İspanyol sanatçı Juan Garaizabal ile Madrid’deki atölyesinde buluşup yaratım sürecinden ilham kaynaklarına, son projelerinden Türkiye’ye dair planlarına merak ettiklerimizi konuştuk.
Uluslararası sanat sahnesinde kendine özgü heykel diliyle tanınan Juan Garaizabal, kamusal alanlarda hayat bulan “Urban Memories” projesiyle şehirlerin siluetlerine yeni anlamlar katıyor. Sanatçı, geçmişte var olup unutulmaya yüz tutmuş mekânları çelik ve ışıkla yeniden inşa ederek onlara yeni bir yaşam kazandırıyor.
Sanat yolculuğunuz nasıl başladı? Ne zaman heykel ve kamusal alana odaklanmaya karar verdiniz?
Çocukluğumdan beri hep çizim yapar, bir şeyler inşa ederdim—roketler, motorlar, uçaklar. Sürekli bir şeyler icat ediyordum. Bunu yapmam söylenmemişti, içimden geliyordu. Bu, bir seçimden çok bir ihtiyaç gibiydi. 14 yaşındayken Paris’te eğitim görüyordum ve Christo’nun Wrapped Pont Neuf eserini gördüm. Bu eser beni derinden etkiledi—kamusal alandaki sanatsal bir jestin ne kadar güçlü olabileceğini ilk kez o zaman hissettim. Yıllar sonra büyük ölçekli heykeller yapmaya başladığımda o anı tekrar hatırladım. Kamusal alanlarda çalışmak bana çok doğal geldi; bir şehrin kimliğinin parçası hâline gelen bir eser yaratmanın sihirli bir yanı var. İnsanlarla, tarihle ve mekânla kurulan bu bağ benim yaşam kaynağım.
“Urban Memories” (Kentsel Anılar) seriniz kaybolmuş binaları ve mekânları yeniden yaratıyor. Bu fikir nereden doğdu ve sizin için ne ifade ediyor?
Bu fikir 2007’de Bükreş’te Noaptea Albă sırasında yaptığım geçici bir yerleştirmeyle başladı. O zaman ilk kez geçmişte orada olan ama artık kaybolan şeylerle çalışmaya yöneldiğimi fark ettim. Bir keşif gibiydi: Hafızaya şekil vermek istiyordum. “Memoria Urbana” serisindeki ilk büyük eser, 2012 yılında Berlin’deki Bethlehem Kilisesi’nin çelik ve ışıkla yeniden inşasıydı. Bu bir dönüm noktasıydı. Görünmeyeni görünür kılabileceğimi fark ettim-yalnızca mimariyi değil, hafızayı, duyguyu, ortak mirası da. O zamandan beri, amacım yeni formlar yaratmak değil; bir zamanlar var olan ve hâlâ yankı bulan anlamlı formları geri getirmek oldu.
Bu yolda dönüm noktalarınız nelerdi?
Birçok inanılmaz an yaşadım. 2013’te Barbara Rose gibi eşsiz bir sanat küratörünün davetiyle Venedik Bienali’nde sergi açmak büyük bir onurdu. Ardından 2020’de Şanghay Bienali’nde ana heykel ödülünü kazandım bu da önemli bir adımdı. 2021’de Paris’teki Louvre Meydanı’ndaki yerleştirmede ikonik Paris silüetiyle doğrudan çalışma fırsatı elde ettim. Bu çok duygusaldı. Bahreyn Ulusal Müzesi’ndeki “Dilmun” projesi ise beni çok eski bir tarih katmanıyla derinden bağladı.
Çalışmalarınız bu noktadan sonra nasıl evrildi? 2025’te neyi hedefliyorsunuz?
Hâlâ hafıza temasıyla çalışıyorum, ancak artık harekete, teknolojiye, etkileşime daha fazla yer vermek istiyorum. Şu anda Portekiz’de Kopke şarap grubu için Douro Nehri’nden görülebilecek bir anıtsal eser hazırlıyorum ve Buenos Aires’te mıknatıslarla çalışan kinetik bir heykel tasarlıyorum. Ayrıca yılın büyük kısmında yaşadığım ve çalıştığım İspanya’daki La Alcarria’daki Doğa ve Heykel Merkezi’mi büyütüyorum. Burası heykelin, manzaranın ve hayatın iç içe geçtiği bir yer hâline geliyor.
Sıklıkla artık var olmayan şeylerle çalışıyorsunuz. Görünmeyeni görünür kılmak neden bu kadar etkileyici?
Çünkü yokluk yüksek sesle konuşur. Kaybolmuş bir bina, unutulmuş bir şehir, silinmiş bir kapı eşiği—bunlar enerji taşır. Heykellerim nostaljiyle ilgili değil; geçmişle geleceği birbirine bağlamakla ilgili. Ne olduğunu hayal etmemize ve ne olabileceğini sorgulamamıza yardım ediyorlar.
Biarritz’deki son çalışmanızdan bahseder misiniz? Orada hangi hafızayı geri getiriyorsunuz?
Bu çok özel bir çalışmaydı. Mayıs ayında, şehrin kimliğini bir zamanlar şekillendiren tarihi bir deniz hamamının tam bulunduğu yere ve birebir boyutunda “Memoria Urbana: Les Bains Napoléon” eserini yerleştirdim. Bu yapı tamamen silinmişti. Şimdi, çelik ve havadan oluşan bir hayalet gibi kıyının üzerinde yeniden beliriyor. Hafızaya şekil vermek, insanların durup bakmasını ve hissetmesini sağlamakla ilgili.
Türkiye’de bir proje gerçekleştirmek ister misiniz?
Kesinlikle çok isterim. İstanbul katman katman tarihe sahip bir şehir ve yıllardır beni büyülüyor. Aslında uzun süredir İstanbul’daki antik Hipodrom’un bir bölümünü, orijinal yerinde, yeniden canlandırmayı hedefleyen bir proje üzerinde çalışıyorum. Orası, tarihin görünmeyen ağırlığının hâlâ çok hissedildiği yerlerden biri. Heykelsi bir müdahalenin bu hafızayı yeniden görünür kılabileceğine inanıyorum. Bu vizyonu hayata geçirmek isterim.
Sanatsal felsefenizi tek cümleyle nasıl tanımlarsınız?
Artık var olmayanı inşa et—ama bunu insanların hiç görmedikleri bir şeyi hatırlamasını sağlayacak şekilde yap.
Kariyerinizde karşılaştığınız en büyük zorluk neydi?
Dengeyi bulmak. Özgürlük ve disiplin, geçmiş ve gelecek, kişisel duygu ve kamusal anlam, bireysel çalışma ve harika bir ekiple çevrili olmak arasındaki denge.
Farklı kültürlerle çalışmak size nasıl ilham veriyor?
Her yer yeni dokular, renkler, ritimler getiriyor. Yerel zanaatkârlardan, ışıktan, hikâyelerden öğreniyorum. Bahreyn, Çin, Fransa—her biri beni farklı şekillerde etkiliyor.
Projelerinizde topluluk katılımına örnek verebilir misiniz?
Evet, Aspen’de yerel müze topluluğunu bir heykel performansına dahil ettim. Biarritz ve Buenos Aires’te açık konuşmalar düzenledim ve çevredekileri sürece kattım. Benim için her proje, içinde bulunduğu yere aittir.
Bir çocuğun eserlerinizi gördüğünde ne hissetmesini istersiniz?
Hayranlık. Ve belki de açıklayamasalar bile, orada önemli bir şeyin olduğunu hissetmelerini isterim.
Genç sanatçılara ne tavsiye edersiniz?
Acelemiz yok. “Trust your obsession”. Başkalarına cömert, kendinize inatçı olun.