
Thom Oosterhof’un küratörlüğündeki, çağdaş sanata dair yenilikçi, sezgisel ve dönüştürücü bakış açılarını bir araya getiren “Formative” sergisinde yer alan sanatçılar Hugo Capron ve John Riepenhoff ile pratiklerinde kontrolsüzlüğün rolü üzerine konuştuk.
Belirsizlik, tıpkı doğada olduğu gibi, sanatsal üretimin kalbinde yer alır. Malzemenin davranışı, ışığın değişimi, mekânın havası ve izleyicinin bakışı gibi unsurlar, eserin biçimlenişine sessizce yön verir. Düzen kurma arzusunun aksine, sanat ancak bu kontrolsüzlüğe alan açıldığında gerçek potansiyeline ulaşır. Bu durum, eserin yalnızca sanatçının öngörüsüyle sınırlı kalmayıp, bağımsız bir varlık olarak - hatta sanatçıyı şekillendiren bir güç olarak - okunması ihtiyacını beraberinde getirir.
Ruzy Gallery’de, küratör Thom Oosterhof’un rehberliğinde gerçekleşen “Formative” sergisi, tam da bu bakışı görünür kılıyor. Sergi, sanatın yalnızca bilinçli kararlarla değil; çevresel koşullar, malzemenin özerkliği ve sürecin getirdiği tesadüflerle birlikte şekillendiği fikrinden yola çıkıyor. Sergide yer alan Alexandros Vasmoulakis, Amalie Jakobsen, Angela Santana, Anne von Freyburg, Gracelee Lawrence, Hugo Capron, John Riepenhoff, Maria Bang Espersen, Pam Glick ve Vickie Vainionpää eserin nihai biçiminden ziyade oluş hâline odaklanıyor: Malzeme, mekân ve rastlantı, sanatçının ellerinde birer araç olmaktan çıkıp eş yaratıcıya dönüşüyor.
Formative’in önerdiği şey, sanat tarihinin hümanist geleneğinden radikal bir kopuş. Sanatçı artık tek yaratıcı değil; malzeme, mekân, iklim ve izleyiciyle birlikte evrilen bir diyaloğun parçası.
Sergi 2 Aralık 2025 tarihine kadar Ruzy Gallery’de ziyaret edilebilir.

Hugo Capron;
Sergi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İnsanlar bile bazen farkında olmadıkları şeylerin yansıması olabilir” sözünden yola çıkıyor. Çalışmanızın beklenmedik bir yön aldığı, ilk düşüncenizden saptığı bir anı anlatabilir misiniz?
Ben seriler hâlinde ve belirli desenleri tekrarlayarak çalışıyorum – havai fişek, balık, limon ağacı veya dalga gibi. Bu açıdan bakınca beklenmedik bir yön olmuyor; nereye gittiğimi ve her fırça darbesinin bir öncekini nasıl takip edeceğini biliyorum. Ama önceden belirlenmiş bir renk paletiyle başlamıyorum; kendimi resim sürecinin akışına bırakıyorum. Bardaklarda renkler birbirine karışıyor; tuvalde kontrastlar yaratıyor; bazen tonlar tamamen değişiyor ve bunu önceden tahmin etmek neredeyse imkânsız oluyor.
Sergilenen çalışmalarınızda niyet ile malzeme arasındaki diyaloğu nasıl tanımlarsınız? Malzemenin özellikleri yaklaşımınızı önemli ölçüde değiştirdiği durumlar oldu mu?
Bu serinin asıl konusu, bir bakıma resmin kendisinin kutlanması. Tüm olasılıklarını görünür kılmayı amaçlıyorum: İnce ya da kalın katmanlar, katı ya da sıvı hâller… Başka bir deyişle, çalışma sürecindeki amacım, malzemeyi görünür kılmak. Resmi yaratan, boyanın kendine özgü özellikleri.

“Formative”, sanatçıyı tek yaratıcı yerine evrilen bir diyalogun parçası olarak sunuyor. Bu bakış açısı, çağdaş sanatta yazarlık ve özgünlük anlayışımızı nasıl değiştiriyor?
Tüm ressamlar aynı oyunun kurallarını takip eder: Gergi üzerine gerilmiş boş bir tuval bile başlı başına bir resimdir. Dolayısıyla hepimiz başkalarının yaptıklarından etkileniriz ama tıpkı aynı tarifi uygulayan iki şef gibi, her birimiz farklı sonuçlar ortaya çıkarırız. Özgünlük, aslında bu farkın nerede başladığıyla ilgilidir—hepimiz aynı şeyi yapıyoruz, sadece farklı biçimlerde.
Sergi, eserlerin dönüşüm anlarını yakaladığını öne sürüyor. Bir çalışmanın tamamlandığını nasıl belirliyorsunuz yoksa bu süreç izleyicinin deneyimini de kapsayacak şekilde mi uzuyor?
Bir resim, ekleyecek hiçbir şey kalmadığında tamamlanmış sayılır. Dolu ve boş, biçim ve karşı-biçim arasında bir denge kurar; bu yaklaşım Asya ülkelerindeki resim anlayışına benzer. Ama John Armleder’ı farklı şekilde ifade etmek gerekirse, bir resim ancak onu gören birisi olduğu anda var olur. Tamamlandığı için değil, sergilendiğinde veya stüdyoda bir ziyaretçi tarafından fark edildiğinde gerçek anlamda varlık kazanır.
John Riepenhoff;
Pratiğinizde doğal süreçleri ve şansı bir araya getiriyorsunuz. Serginin “kontrolden diyaloğa” çerçevesi içinde, öngörülemezlikle çalışma yaklaşımınızı nasıl geliştirdiniz?
Bu seri, neredeyse yirmi yıldır karanlıkta resim yapmamdan doğdu. Resim yapmanın mekanik süreçlerinde kendimi kısıtlayarak sanatçı benliğimi olabildiğince dışarıda bırakmayı amaçlıyordum. Kendi boyalarımı ve fırçalarımı tam olarak görmek yerine, çıplak gözle gözlemlenebilecek en uzak ışıkları - yıldızları - görmeyi tercih ediyordum. Sabahları resimleri ilk kez gün ışığında gördüğümde, bu benim için bir keşif anıydı; resimlerin yaratıldıkları fiziksel ve zihinsel mekândan bağımsız olarak var olduklarını görmek. Şu anki gökyüzü resimlerim bu keşif eyleminden besleniyor ama daha uzun süreler boyunca, birçok farklı gökyüzüne bakarak inşa ediliyorlar. Umarım bu süreç bir açıklığa izin veriyor; resimlerin amacı doğayı betimlemek değil, ondan doğan ve ona eşit bir şey olabilmek.
Çalışmalarınızda yağmur ve güneş gibi doğal öğeler iş birlikçi hâle geliyor. Bu “ortak yaratım” sürecinde doğanın size öğrettiği en önemli şey nedir?
Çevreyi, zihinsel ve fiziksel koşulları resimlerin oluşumuna doğrudan dahil etmeye davet ediyorum. Resim yaparken yalnızca bilinçli olarak odaklandığım şeylerle sınırlı kalmayıp, bilgi katmanlarının resimlere girmesine izin vermekle ilgileniyorum. Elbette ki gördüğümüz sanat ve diyalog içinde olduğumuz sanatçılar etkiler. Ancak çevreyi bir malzeme olarak kullanmak, kırılgan bir yaratım sürecinin sadece sanatçının planladığı niyetlerden ibaret olmadığını, en güçlü sembolizmin çoğu zaman kendiliğinden doğduğunu gösteriyor. Önceden belirlenmiş estetik eğilimlerimizi genişletebilmek, genişletilmiş bir benlik duygusuna açık olmayı gerektiriyor. Kendi resimlerime baktığımda çoğu zaman gizemli bir his uyanıyor: Neye bakıyorum? Nereye odaklanmalıyım? Resimlerin konusu ne? İzleyici olarak beni bu denkleme dahil etmeleri ve gökyüzünün enginliğine bakarken öğrendiklerimin resimlere yansımasını görmek bana büyük bir minnettarlık hissettiriyor.
“Formative” sergisi, sanat eserlerinin sanatçıyı şekillendirme gücünü vurguluyor. Bu şekillenme süreci çalışmanızda nasıl gerçekleşiyor?
Bu resimleri yapmak benim için bakmak, görmeye zaman ayırmak ve süreci sorgulamak için bir bahane. Aynı zamanda malzemelerle ve resimle birlikte o anı yaşamayı da içeriyor. Tamamlanmış resme bakmak ise bambaşka bir deneyim hâline geliyor. Resimleri farklı bir zihin hâlinde görmek, kendimi yazardan ayırmakla ilgili; bu süreç bana yeni bir perspektiften görmeyi pratik etme şansı veriyor.
Sergi, malzemenin failliğini araştıran resim, heykel ve goblenleri bir araya getiriyor. Bu, çağdaş sanatta üretimin daha iş birlikçi modellerine doğru bir kaymayı mı gösteriyor?
Yaratma sürecimde pek çok iş birlikçim var. Milwaukee’deki evimde peynir yapımcıları, bira üreticileri, marangozlar, hayvanlar, zaman ve farklı türden sanatçılarla birlikte çalışıyorum. Medyumlar ve meslekler arasındaki bu alan, benim için son derece zengin bir kaynak. Aralarındaki boşluk ne kadar büyükse, anlam yaratma potansiyeli de o kadar artıyor.