28 Days Later filminden 23 yıl sonra Danny Boyle ve Alex Garland ikilisini tekrar buluşturan 28 Years Later hakkında korku, endişe ve hatırlanacak bir hikâye yaratma ekseninde gezinen bir yazı.
İnsan, yaşamını anlamlandırmaya çalışırken korkunun ve endişenin gölgesinden kendisini çoğunlukla sıyıramaz. Endişe, şimdinin içinde nefes alıp verirken insanı kontrol edemeyeceği sorumlulukların ve geleceğin belirsizliği ile baş başa bırakır. Adım atmak gittikçe daha zor hâle gelir kişi için. Toplumsal kalıpların, kabullerin ve uyumlanış biçimlerinin insan hayatını zapt etmesi ve buna aykırı olma hâlinin insanı toplumdan uzaklaştıracak olma ihtimali bireyi kimlik inşa sürecinde gittikçe kendisinden uzaklaştırır. Karşılaştığı olaylara, kişilere, hislere ve meselelere onların kendi anlamlarının dışında başka başka anlamlar yüklemeye başlar. Bu da endişenin soyut ve belirsizliğini somut bir hâle getirir. Korkunun başlangıç noktası tam da burasıdır.
Yaşamın devam etme huyu dolayısıyla korku beraberinde her zaman umut etme güdüsünü de getirir. Umut; insanın içindeki dayanma gücünü diri tutan, her türlü tehdide ve baskıya karşı bir yol ihtimalinin varlığını yaşatan duygudur. Umudu olmayan kişi baskılara, kalıplara boyun eğmiş kabul edilir. Topluma dâhil olmak için umut ve korku döngüsünün kabulü elzemdir. Kişinin kendi kimliğini inşa süreci, hayatta kalma meselesine dönüşür. Toplumun kurallar barındıran yapısı, bireyin kendi benliğini tanımasını çoğu zaman zorlaştırır. Herkes kendi bünyesinde bu mücadeleyi verirken bazen hikâyelerimizin özgün sandığımız sesi başkalarıyla aynılaşır. Çünkü hepimiz için var olan, gölgesiyle tüm duygulara varlığıyla tahakküm uygulayan bir son bilgisi vardır. Bu son bilginin varlığı herkese hayatta kalma içgüdüsü verir.
Korkunun Adını Koymak
Korkularımız çoğu zaman yersizdir ve şimdinin içinde boğar bizi. Bünyemizde ne kadar somut bir reaksiyon yaratsa da ne kafamızda ne aklımızda onların adını koyabiliriz. Kitapların, filmlerin yarattığı kurmaca dünyalar başka bir düzlemde korkumuza bir ad vermemize yardımcı olur. Güvenli bir alanda, belli bir süre içinde gündelik olan dertlerin ve korkuların arasından bizi sıyırır. Kontrol bizdedir. İstediğimiz zaman yarıda bırakıp kaldırır atar ya da çıkar gideriz. Gerçek bir dünyada bunu yapmak her zaman çok kolay değildir. Korkunun adını koyduğumuzda onu tanımlamak mümkün olur. Ve tanımlanan her şey ile mücadele etmek daha kolay hâle gelir. Belki de kendimize gerçek olmayan bir kaçış ihtimali yaratmış oluruz. Korku filmleri, en temel korkularımızdan biri olan hayatta kalma güdümüze ve yaşamın sonuna giden yolda sonu erteleme ihtiyacımıza dair filmin süresi kadar bir anlam ve kaçış zemini yaratır.
Zombi, hem popüler kültürde hem de insanlığın kolektif korkularında çok özel bir yer tutar. Genellikle ölmüş ama yeniden dirilmiş, bilinçsiz veya ilkel dürtülerle hareket eden varlıkları tanımlayan bir figürdür. Bu yanıyla zombi, insanlığın sonunu bildiği bu yaşamda ölümden sonra ne var sorusuna ürkütücü ve uyarıcı bir cevap verir. Ve bu yaşayan ölüler dürtüsel hareket ederek, bilinçle yaşamını savunanlardan intikamını alırlar. Zombi filmlerinin külliyatına girmek bu yazının konusu değil elbette. Fakat yine de belirtmek isterim ki; yaşamı savunmak ve bize verilmeyeni yaşamdan söküp almak en çok konuşmamız gereken iki mesele.
Zaman Hiçbir Şeyi İyileştirmiyor
Alex Garland’ın senaryosunu yazdığı, Danny Boyle’un yönetmen koltuğunda oturduğu 2002 yılı yapımı olan 28 Days Later, izleyiciyle buluştuğu günden itibaren modern zombi sinemasını yeniden tanımlamıştı. Bugün bir kült hâline gelmiş olan film, hızlı ve vahşi zombilerin temsiliyetiyle korku sinemasında yeni bir zombi furyası başlatmıştı. İngiltere’de bir laboratuvarda, şempanzeler üzerinde yapılan deneyler sırasında tehlikeli Rage (Öfke) adlı bir virüs serbest kalır. Salgın patlak verdiğinde hastanede olan Jim (Cillian Murphy), 28 gün baygın yattıktan sonra uyanır. Dışarıya çıktığında tüm şehrin adeta bir hayalet şehir hâline gelmiş olduğunu görür. Yönetmen Boyle ve senarist Garland, klasik bir korku filmi gibi görünen bu yapıma derin politik ve toplumsal eleştiriler yerleştirerek toplumdaki bastırılmış öfkeye, korku toplumlarının yaşattığı histeriye ve hayatta kalma içgüdüsünün insanın gerçek kimliğini ortaya çıkarmasına dair görsel zevki yüksek, örtük ama gerçekçi söylemlerde bulunur. Boyle’un hikâye anlatımı ve görsel tercihleriyle gerçekçi bir kıyamet atmosferi sunan 28 Days Later, post- apokaliptik korku sinemasında sağlam bir yer edinmişti.
28 Days Later filminin ardından geçen 23 yıl sonra Danny Boyle ve Alex Garland ikilisini tekrar buluşturan 28 Years Later; virüsü bir büyüme hikâyesinin etrafına yayarak insanlık tarihinin döngüsel olarak uğraştığı, bitmek bilmeyen bir hayatta mücadelesine dönüştürüyor. Zaman hiçbir şeyi değiştirmez. Büyük Britanya’da “Öfke virüsü”nden kurtulanların karantina altında olduğu bir dönemi merkezine alan film, hayatta kalanların virüsle uyumlanış biçimlerini seyircisine göstererek başlıyor. Grubun genç üyelerinden olan Spike (Alfie Williams), babası Jamie (Aaron Taylor - Johnson) ile suların dört saatlik gelgitlerle bağlandığı anakaraya kahramanlığını ve yetişkinliğe adım attığını kanıtlamak üzere gider. Orada karşılaştıkları, mutasyona uğramış Alfa zombilerinin yanında Spike, Dr. Kelson (Ralph Fiennes) adında bir doktorun varlığından da haberdar olur. Spike ve babası Jamie, Alfa’nın takibinden son anda kurtularak evlerine dönerler. Artık Spike için, annesi Isla (Jodie Comer)’yı zihin bulanıklığı ve fiziksel acı yaşadığı, tanısı konulmamış hastalıktan iyileştirme ihtimali vardır. Spike ve annesi Isla, Dr. Kelson’ı bulmak üzere yola çıkarlar. Isla ve Spike için bilinmeze doğru giden bir yolculuk başlar. Çıktıkları bu yolda iki karakter için ölüme ve yaşama dair öğrenmeyi ıskaladıkları birçok şeyle karşılaşma imkânı doğar.
Danny Boyle ve Alex Garland ikilisi, film boyunca karakterler ilerlerken daha önce orada yaşananları, olan biten olayları ara görüntüler hâlinde filmin dünyasına dâhil ederek zamana ve mekâna dair bir hafıza oluşturmuş. Böylelikle, bir yaşam döngüsü olarak virüsün ve tetikte olma hâlinin artık yaşamın kendisi hâline geldiğinin bilgisini de izleyicisine hissettirmeden vermeyi başarıyorlar. Garland ve Boyle’un yarattığı evren; ritim olarak bazen aksasa da görsel, kurgu ve metin açısından tatminkâr bir dünya vaat etmeyi başarıyor. İkonik ikilinin yıllar sonra tekrar bir araya gelmesinden, ilk film kadar olmasa da, etkileyici bir görsel dünya ve dolu dolu bir anlatı ortaya çıkmış. Filmin beni en çok etkileyen kısımlarının Spike ve Isla’nın ellerinde enfekte birinden yeni doğan enfekte olmayan bir bebekle Dr. Kelson ile karşılaşmalarının ardından başladığını belirtmeliyim. Burada Dr. Kelson’ın “Memento Mori (Ölümü Hatırla)” kavramına dair yaptığı monolog ölümün varlığının yanında, herkesin hatırlanmaya değer bir yaşamının olduğunu da hatırlatır. Ardından gelen “Memento Amoris (Sevildiğini Hatırla)” monologu, Spike’ın annesiyle olan ilişkisini hatırlamaya değer bir şekilde sonlandırmasına yardımcı olur. Bu noktadan sonra Spike için evden uzakta yeni bir hayat öğretisi başlar. Artık kendi başına, yaşamın tüm belirsizliklerine ve ölümün yanı başında olmasına rağmen yeni bir yaşam inşa etme düşüncesi doğar…
Hatırlanacak Bir Hikâye Yaratmak
İnsan kendini dilde keşfeder, anlar, inşa eder ve aktarır. Dilde ikna olunan bir hikâyenin varlığı onu duyanlar ve aktaranlar için yaşamlarının son gününe kadar hatırlanır. Bazen de kendi kendimize, iç sesimizle bu hikâyelerin yaşam sürelerini uzatırız. Yaşamın sonunda varlığını bildiğimiz ölüme böyle meydan okur, yaşamın kendisiyle böyle uyumlanırız. Ölümü ve yaşamı aynı anda hatırlamak, bize hatırlanacak bir hikâye yaratma imkânının varlığını hissettirir… Gerisi zaten hikâyenin ta kendisi…