29 AĞUSTOS, CUMA, 2025

Geleceksiz Bir Sanat Piyasası

Türkiye’deki sanat piyasasını sanat profesyonellerinden yazarlarına, galerilerinden müzelerine, sanatçılarından uzmanlarına geniş bir yelpazede ele alarak muğlak geleceğine dair öneriler sunan eleştirel bir yazı.

Geleceksiz Bir Sanat Piyasası

İstanbul’da sessiz bir galeri salonu. Duvarlarda dikkatle seçilmiş tablolar, zemine sinmiş bir tedirginlik. Satıcı, esere yaklaşıyor, çerçevenin kenarına hafifçe dokunuyor ve güvenle konuşuyor:

“Bu tablo sanatçının katalog raisonnésinde yer alıyor.”

Bu kadar. Ne kökenine dair bir soru ne uzman görüşü ne de uzun bir araştırmanın izine rastlıyoruz. Her şey, tek bir cümleyle kapanıyor.

Bu küçük sahne belki de yalnızca Türkiye’ye özgü olmayan ama burada fazlasıyla yerleşik bir alışkanlığı ifşa ediyor. Düşünmenin yerini itimat almış. Eleştirel olanın yerine otoriteye dayalı bir kabulleniş. Güvenlik, bilgiden değil, isimden, söylentiden, bazen yalnızca imadan doğuyor.

Oysa sanat piyasası, ister yerel ister küresel boyutta olsun, görünenden fazlasını talep eder. Arka plan, bağlam, sorgulama ve düşünsel derinlik... Bu unsurlar olmadan sanat piyasası, sadece estetik bir ticaret alanına dönüşür. Türkiye’de ise bu dönüşüm neredeyse tamamlanmış gibi! Üretimin gösterişli bir dinamizmi var, evet¹. Genç kuşaklar yaratıcı, özgün, hatta cesur. Ama bütün bu enerji, çoğu zaman güvenli ve sağlam bir yapıya çarpmadan boşa akıyor. Sanatçılar üretiyor ama nerede yer bulacakları belirsiz.

Bu yazı, bir şikâyet dilekçesi değil. Aynı zamanda bir reçete de değil. Daha çok bir soru cümlesi. Karizmaya teslim olmamış, söylentiyle yönlenmeyen, spekülasyondan beslenmeyen bir sanat ortamı mümkün mü? Mümkünse nereden başlamalı?

Eleştiri Kültürünün Yokluğu ve Tarihsizleşen Alan

Sanat, yalnızca üretilenle değil, onun nasıl konuşulduğuyla var olur. Bir yapıt, üzerine düşünülmedikçe eksiktir. Ne yazık ki Türkiye’de sanat yazarlığı, uzun süredir iki uç arasında sıkışıp kalmış durumda, ya tanıtım yazısına indirgenmiş ya da akademik kapalılığın dar koridorlarında yankılanan bir jargonla sınırlanmış³.

Eleştiri, konforlu bir onay değil; rahatsız edici bir sorudur. Bağlam kurar, yön verir, sorgular. Gerekirse yıkar. Oysa sergi metinlerine baktığınızda, çoğu zaman sanatçının dostu tarafından yazılmış, zarif övgülerle parlatılmış, vitrinsel bir dile rastlarsınız⁴. Sergiyle birlikte metin de açılır ama çoğu zaman kimse okumaz çünkü içinde tartışma yoktur.

Üniversiteler, bu sessizliğe ses katabilecek yegâne yapılardan biri olabilirdi. Ama orada da durum farklı değil. Sanat eğitimi çoğu zaman hâlâ kronoloji öğretmeyi esas alıyor. Sanat tarihinin sırayla ezberletildiği, çağdaşla neredeyse hiç konuşmayan bir modelin gölgesinde⁵.

Cézanne, hâlâ “küplerle resim yapan adam” olarak anlatılıyor⁶. Oysa sanat tarihini yalnızca biçimsel sıçramalarla değil, düşünsel kırılmalarla okumadan bugünü anlamak mümkün değil.

​Tarih bilinci, yalnızca bilgi değil aynı zamanda eleştirel konum alış biçimidir. Hafızasını yitiren bir ortam, sadece geçmişini unutmaz; kendisine söyleneni sorgulamadan kabul eder. Ve belki de en tehlikelisi budur. Kolayca yönlendirilen bir sessizlik.

Kimlik Arayışı, Estetik Sapmalar ve Sanatçının Rolü

Sanatçının kimliği, pasaportla değil, bellekle ilgilidir. Ve Türkiye’de bu bellek, çoğu zaman eksik ya da bölük pörçüktür. Yerellik ile evrensellik arasında gidip gelen bir üretim var ama çoğu zaman bu salınım bir hesaplaşmadan değil, yönsüz bir savrulmadan doğuyor. Yerellik, anlamdan koparılmış folklorik bir dekorasyona indirgenirken; evrensellik, Batı merkezli biçimlerin içi boş taklidine dönüşebiliyor⁷.

Örneğin, Marina Abramović’in etkileyici bedensel belleği, burada yalnızca yüzeysel bir mizansene çevrilebiliyor⁸. Performans yerel bağlamdan koptuğunda, yalnızca bir jest olarak kalıyor. Oysa bağlam, hafıza demektir. Ve hafıza olmadan ne beden konuşur ne de sessizlik anlamlı olur.

Bu koşullarda sanatçı, çoğu zaman yalnızdır. Kurumlar kırılgan, eleştiri yüzeysel, piyasa manipülatifken sanatçı neye yaslanabilir? Kimisi içe dönüyor, üretiminde derinleşiyor. Kimisi ise bilgi yerine görünürlükle var olmaya çalışıyor. Sosyal medya bu boşluğu ustalıkla dolduruyor. Kısa cümlelerle dolaşıma giren yüzeysel bilgiler, birdenbire otoriteye dönüşebiliyor⁹.

​Bu noktada sanatçının en temel görevi, kendi kültürel belleğiyle dürüst bir yüzleşme olabilir. Yani süslenmiş yerel motiflerle değil, gerçekten sancılı bir sorgulamayla… Gerçek estetik özgünlük, yerel olanın evrensel bir dile çevrilmesiyle doğar. Bu da zaman, sabır ve içsel mücadele ister. Formül değil, cesaret gerektirir.

Görünürlük, Galeriler, Müzayedeler ve Koleksiyonculuk

“Sanat, ne kadar görünürse o kadar mı değerlidir?”
Bu soru, son yıllarda sanat piyasasının merkezine yerleşti. İçeriğin, bağlamın, düşünsel yükün yerini artık “nerede sergilendiği”, “kimlerle ilişkilendirildiği” gibi dolaşımsal göstergeler aldı¹⁰. Sanatçının ne yaptığı değil, kiminle göründüğü önemli hâle geldi.

Galeriler bu sürecin tam ortasında. Oysa galeri yalnızca duvarları olan bir mekân değil, düşüncenin dolaşıma girdiği bir alan olabilir. Ama şu an birçok galeri, küratöryel vizyondan çok ilişki yönetimiyle şekilleniyor¹¹. Sergiler belgelenmiyor, anlatılmıyor, tartışılmıyor. Bir sonraki serginin aceleci hazırlığı, öncekinin düşünsel izini silip geçiyor.

Daha da çarpıcı olan ise müzayede evlerinin konumu. En görünür ama en az denetlenen yer orası¹². Fiyatlar bilgiye değil, söylentiye göre belirleniyor. O eserin geçmişi, anlamı, bağlamı değil; kim tarafından “istendiği” belirleyici oluyor. Algı yönetimi, sanat uzmanlığının yerini çoktan aldı.

​Bu bulanıklık, koleksiyonculuğu da doğrudan etkiliyor. Koleksiyoner, bilgiyle değil, rüzgârla yön buluyor. Prestij peşinde koşan bir yatırımcıya dönüşüyor. Oysa bir eseri sahiplenmek, onun tarihsel ve düşünsel yükünü taşımayı da gerektirir¹³. Eseri yalnızca duvara asmak değil; onunla birlikte düşünmek gerekir. Ama bu, sabır isteyen bir iştir.

Müzeler Saklayan mı, Konuşan mı?

Türkiye’deki sanat piyasasını konuşurken en az tartışılan ama en kurumsal aktörlerden biri müzelerdir. Oysa müze, yalnızca geçmişin vitrinini kuran değil; aynı zamanda bugünü nasıl düşündüğümüzü belirleyen bir aygıttır.

Bugün birçok müze, arşivleme işlevine indirgenmiş durumda. Sergiler çoğu zaman kataloglara referans vermek için açılıyor; düşünsel iz bırakmak ya da tartışma yaratmak için değil. Koleksiyonlar kamuya kapalı, erişim kısıtlı. Dahası, hangi eserlerin hangi bağlamlarla birlikte sergilendiği sorusu neredeyse hiç sorulmuyor.

Bağışlarla ya da sponsorluklarla büyüyen koleksiyonlar, çoğu zaman eleştirel bir süzgeçten geçmeden kalıcılaşıyor. Oysa müze, bir hafıza mekânı olduğu kadar, bir unutma makinesi de olabilir. Ne gösterdiği kadar neyi göstermediği de önemlidir¹⁴. Ayrıca küratöryel vizyon, müzenin düşünsel kimliğini belirleyen en önemli öğedir. Türkiye’de birçok müze, bu alanı kişisel ilişkiler ya da dışarıdan ithal projelerle dolduruyor. Oysa yerel üretimle sahici bir bağ kurmak, yalnızca “temsil” değil, aynı zamanda bir düşünce üretimidir¹⁵.

Bir başka mesele, yayımcılık. Müzeler düşünceyi belgelemeli, sergiyi süreli bir etkinlik değil, tartışmaya açık bir belleğe dönüştürmelidir. Aksi takdirde sergiler gelip geçici olur; izleyici görüp geçer. Bu nedenle müze, saklamaktan çok konuşmalı; korumaktan çok tartışmalı; düzenlemekten çok sorular sormalı. Aksi takdirde, müze yalnızca statükoyu muhafaza eden bir vitrine dönüşür.

Bugün birçok müze, çağdaş üretimi düşünsel bağlamı içinde tartışmak yerine, estetik bir dekor olarak sergilemekle yetiniyor. Sanatçının üretimi bağlamından koparılıyor; sergiler, bir belleği temsil etmek yerine zarif vitrinlere dönüşüyor. Bu, müzenin eleştirel bir kamusal alan olma iddiasını zayıflatıyor. Düşünce üretmek yerine temsil üretmeye odaklanan bir müze, hafızayı koruyamaz, yalnızca parlatır.¹⁶

Maskeli Hakikat, Katalog Raisonné ve Hayali Uzmanlık

Sanat piyasasında bazı kelimeler vardır ki, söylendiği anda tartışmayı susturur. “Katalog raisonné” onlardan biridir. Sanki gizli bir mühür gibi, sihirli bir delil gibi telaffuz edilir: “Bu eser sanatçının katalog raisonné’sinde yer alıyor.” Ve her şey orada biter. Oysa bitmemeli. Çünkü bir eserin katalogda yer alması, onun kesinlikle o sanatçıya ait olduğunu garanti etmez. Dahası, bu kataloglar kimi zaman manipülatif biçimde oluşturulabilir—özellikle eleştiri kültürünün zayıf olduğu, denetimin asgari düzeyde olduğu yerlerde.

Bu kör güven, düşünmenin önünü kapatır. Eleştiri yerini inanca bırakır. Ve sanat piyasasında bu boşluk mutlaka biri tarafından doldurulur; sözde uzmanlar. Her ressamın her dönemine hükmeden, bağlamdan kopuk, teknik bilgiyle desteklenmemiş bir “yorum otoritesi” belirir. Cümleleri serttir, yargıları keskindir. Ama arka plan çoğu zaman bulanıktır.

Bu sahte otoriteler, sanatın etrafında bir sis perdesi oluşturur. Hakikatin yerini, tanınırlık alır. Bilginin yerini ise gösterişli ama içi boş cümleler. Sanatçının niyeti değil, koleksiyonerin kulisi konuşulur. Oysa sanat yapıtı, yalnızca “kim yaptı?” sorusuyla değil, “neden, nasıl ve ne zaman?” sorularıyla anlam kazanır. Ve bu sorular, katalogların değil; düşüncenin ve tartışmanın alanına girer.

Yeni Bir Model İçin Atılması Gerekli Adımlar

Bunca kırılganlığın, bulanıklığın ve düşünsel eksikliğin ardından hangi yapı taşları üzerine başka bir sanat ortamı inşa edilebilir?

İlk adım: Bağımsız eleştiri yapılarının desteklenmesi.
Tanıtıma değil, tartışmaya alan açan yayınların çoğalması gerek. Sanatın kendisi kadar onun üzerine düşünmenin de bir karşılığı olmalı.

İkinci adım: Uzman kadroların yetişmesi.
Sanat tarihiyle kuramsal birikimi, teknik bilgiyle etik duyarlılığı buluşturan profesyonellere ihtiyaç var. Bilgiyi tüketen değil, üreten insanlara.

Üçüncüsü: Küratöryel vizyonun güçlenmesi.
Sergiler yalnızca görsel değil, düşünsel birer organizma olmalı. Belgelenmiş, temellendirilmiş, tartışmaya açık programlara dönüşmeli.

Dördüncü olarak: Koleksiyonerliğin eğitsel rehberlikle yeniden düşünülmesi.
Prestij değil, anlam aranmalı. Eser, yalnızca “değerli” olduğu için değil, “anlamlı” olduğu için sahiplenilmeli.

Beşinci adım: Satış sistemlerinde şeffaflık.
Bir yapıtın izini sürebilmek; onun geçmişini, dolaşımını, bağlamını bilebilmek esas olmalı.

Altıncı ve son olarak: Müzelerin yeniden düşünsel mekânlara dönüşmesi.
Sadece geçmişin muhafızı değil, bugünün düşünce alanı olmalılar. Hafızayı dondurmak için değil, güncellemek için var olmalılar.

Düşünsel bir zemin olmadan hiçbir dönüşüm kalıcı olmaz. O zemin, şöyle başlar:

Güvenin titizlikten doğduğu, bilginin sorgulamanın hakkını verdiği, sessizliğin bile bir anlam taşıdığı bir piyasa.

Yeni bir model, Batı’yı taklit etmek ya da kusursuz bir sistem hayal etmek değildir.
Yeni model, bilgiyle beslenen bir dikkat, sabırla kurulan bir ekosistem ve samimiyetle sürdürülen bir tartışma olabilir.

Bu yazı, kolay bir çözüm önermiyor.
Ama zor bir soruyu sormaktan da geri durmuyor:
Bugün Türkiye’de sanat ortamı, geleceği hak ediyor mu?
Özgün sanatçılar, düşünen koleksiyonerler, cesur galericiler elbette var.
Ama bunlar dağınık. Korunmasız.
Ve çoğu zaman kişisel ilişkilerin keyfine bırakılmış durumda.

Bugün en çok ihtiyaç duyulan , bağıran değil, gören. Öven değil, anlamaya çalışan, kalabalığın içinde hafızayı koruyabilen bir figürdür.

Dipnotlar

  1. Ayşe Orhun Gültekin, “Türkiye’de Çağdaş Sanat Piyasası Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme”, Sanat ve Eleştiri Dergisi, 2020.

  2. Sarah Thornton, Seven Days in the Art World, Granta Books, 2008.

  3. Uğur Tanyeli, “Kültürel Hafızanın Mimari Temsilleri”, Toplum ve Bellek, 2011.

  4. Claire Bishop, Artificial Hells: Participatory Art and the Politics of Spectatorship, Verso, 2012.

  5. Uğur Tanyeli, Toplum ve Bellek, 2011.

  6. Claire Bishop, Artificial Hells, 2012.

  7. Beral Madra, Çağdaş Sanat Yazıları, çeşitli yıllar.

  8. Nathalie Heinich, Le paradigme de l’art contemporain, Gallimard, 2014.

  9. Howard Becker, Les Mondes de l’Art, Flammarion, 1988.

  10. Pierre Bourdieu, Les règles de l’art, Seuil, 1992.

  11. Raymonde Moulin, Le marché de l’art : mondialisation et nouvelles technologies, Flammarion, 2009.

  12. Boris Groys, L’art à l’époque de sa mondialisation, Gallimard, 2015.

  13. Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis Yayınları, 2004.

  14. Eilean Hooper-Greenhill, Museums and the Shaping of Knowledge, Routledge, 1992.

  15. Christina Kreps, Liberating Culture: Cross-Cultural Perspectives on Museums, Curation and Heritage Preservation, Routledge, 2003.

  16. Carol Duncan, Civilizing Rituals: Inside Public Art Museums, Routledge, 1995.

Başlıkta kullanılan fotoğraf Emir Bozkurt'a aittir. 

0
966
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage