doğrudan bu tema için ürettiğim eserler vardı ancak önceki işlerimden de birkaçını çok güzel bir şekilde seçti ve bağlamın içine dahil etti.
Sergi mekânının kurgusunu oluştururken, mimarlık geçmişim devreye girdi. Summart’tan sergi alanının krokisini istedim ve 1/50 ölçeğinde bir maket yaptım. Leylâ da bu maket üzerinden sergiyi kurmaya başladı. Fiziksel yerleştirme sürecinde ufak tefek değişiklikler oldu elbette, ama genel olarak mekân kurgusunu baştan birlikte planladık. Bu sürecin de başrolü Leylâ’ydı; ben yalnızca fikirlerimi paylaştım.
Yazı kısmınaysa hiç karışmadım. Çünkü Fatma Leylâ Ak’ın kalemine güveniyorum. Onun, eserlerimi nasıl algıladığını ve nasıl yorumladığını çok seviyorum. Zaten çoğu zaman yazdığı metinleri benimle paylaşmadan önce kendi okumasını istiyorum — onu dinlemek, yazdıklarını onun sesinden duymak bana ayrı bir ilham veriyor. Bazen resim yaparken o metni dinliyorum, bazen sadece yazdıklarına odaklanıyorum. Yazıya hiçbir müdahalem olmadı; buna gerek de duymadım. Çünkü onun kalemi benim dünyamı çok derinden anlayan ve o dünyayı hassasiyetle taşıyan bir yol buluyor. Bu açıdan da kendimi çok şanslı hissediyorum.
Bu sergi, İstanbul’daki ilk fiziksel kişisel sergimiz. Geçen yıl Almanya’da da büyük bir kişisel sergim olmuştu ve onun da küratörlüğünü Leylâ yapmıştı. Ne yazık ki o zaman vize sorunları nedeniyle sergiye fiziksel olarak katılamadı. O yüzden bu serginin ikimiz için de ayrı bir anlamı var. Summart’a da ayrıca çok teşekkür etmek isterim; başından beri tüm düşüncelerimizi, önerilerimizi desteklediler ve bize bu sergiyi özgürce kurgulama imkânı tanıdılar. Hem kendi adıma hem de Leylâ adına onlara minnettarım.
İşlerinizde renk ve figür kullanımının özel bir yeri olduğu söylenebilir. Hem oldukça canlı hem de her bir noktasında belirli motif, figür ve izlerin belirdiği resimler söz konusu. İlk olarak, resimlerinizdeki canlı renk kullanımı ile ilgili ne söylersiniz? Ne tür ve nasıl renkler?
Renklerle olan ilişkim zamana yayılan, dönüşen bir süreçti. Başlangıçta mimarlık eğitimi alırken, plan çizerken bize üç renkten fazlasını kullanmamamız gerektiği söylenmişti. Çünkü fazlası, çizimin okunabilirliğini zorlaştırır, kafa karışıklığı yaratır deniyordu. Bu disiplinin etkisiyle, sanat pratiğime de siyah beyazla başladım. İlk başlarda yalnızca siyah, beyaz, kırmızı ve mavi kullanıyordum. Arada çok az başka renkler giriyordu ama genel paletim oldukça sınırlıydı.
Birinci yılım böyle geçti. Sonra başka bir sınıfa geçtim, sınıf daha enerjik, daha “cıvıl cıvıl” bir ortamdı. Ve orada fark ettim ki aslında renk konusunda kendimi bilinçsizce kısıtlıyormuşum. Bu farkındalıkla, ikinci senemde artık bu sınırları kaldırmaya karar verdim. Karşıma çıkan tüm renkleri özgürce kullanmaya başladım. Böylece resimlerim de canlandı. Kendi iç dünyam, ruh hâlim, duygularım ve düşüncelerim çok daha güçlü bir şekilde görünür olmaya başladı. Rengin taşıdığı enerjiyi keşfettikçe, onunla kurduğum ilişki de derinleşti. İyi ki o kısıtlamayı kırmışım diyorum şimdi. Kendi bağımsız paletimi oluşturdum ve bu bana büyük bir özgürlük hissi verdi.
Teknik olarak genelde resimlere akrilikle başlıyorum çünkü onunla hızlı çalışabiliyorum. Ardından akrilik, yağlı boya, sprey boya, mürekkep, soft pastel, yağlı pastel, her türlü kalem... Aklınıza gelen tüm malzemeleri kullanıyorum ve çoğu zaman hepsi bir resmin içinde bir arada yer alıyor. Tabii şu an Türkiye’deki atölyemde sprey boya kullanmıyorum; çünkü aynı zamanda yaşadığım salon atölyem olmuş durumda ve bu gazı solumak istemiyorum. Ama genel olarak hem renk konusunda hem malzeme konusunda tamamen açıktayım. Her rengi ayrı ayrı seviyor, her birinden ayrı keyif alıyorum. Bu çeşitlilik benim anlatımımın da bir parçası hâline geldi.
Bir önceki sorunun devamı olarak, motifler, desenler, imgeler, figürler sık sık resimlerin bir yerinden kendisini gösteriyor ve izleyiciye türlü şeyler vadediyor. Resim dilinizi geliştirirken, resimlerinizdeki motifleri, imgeleri, figürleri inşa ederken nasıl hareket ediyorsunuz?
Resimlerime başlarken önceden hiçbir eskiz ya da plan yapmıyorum. Tamamen içgüdülerimle hareket ediyorum. O anki ruh hâlimi yansıtan müzikler eşliğinde başlıyorum ve her seferinde başlangıç sürecim değişiyor. Kullandığım fırçalar farklı olabiliyor, bazen doğrudan elimle başlıyorum. Elim fırçam oluyor, elime boyayı döküyorum. Bazen de boyayı kutunun içinden alıp direkt kumaşın üstüne fırlatıyorum. Başlangıç genelde birkaç saat boyunca yoğun geçiyor ve bu sürede aklımda net bir düşünce olmuyor. Tamamen o anı yaşayarak, adeta bir meditasyon hâlinde çalışıyorum. Fırçanın kumaşın üstünde gezinmesini hissederek, rengin bende yarattığı duyguyla kendimi tamamen sürece bırakıyorum. Birkaç saat sonra karşısına geçip ne yaptığımı anlamaya başlıyorum.
İlk aşamada işler bilinçaltıyla ilerliyor; hızlı ve yoğun bir şekilde. Ama kompozisyonun büyük kısmı oturduğunda daha bilinçli yaklaşmaya başlıyorum. Eğer bir mekân ya da mimari bir form görüyorsam, onu tamamlıyorum. Doğadan gelen akışkan bir formsa, ne kadarının görünmesini istediğime karar veriyorum. Soyut hâli yeterliyse olduğu gibi bırakıyorum. Bazı yerlerde hiçbir şey düşünmeden yaptığım kısımlar oluyor; eğer doğru hissediyorsam dokunmuyorum.
Bazen resimde oluşan mekâna bir figür ekleme ihtiyacı hissediyorum. Figür ya oturuyor ya ayakta duruyor. Figürün boyutu, izleyicinin mekânı algılayışını etkiliyor; çevresindeki yapıların büyüklüğü ya da yükseklik algısı bu sayede belirginleşiyor. Zaman zaman Arapçaya benzeyen yazılar da yer alıyor ama gerçek Arapça değil. Bu dili bilmesem de kaligrafisini çok seviyorum. O yazıyı, resme grafik bir denge unsuru olarak yerleştiriyorum.
Motiflerse yine tamamen anlık gelişiyor. Bazen sadece dikdörtgen ya da yuvarlak, balona benzeyen bir form çizmek istiyorum. O formun nerede olması gerektiğine resmin tamamına bakarak karar veriyorum. Ama bazen hiçbir düşünce olmadan, sadece içimden geldiği gibi çiziyorum. Bu süreç, bilinç ile bilinçaltı arasında gidip gelen bir yolculuk gibi. Resmin sonlarına doğru artık müzikle çalışamıyorum. Müzik duygularımı çok etkilediği için kontrolsüzce belirli renk ya da fırçaları seçmemi tetikleyebiliyor ve bu, resmi bozabilir. Bu noktada ya yeni bir işe geçiyorum ya da haber, podcast, belgesel ya da felsefi içerikler dinleyerek daha sakin ve bilinçli bir şekilde resmi tamamlıyorum.
Figürler bazen tamamen o an hayal gücümde beliren bir yaratık ya da ruh hâlinin ifadesi oluyor. Ben de çoğu zaman tam olarak ne olduklarını bilmiyorum ama onları izleyiciye bir şekilde göstermek istiyorum. Bazen tamamlıyorum, bazen olduğu gibi bırakıyorum. Genelde figürlerimin çoğu cinsiyetsiz ve izleyiciye açık. Süreç bu şekilde ilerliyor; resimlerim böyle oluşuyor.
Bugüne kadar birçok farklı şehir ve ülkede sergi açtınız, farklı kültürel iklimlerden insanlar bu sergilere erişebildi. Bu noktada şunu sormak istiyorum: İzleyici, izleyicinin yerelliği veya evrenselliği sizi veya sanat pratiğinizi etkiliyor mu? Bu konu bir mesele olarak sizin zihninizde kendisine nasıl bir karşılık buluyor?
Aslında şimdiye kadar neredeyse tüm kişisel sergilerimde ya serginin düzenleneceği ülkeye ya da şehre taşınıp önceden orada hazırlık yapıyordum ya da fiziksel olarak orada olmasam bile, yarattığım dünyayı her nereye gidersem gideyim o yere açık ve oranın insanlarıyla diyaloğa hazır bir şekilde kurguluyordum. İzleyicilerin, konuyla doğrudan ilişkili olsun ya da olmasın, kendi gerçekliklerinden bağımsız olarak bu dünyayla bir bağ kurabileceklerine inanarak eserlerimi oluşturuyorum.
Örneğin İstanbul’daki bu sergi için İstanbul’a taşındım ve yaklaşık yedi aylık bir süreç boyunca bu toplumun hem içinde olarak hem de biraz dışında kalarak hazırlandım. Bu nedenle yaşadıklarımın, gözlemlediklerimin ve deneyimlerimin resimlerime doğrudan yansıdığını düşünüyorum. Renkler, formlar, desenler ya da anlattığım hikâyeler aracılığıyla izleyicilerle daha derin ve samimi bir bağ kurulabiliyor olabilir. Öte yandan, Çin’de katıldığım bir sergiye ise doğrudan bir hazırlık süreciyle yaklaşma şansım olmadı. Ancak büyük ihtimalle 2026’da tekrar Çin’de bir sergi yapacağım ve bu kez yıl sonunda oraya birkaç ay önceden gidip, ev tutarak ve resimlere orada başlayarak süreci yerinde deneyimlemek istiyorum.
İlk gittiğimde her ne kadar fiziksel olarak hazırlanma şansım olmasa da hibrit dünyaların güzel tarafı da burada ortaya çıkıyor. Sergide gösterdiğim o gezegene, o hayalî dünyalara ait parçalarla, izleyiciler kendilerini bu evrenin içinde bulabildiler. Çünkü yarattığım dünya, kimseyi dışlamıyor. Aksine herkesi içine davet eden, herkesin varlığını olduğu gibi kabul eden bir yapı taşıyor. Bu da pratiğimi özgürce sürdürmemi sağlıyor.
Belki biraz garip gelebilir ama resimlerimi yaparken dış dünyayla olan bağımı kesiyor ve tamamen kendime ait bir dünya yaratıyorum. Bu sürece dışarıdan müdahale edilmesini istemiyorum. Akademik ortamlarda sıkça rastladığımız gibi, “bu rengi böyle kullanma” ya da “bunu bu şekilde yapma” gibi müdahalelerle ilgilenmiyorum. Ben, içimde doğru bulduğum dünyayı yaratıyor ve onu başkalarıyla paylaşmayı tercih ediyorum.
Serginin sınırları aşan, hemen herkese farklı şeyler vadeden bir yapısı var. Rüyalar da biraz böyledir zaten. O ilhamın sergideki izlerini görmek de mümkün. Peki sergiyi kurgularken söz konusu bu rüya dili ve atmosferi üzerine neler düşündünüz? Bunca dünyevi sınır işlerinizde ve sergide kendisini nasıl aştı?
Ben genelde sergilere, özellikle de bu sergiye hazırlanırken, baştan belirlenmiş bir konum ya da temam olmuyor. Zaten resimlerime sezgisel bir şekilde yaklaştığım için, sergi sürecine de aynı yaklaşımla başlıyorum. Önce doğrudan resim yapmaya başlıyorum ve süreç içinde, zamanla, bir tema ağır basmaya başlıyor ve kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu temayı fark ettikten sonra ise diğer işleri daha bilinçli bir şekilde onun etrafında geliştiriyorum.
Bu süreçte, İstanbul’un bende yarattığı ruh hâlini fark etmem önemliydi. Resimlerimin paleti değişti; ışıkla, yaşanmışlıkla, dışarıda duyduğum, gördüğüm, yediğim içtiğim her şeyle birlikte bilinçaltımda oluşan sezgisel bir durum, bambaşka bir resim dili doğurdu.
Bir akşam, sonrasında bir kapakta da kullandığım bir figür çok net şekilde karşıma çıktı. Onun benimle konuştuğunu hissettiğim anda, aslında bu serginin temasının “rüyalı” olabileceğini düşündüm. Ertesi sabah Leylâ’yla bunu konuştum ve “Şu anki ruh hâlim çok başka, sanki farklı bir gezegenden gelmişim gibi hissediyorum. Serginin adı ‘Rüyalı’ mı olsa?” diye sordum. O da resimleri görmüş ve kendi sezgileriyle bunu çok mantıklı bulmuştu.
Bu konuşmadan sonra Leylâ, rüya kavramının felsefedeki, spiritüel ya da dini anlamdaki karşılıkları üzerine okumalar yapmaya başladı. Böylece sergi mekânını kurgularken, baştan beri bir “rüya kapsülü” atmosferi yaratma fikriyle ilerledik. İlk etapta, uzun duvarı boyamayı, kolonları farklı kumaşlarla kaplamayı, rafın arkasına renkli kumaşlar yerleştirmeyi düşünüyorduk. Yani izleyici, başlı başına bir gezegene adım atıyor gibi hissedecekti.
Ama sonrasında, bunların hiçbirine gerek kalmadığını fark ettik. Çünkü zaten resimler, benzer bir sezgide ve aynı ruh hâlinden doğdukları için, bilinçli kurgulanmamış olsalar da kendi aralarında bir atmosfer oluşturuyorlardı. Bu nedenle mekâna ekstra müdahaleye gerek kalmadı. Eserler kendi diyaloglarıyla, o rüya gezegeninin havasını doğrudan yansıttılar.
Başta planladığımız kurgusal dokunuşları bir kenara bırakıp mekânı tamamen resimlere teslim ettik ve bence bu daha özgün, daha etkileyici bir sonuç verdi. Zaten ben işlerimi de sergilerimi de baştan bilinçli bir kurgu üzerinden inşa etmiyorum. Nasıl resimlere sezgisel yaklaşıyorsam, sergiye de öyle yaklaşıyorum. Sergi ismi de çoğu zaman süreç ilerledikten sonra geliyor. Hatta eserlerin isimleri bile en son ortaya çıkıyor. Bu yöntemle, dış dünyanın sınırlarının dışında, daha özgür ve kendi içinde tutarlı bir atmosfer doğuyor.
* Sergi, 30 Haziran’a kadar Summart’ta görülebilir.