James Gunn’ın yazıp yönettiği, David Corenswet’in hayat verdiği, günümüz politik, kültürel ve ahlaki iklimini doğrudan yansıtan bir anlatı sunan Superman filmi üzerine bir yazı.
James Gunn’ın yazıp yönettiği ve Peter Safran ile beraber ortak yapımcılığını yürüttüğü Superman, Gunn’ın tarif ettiği üzere nezaketin unutulduğu bir dünyada, bir göçmen olmasına rağmen insanlığa nezaket ve umudu hatırlatmayı amaçlayan bir film. Anlatısı içinde ufak tefek gedikleri olsa da yaşadığımız dünyayla paralellik kuracak şekilde film, göçmenlik, endüstrileşmenin yoksul ülkeler üzerine etkileri, hayvan hakları, hegemonik erkeklik gibi temaları ustalıkla tek bir potada eritebiliyor. Ayrıca, DC çizgi romanlarından tanıdığımız bazı süper kahramanların filmde kalabalık yapmak yerine belli bir amaca hizmet etmesi de Gunn’ın, Guardians of the Galaxy, The Suicide Squad ve Peacemaker işlerinde yaptığı gibi, ensemble karakterleri etkili bir şekilde kullanabildiğini gösteriyor. David Corenswet, Clark Kent ve Superman ayrımını oyununda hissettirse de filmin asıl yıldızı Rachel Brosnahan. Bir gazetecinin atikliği, insani problemleri ve tasalarını oyununa akıtabilen Brosnahan, Superman’e bağlı ve Superman tarafından kurtarılmayı beklemeyen, kendi ayakları üzerinde durabilen ve Superman’le göz hizasında bulunan bir Lois Lane portresi çiziyor. Nicholas Hoult ise Lex Luthor’u canlandırırken karikatürize bir Elon Musk’ı hatırlatıyor.
Yeni Bir Evren, Yeni Bir Superman
James Gunn, Superman’ı yazıp yönetmeye iten şeyi “kendisinin de gençliğinde Superman kadar yalnız ve öteki hissetmesi” olarak tarif eder. Superman, çizgi romanlarda da özellikle post-Crisis diye adlandırılan Gümüş Çağ çizgi romanlarından beri, Krypton’lu olmak, öteki olmak ve kendilik çatışmasıyla mücadele eden bir karakter. İnsanlara diz çöktürmeye yarayacak güçlerine rağmen insanlara yardım etmeye ant içer. Ancak Zack Synder’ın Man of Steel, Batman v Superman filmlerinde ilahlaştırılan, gerektiğinde öldüren ve tehditkar bir Superman ile karşılaşıyoruz. Belki de 2010’lu yıllarda kendini hissettirmeye başlayan gerici hareketlerin yükselmesi, Arap Baharı, ekonomik krizler ve ABD’de süregelen tekinsizliklerin tezahürü olarak okunabilir.
Gunn, Kasım 2023’te DC Studios’un başına geçtikten sonra DC Evreni’ni yeniden başlatma kararı alır. Bu karar, Henry Cavill’ın Superman rolüne veda etmesi anlamına geliyordu. Gunn’ın yeni Superman yorumu, nezaketin unutulduğu bir dünyada hâlâ umudu ve insanlığı temsil eden bir figür üzerine kurulu.
Film, DC Universe serisinin ilk bölümü olan “Gods and Monsters” ın altındaki ilk yapım. Gunn ve Safran’ın amacı; bütünlüklü ama herkesçe erişilebilen, kendi içinde tutarlı fakat farklı yönetmen ve üsluplara da alan tanıyan bir evren inşa etmek. James Gunn’a göre her proje, yalnızca senaryosu çekime hazır hâle geldiğinde hayata geçiriliyor. Bu da nicelikten ziyade niteliğe öncelik verildiğini gösteriyor. Ana evrenin dışında konumlanan yapımlar — örneğin Todd Phillips’in Joker filmleri ya da Matt Reeves’in The Batman serisi — “DC Elseworlds” etiketiyle gösterime girecek. Evrenin Superman ile başlaması da tesadüf değil. Neredeyse 90 yıldır çeşitli mecralarda varlığını sürdüren bu karakter, günümüzde karakterin hâlâ söyleyecek sözü olması nedeniyle bir başlangıç tercihidir. Beyaz ekranda istikrarını korusa da, beyaz perdede aynı başarıyı yakalamakta zorlanan Superman; James Gunn’ın vizyonuyla günümüz politik atmosferine de ayna tutan, canlı karakterlerle örülü bir hikâyeyle seyirciyle buluşuyor.
Bir Göçmen ve Öteki Olarak Superman
Filmin hikâyesi hakkında çok fazla bilgi paylaşılmasa da, Superman’in günümüzün bazı politik meselelerine alegorik bir yaklaşımla yaklaştığı görülüyor. Lex Luthor’un Pentagon’la görüşerek Superman’i kendi yarattığı bir cep evrene hapsetmeye çalışması, Trump döneminin göçmen politikalarını çağrıştırıyor. Borovia adlı ülkenin açıkça İsrail’i temsil ettiği ve sömürdüğü ülkenin ise Filistin’in alegorik bir karşılığı olarak yorumlanabileceği açık. Luthor’un teknoloji bağımlılığı, dünyayı yok etmeyi göze alan bir Superman nefreti, davranışları ve Eva Teschmacher ile ilişkisi bir anlamda gerçek dünyadaki Elon Musk’ı çağrıştırıyor.
Filmde yer alan Hawkgirl, Mister Terrific ve Green Lantern’dan oluşan “Justice Gang” ise muhtemelen Demokratları ya da Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumları temsil ediyor. Anlatı boyunca Superman üzerinden işlenen göçmenlik ve ötekilik temaları, Man of Steel’da olduğu gibi bir tehdit ya da tekinsizlik kaynağı olarak değil; daha kapsayıcı, insanî bir perspektiften işleniyor. Kendi güçlerini insanlara hükmetmek yerine onlarla birlikte var olabilmek ve onlara yardım etmek için kullanan bir Superman, seyirciyi de göçmenlik olgusuna dair ön yargılarını sorgulamaya davet ediyor. Filmin önceki uyarlamalardan ve çizgi roman anlatılarından ayrışan temel yönü ise Superman’in bir İsa alegorisi üzerinden temsil edilmemesi.
Bunun yerine James Gunn, ikinci kez başkan seçilen Trump’ın göçmen karşıtı politikaları ve İsrail-Filistin meselesindeki tarafgir tutumu gibi güncel siyasi meseleleri Superman karakteri aracılığıyla sorguluyor.
Bir anlamda bir diaspora anlatısı olarak da okunabilecek bu yeni Superman yorumunda karakter hem kökenlerinden getirdiği kültürel mirası hem de yaşadığı dünyanın değerlerini melezleyerek yeniden şekillendiriyor. Dolayısıyla Gunn’ın bu evreni Superman ile başlatması, sadece bir tercih değil; çağımızın sosyopolitik kırılmalarını görünür kılmak isteyen bilinçli bir yaratıcı karar olarak da okunabilir.
Nezaket: Günümüzün Yeni Bir Punk Tavrı
Filmin en can alıcı anlarından biri, Lois Lane ile Clark arasında geçen punk diyaloğudur. Lois’in punk kültürüyle büyüdüğünü, yeraltı dünyasına aşina olduğunu film ilerledikçe öğreniyoruz. Clark’ın da punk hayranı olduğunu fark eden Lois’in kısa süreli şaşkınlığı ise bu temanın habercisidir. Filmin ilerleyen sahnelerinde ise Superman, “Nezaket yeni punk normudur,” diyerek bu düşünceyi dillendirir. Punk, egemen kültüre meydan okuyan; müzikten yaşam tarzına, politik duruştan bireysel ifade biçimlerine kadar kendini alternatif yollardan gösteren bir harekettir. Günümüzde Marcuse’nin sözünü ettiği tek boyutlu insanlara dönüşen bireylerin birbirine yabancılaştığı, ilişkilerin birer yatırım alanına dönüştüğü ve nezaketin zayıflık olarak kodlandığı bir dünyada, Superman bu kodlara karşı durarak nezaketinden taviz vermez.
Özellikle dünya ve toplumun keskin biçimde kutuplaştığı şu günlerde, nezaketi elden bırakmamak gerektiği hem karakterin motivasyonunda hem de filmin genel söyleminde güçlü biçimde hissedilir. Nitekim Joachim Trier’in Sentimental Value filminin Cannes’daki basın toplantısında söylediği gibi: “Kutuplaşma, öfke ve maçoluk bizi ileri götürmez. Nezaket yeni punktır.” Trier’in bu sözü filmin değer yargılarıyla da örtüşüyor.
David Corenswet, Clark ve Superman arasındaki ayrımı büyük bir doğallıkla ortaya koyabilen bir performans sergiliyor. Önceki Superman yorumlarından ayrışan bu performans, özellikle Rachel Brosnahan’la birlikte yer aldığı röportaj sahnesinde, Mark Hamill’ın The Empire Strikes Back’teki Luke Skywalker performansını andırıyor. Zira hem Luke hem de Clark/Superman, bu filmlerde kimlik çatışması yaşayan, kendilerini ifade etmeye çalışan ve geçmişleriyle hesaplaşan karakterler olarak resmediliyor.
Ancak filmin gerçek yıldızı Rachel Brosnahan. The Marvelous Mrs. Maisel’dan tanıdığımız Brosnahan, Lois Lane’i kurtarılmayı bekleyen pasif bir figürden çıkarıp; kendi sesi, iradesi olan, kimliğini bir erkeğin uzantısı olarak tanımlamayan, ayakları yere sağlam basan, gazetecilikte yetkin ve ilişkilerinde göz hizasında bulunan bir karakter olarak yeniden inşa ediyor. Pek çok süper kahraman filminde kadın karakterlerin yalnızca sevgili ya da yardımcı rolüyle sınırlandığı bir ekosistemde, Brosnahan’ın Lois’i hem bağımsız hem de Clark’la iletişim kurmayı seçen güçlü bir figür.
Nicholas Hoult ise karikatürize olmaktan çekinmeyen ama bu yönüyle izleyicinin özdeşim kurmasına imkân vermeyen bir Lex Luthor portresi çiziyor. Luthor’un kötülüğü; kişisel travmalarla açıklanabilecek ya da hak verilebilecek türden bir kötülük değil. Hatta Hoult’un performansı, karakterin motivasyonları ve dışavurumu itibarıyla yer yer gerçek dünyadaki Elon Musk’ı da akla getiriyor.
Sonuç olarak Superman’in James Gunn yorumu, salt bir süper kahraman filmi olmaktan çok; günümüz politik, kültürel ve ahlaki iklimini doğrudan yansıtan bir anlatı sunuyor. James Gunn’ın tercihiyle Superman ne bir tanrı ne de bir kurtarıcı olarak karşımıza çıkıyor. Aksine kırılganlığıyla, nezaketiyle ve aidiyet arayışıyla insana dair olanı temsil ediyor. Filmin punk kültürüyle kurduğu bağ, “başkaldırı”yı kaba kuvvetle değil, duyarlılıkla, nezaketle ve birlikte var olma isteğiyle bağdaştırıyor. Ve belki de tam da bu yüzden, günümüzde en radikal eylem, nazik kalabilmektir.
11 Temmuz’da gösterime giren Superman’i hâlâ sinemalarda izleyebilirsiniz.