
Aslı Bora ile küratörlüğünü üstlendiği, Neşet Günal Atölyesi’nin farklı dönemlerde yetiştirdiği altı sanatçıyı aynı çatı altında buluşturan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi üzerine konuştuk.
Brieflyart Galeri, yeni sezonda İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından, Paris Ekolü’nün önemli temsilcilerinden Neşet Günal’ın atölyesinde yetişen altı sanatçının yapıtlarından oluşan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisine ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Aslı Bora’nın üstlendiği “Ağaçlar Gibi Konuşmak” adlı sergi çağdaş Türk resminin birliğini oluşturan sanatçıların işlerini bir araya getirerek, güçlü bir senfoni hissi uyandırıyor. Neş'e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Resul Aytemür, Nedret Sekban ve Ahmet Umur Deniz gibi farklı kuşaklardan gelen sanatçıların eserlerinin arasında kurulan diyalog ilham verici.
Çağdaş Türk resim sanatının belleğini oluşturan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” adlı serginin ana fikri nasıl ortaya çıktı? Serginin ilham kaynağı nedir?
Bir orman varlığını ve ihtişamını kendi sessizliğinde yaşatır. Köklerin birbirine değdiği toprağın altında, görünmez bir aşamada başlar konuşma. Bu sergi de tam böyle bir yerden yola çıkıyor. Sanatın hafızası, kuşaklar boyunca aktarılan bir serüven. Bunu yüksek sesle dile getirmeye gerek yoktur fakat herkes bilir. Bir sanat yapıtı tek bir sanatçının elinden çıksa da geçmişe dair geniş bir DNA ile biçimlenmiştir. Özetle kendinden önce gelenlerin gölgesini taşır.
Neşet Günal atölyesi, bu ormanın en eski ve en derin köklerinden biri. Günal’ın figürlere kazıdığı o insanlık hâli, yaşamın ağırlığını sakince taşıyan bedenler, yıllar içinde öğrencilerinin damarlarına da işlemişti. O yüzden bu sergideki sanatçılar, kendi dünyalarını kurarken bile aynı toprağın özünü taşıyorlar. Dolayısıyla akademik gelenek, aynı atölyenin izdüşümü, kuşaklara yayılan bir bakış açısının özgün temsillerini bir araya getirmek “Ağaçlar Gibi Konuşmak” olarak ortaya çıktı.
Neşet Günal atölyesinden yetişen sanatçıların bir araya geldiği bir sergi “Ağaçlar Gibi Konuşmak”. Burada Türk resminin önemli temsilcilerinden Neşet Günal’a alan açalım isterim. Erken Cumhuriyet döneminin önemli sanatçılarından Günal’ın resmini, Türk sanatındaki yerini, bir sanat tarihçisi olarak değerlendirir misiniz?
Neşet Günal, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin ardından Paris’te Léger ve Lhote atölyelerinde eğitim almış Türk resmi için hem ressam hem de akademisyen olarak çok etkili olmuş usta bir isim. Anadolu’nun yerel kodlarını resmine içkin hâle getirmesi ve buna gösterdiği taviz vermeyen bağlılığı onu döneminde ayrı bir noktaya koymamıza sebep oluyor. Neşet Günal’ın resimlerinde toprak, emek ve emekçi yeni bir anlatı oluşturur. Bu sahnelerde anıtsal bir ciddiyet, desen ve kompozisyonu dönemi için yeni bir bakışla ele alan bir disiplin hâkimdir. Paletinde ağırlıklı olarak toprak tonları ve dengeli bir biçim anlayışı sunar. Türk resminde soyut eğilimlerin yükselişe geçtiği bir sırada figüre getirdiği çağdaş yorum Günal’ın ve Günal atölyesinin izini taşıyanların belirleyici özelliği. Kendi çağı içinse figüratif direncin en keskin damarı diyebiliriz.
Figüratif resmin temsilcilerinden Neşet Günal akademide pek çok talebe de yetiştirdi. Neşet Günal atölyesi hangi yönleriyle önemliydi?
Neşet Günal atölyesi, Türkiye’de figüratif resmin temel dayanaklarından biri kendi çağında. Günal, deseni salt bir araç olarak değil, resmin kendisi olarak yorumluyordu. Atölyesindeki öğrencilere rehberlik ederken elbette bakmayı, sonra görmeyi öğretti. Fakat en sonunda da gördüğünü düşünsel bir zeminde yoğurmanın önemini aktardı. Soyut eğilimlerin son derece etkili olduğu bir dönemde figürü terk etmeyen tavrı, figürü toplumsal gerçekliğin alanı olarak savunmasından kaynaklanıyordu.
Anadolu’yu toprak ve emekçi ekseninde betimleyen bu yaklaşım, öğrencilerinde de yerel deneyimi ortak bir insani dile dönüştürme bilinci yarattı. Bu sayede Günal atölyesi hem teknik olarak hem de sanatçının toplumsal sorumluluğunu içeren, etik yönü belirgin bir aktarıma sahne oldu. Günümüzde hâlâ birçok sanatçıda bu katı figür disiplini ve insana duyulan hürmet kolayca teşhis edilebiliyorsa, kökünde Neşet Günal’ın dokunuşu olduğunu söylemek hiç abartı sayılmaz.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, farklı kuşakların birlikteliği, sesin yankısı, bir arada olmanın, sanatın iyileştirici gücü olarak da okunabilir. Serginin kurulum, hazırlık sürecinden bahseder misiniz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, farklı kuşaklardan sanatçıların bir araya geldiği, seslerin birbirine karıştığı, ancak birbirini bastırmaya çalışmadığı bir sergi. Aynı atölyeden yetişmiş fakat farklı dönemleri yaşamış sanatçılarla bu yola çıkmak çok öğretici bir deneyimdi. Herkesin birbirine alan açtığı, kendi sihrini taşıyan bir ortam oluştu. Sanatın gücü iyileştirmekten ziyade oluşu fark ettirmek diye düşünüyorum. Sanat tarihçisi olmak burada küratör olmaktan daha belirleyici oldu. Aynı etik değerlerle yetişmiş biri olarak sanatçılarla birbirimizi çok iyi anladık ve gerçekten “Ağaçlar Gibi Konuştuk”. Öte yandan Brieflyart bu diyaloğun bir parçası olarak işimizi kolaylaştırdı.
Neş'e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Resul Aytemür, Nedret Sekban, Ahmet Umut Deniz'in yapıtlarının bir araya geldiği sergide sanatçılar nasıl diyalog kuruyor?
Sergideki diyalog, ortak bir figür anlayışı üzerinden, fakat farklı biçimsel ve düşünsel eğilimlerle imlerle kuruluyor. Neş’e Erdok’un toplumsal eleştiriyle iç içe geçmiş figürleri, Hüsnü Koldaş’ın kent insanına odaklanan anlatımıyla karşılıklı bir gerçeklik duygusu yaratıyor. Kemal İskender’in kavramsal kompozisyonları, Resul Aytemür’ün malzeme ve hareket duyarlılığıyla dengeleniyor. Nedret Sekban’ın akademik temele dayalı figür anlayışı, Ahmet Umut Deniz’in daha içsel, psikolojik bakışına doğru genişliyor.
Böylece sergideki iletişim, kuşak farklarından çok, figürün değişik dönemlerde nasıl yeniden anlam kazandığını somutlaştıran bir süreklilik bağlamında okunabiliyor. Bu, üslup birliğinden ziyade, görme biçimlerinin tarihsel bir diyaloğu diyebiliriz.
1945-68 arası Paris’te sanat eğitimi alan kuşak arasında yer alan Neşet Günal, Fikret Muallâ, Selim Turan, Mübin Orhon gibi sanatçıların çalışmalarının sanatımıza yansımaları nasıl olmuştur?
Bahsi geçen dönemde Paris’te sanat eğitimi alan kuşakla beraber, Türk resminde yeni bir duyarlık gelişmiştir. Bu sanatçılar, Avrupa’da savaş sonrası gelişen sanat ortamında var olmuş ve orada edindikleri deneyimle kendi kültürel kökleri arasında bir örüntü yaratmayı başarmışlardır.
Neşet Günal, figürü toplumsal bir anlatım aracı hâline getirerek insanın yaşadığı çevreyle kurduğu ilişkiselliğe odaklanır. Fikret Muallâ, Paris’in sokaklarında yalnızlık ve taşkınlık arasında salınan figürleriyle içsel bir gerilimi yansıtır. Selim Turan ve Mübin Orhon’da ise biçim, duygunun değil düşüncenin uzantısı olarak belirir, yüzeyde arayış, rengin titreşimiyle anlam kazanır.
Bu sanatçılar aracılığıyla Türk resmi yalnızca Batı’nın anlayışına yaklaşmakla kalmamış, görsel düşünce bağlamında da farkındalık yaratmıştır. Paris onlar için bir okuldan öteye geçmiş ve bir deneyim alanına evrilmiştir. Bu meyanda Paris, bakışın genişlediği bir mekân olarak konumlanmıştır. Sanatın evrensel söylemine yerel bir ses eklemenin gerekliliği bu deneyimin sonucunda netlik kazanmıştır.
Paris Ekolü, Güzel Sanatlar Akademisi, birer okul işlevi gören sanatçı atölyeleri kuşağından bakınca günümüz çağdaş sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Paris Ekolü’nden başlayarak Güzel Sanatlar Akademisi’ne ve oradan günümüz sanat ortamına dek gelen tarihsel çizgi sanatçının üretim biçiminin kurumsal, estetik ve düşünsel değişimlerini yansıtır. Paris Ekolü, akademik disiplin ile özgür yaratım arasındaki dualiteyi hep içinde taşımıştır. Güzel Sanatlar Akademisi bu bağlamda bakılınca sadece sanat eğitimi veren bir kurum olarak görülemez. Burası aynı zamanda “modern” olana geçişin sembolik bir mekânı olarak okunmalıdır. Akademide sanat, Batı’dan alınan biçimsel değerlerle yerel duyarlılıkların bütünleştirildiği ya da bütünleştirilmeye çalışıldığı bir yerdi.
Bugünse, çağdaş sanat artık atölyeden, yani o klasik anlamda usta-çırak ilişkisinin merkezinden tamamen uzaklaştı. Sanatçılar uzunca bir süredir “atölye”ye değil, kavramsal düşünme biçimlerine, araştırma süreçlerine ve üretim ağlarına yaslanıyorlar. Paris Ekolü’nün disipline edilmiş form anlayışı yerini süreç odaklı, çoklu mecralara dayalı bir üretim biçimine devretti.
Türk sanatı açısından bu değişim, modernleşme serüveninin sürekliliğinde değerlendirilebilir. XIX. yüzyıldan günümüz sanatçılarına uzanan çizgi, temelde hep bir yerini bulma ihtiyacını gösterir. Batı’nın biçim dilinden hareket edip içinden çıktığı coğrafyanın karakteriyle yeniden inşa etmek meselenin ana fikri. Günümüzde çağdaş sanat, bu mirası bütünüyle reddetmiyor fakat yeniden yorumluyor. Geleneksel anlamda akademinin yerini artık çok merkezli, dijital bir dolaşım ağı aldı. Bu apayrı bir tartışma ve araştırma alanı.
Ancak Paris Ekolü’nün ortaya koyduğu yaklaşım ve estetik süreklilik, günümüz çağdaş sanatında hâlen varlığını sürdürüyor. Fakat artık belirleyici değil, mihenk taşı olarak taltif edilmiş durunda. Yine de ne olursa olsun Türk resminin çağdaş temsilcileri bu mirasla karşı karşıyalar ve onu çoğu zaman eleştirel bir mesafeden yeniden tanımlıyorlar. Bu kaçınılmaz bir olgu.

Tek başına duran ağaçları, yalnız insanlara benzetiyor Hermann Hesse Ağaçlar adlı kitabında. Burada ise galeriye adım atar atmaz, bir ormanın içinde gibi hissediyor insan kendisini. Siz bir küratör olarak, bu serginin, izleyicide nasıl etki yaratmasını bekliyorsunuz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, izleyiciyi tamamlanmış bir anlatıdan çok, anlamın sürekli yeniden kurgulandığı bir düşünme düzlemine davet ediyor. Her yapıt, bir diğerine sessizce dokunurken, bu ilişkilenme alanında izleyici de özne olmanın sınırlarını yeniden düşünmeye çağrılıyor. Galeri mekânı, burada bir temsil alanından çok bir karşılaşma alanı gibi işliyor.
Bir sanat tarihçisi olarak, eserin izleyiciyle kurduğu ilk temasın, söylemin önüne geçen bir hakikat taşıdığını düşünüyorum. Bu nedenle sergiyi açıklayıcı bir çerçeveye değil, içsel bir karşılaşma alanına dayandırdım. Herkesin kendi belleğinde, sessizliğin anlamını yeniden kurduğu bir “varlık deneyimi”ne açılmasını arzuladım.
İlham verici Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası’nda, mekânı soyut bir yapı olmaktan öte, üstüne şiirler, romanlar yazdığımız poetik bir yapı olarak okur. Buradan bakınca “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisini nasıl okumalıyız?
Bachelard, Mekânın Poetikası’nda, mekânı, düşünmenin ve var olmanın biçimi olarak okur. Ona göre mekân, bireyin iç dünyasını aynalayan bir “düşünce evi”dir. Bu tavır, “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisinin kurulduğu zeminle de paralellikler gösterir. Çünkü burada mekân, nesnelerin yer aldığı bir yüzeyden çok, düşüncelerin form kazandığı bir alan olarak kurgulandı.
Her yapıt, kendi sakince bir diğerine yer açıyor; bu geçişlerde izleyici sessiz diyaloğun bir parçası hâline geliyor. Sergi, biçimsel bir bütünlük kurmaktan ziyade, izleyicinin kendi hazır bulunuşluğu içinde anlamı yeniden kurmasına izin veriyor.
Benim için “Ağaçlar Gibi Konuşmak”, bir sergi olmaktan çok, zamana ve belleğe dair bir düşünme deneyimi. İzleyici mekânın içinde dolaşırken, aslında resimlerle değil, kendi varoluşuyla temas ediyor. Bachelard’ın da ima ettiği gibi, mekân burada dış dünyanın varlık alanından ziyade, iç dünyanın mimarisini yansıtmakla mükellef.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisini 16 Kasım 2025 tarihine kadar salıdan cumartesiye 11.00 – 19.00; pazar günleri 13.00 – 19.00 saatleri arasında Brieflyart’ta ziyaret edebilirsiniz.