
Bu yıl dokuzuncusu gerçekleşen, sinema, sanat ve kültürel mirasın buluşma noktası olmayı amaçlayan DART – International Festival of Art’ın ardından bir değerlendirme yazısı.
Barselona’da katılma şansı yakaladığımız DART – International Festival of Art bu sene dokuzuncusunu düzenledi. Belgeselin politik, estetik ve anlatısal imkânlarını yeniden düşünmek için güçlü bir alan açtı. Bunların yanı sıra çağdaş sanatların sinemayla ilişkisi merkezdeydi. Looking for Simone ve Radical Women kadınların görünmez kılınmış entelektüel ve sanatsal mirasına odaklanırken, LOOT: A Story of Crime and Redemption ve Globomania sömürgecilik, dolaşım ve mülkiyet kavramlarını eleştirel bir yerden tartışmaya açtı. Climate Art ve Memories of Love Returned ise hafıza, kayıp ve iklim krizi gibi kolektif yaraları farklı anlatı biçimleriyle düşündürdü. Duchamp’a odaklanan Alreadymade sanat nesnesi ve anlam üretimi üzerine klasik soruları güncel bir bağlama taşımada mevcut çıkmazların aslında ne denli kuvvetli sorular bıraktığını bize yine yeniden gösterdi. Bazı meselelerin dünyanın mevcut sosyopolitik ikliminde tekrar tekrar bıkmadan usanmadan tartışılması elzem. Küresel video kanallarından Nowness’dan Gavin Humphries’ın konuşmacı olarak katıldığı “Storytelling, Aesthetics and Innovation in Digital Culture” buluşmasıysa dijital anlatıların estetikle kurduğu yeni ilişkilere dair günümüzde nerede durduğumuza ilişkin bir çerçeve sundu. Festival, belgeselin ve sinema dilinde bitmeyen arayışların yalnızca kayıt değil, aktif bir düşünme ve yüzleşme alanı olduğunu bir kez daha hatırlattı. Bu metinde kısa kısa festivalde izlediklerimiz üzerine incelemelere erişeceksiniz.
Looking for Simone
Yönetmenler Nathalie Masduraud ve Valérie UrreaBu. Belgesel önemli bir tartışma alanı açıyor. Simone de Beauvoir, feminist edebiyatın en güçlü figürlerinden biri olarak hâlâ merkezi bir yerde duruyor. Ancak bugün ikinci dalga ve üçüncü dalga feminizm arasındaki tartışmalara baktığımızda, onun mirası hem ilham verici hem de eleştiriye açık bir alan yaratıyor. Belgesel, İkinci Cins etrafında bir araya getirdiği farklı sesler aracılığıyla geçmişle bugün arasında dengeli bir diyalog kuruyor. Beauvoir, kadınlık deneyimini tarihsel, kültürel ve felsefi belirlenimlerden özgürleştirmeyi amaçlamış; öznenin inşa edilmiş doğasına yaptığı vurgu feminist teorinin yönünü radikal biçimde dönüştürmüştü. Ancak güncel tartışmalar, Beauvoir’nın evrenselci tanımlarının kimi kimlikleri ve deneyimleri dışarıda bırakabildiğini de hatırlatıyor.
İkinci dalganın yapıbozumcu ve varoluşçu hattı, kadınlığı ataerki tarafından şekillenen ortak bir kader olarak konumlandırırken, üçüncü dalga feministler bu “ortaklık” fikrinin homojenleştirici etkisini eleştiriyor. Kimlik politikalarının yükselişiyle birlikte ırk, sınıf, cinsellik ve kültürel bağlamın kadın olma deneyimini keskin biçimde farklılaştırdığı vurgulanıyor. Bu anlamda Beauvoir’nın analizi güçlü bir başlangıç noktası sunsa da farklı feminizmler onun çerçevesine tam olarak sığmayan çoklu kimlikleri görünür kılmaya çalışıyor. Yine de Beauvoir’nın öznenin verili değil, inşa edilmiş olduğu fikri bugün kuir teori ve kesişimsel feminizm içinde yeniden güçlü bir yankı buluyor. Belgeselde açılan tartışma ve ortaya atılan her soru son derece kıymetli. “Kadın” kategorisinin sabitliğinin problematize edilmesi, toplumsal cinsiyetin performatifliğinin tartışılması ve bireyin kendi varoluşunu kurma kapasitesine odaklanılması, Beauvoir’nın düşüncesiyle çağdaş perspektifler arasında sağlam bir köprü kuruyor. Tartışmalar ayrışsa bile, Simone’un ortaya koyduğu sorular hâlâ yakıcılığını koruyor: Kadınlık nasıl inşa edilir, bu kategoriye kimler dahil edilir ve kimin deneyimi konuşulur? Beauvoir’nın mirası, tam da bu soruların hâlâ tamamlanmamış olmasında yaşamaya devam ediyor.
Radical Women
Radical Women, Isabel De Luca ve Isabel Nascimento Silva tarafından yönetilen bir belgesel. Latin Amerikalı kadın sanatçıları merkeze alan son derece güçlü bir iş. Gerçekten enfes. Işıl ışıl bir stratejinin etrafında her şey vuku buluyor. Film, 1960-1985 yılları arasında otoriterlik, sansür ve sürgün koşulları altında üretim yapmış on bir kadın sanatçıyı bir araya getiriyor ve en büyük gücünü, bu sanatçıların uzun yıllar sonra yeniden buluşmasından alıyor. Belgeselin feminist damarı son derece net ve samimi. Attığınız tüm adımlar için çok teşekkürler. Bu kadınlar sadece hatırlamıyor; birbirlerine sorular soruyor, yan yana ve yüz yüze oturuyor ve hem geçmişi hem bugünü birlikte düşünmeye çalışıyorlar. Tekil ve otoriter bir anlatı kurmak yerine, kolektif bir hafıza alanı yaratıyor film. Bu karşılıklı alışveriş, belgeseli nostaljik bir geri dönüşten çıkarıp, bugüne kök salmış canlı ve politik bir sohbete dönüştürüyor.
Belgesel ayrıca arşiv materyallerini ve tanıklıkları yalnızca tarihi belgelemek için değil, sanatın bir direniş biçimi olarak nasıl işlediğini yeniden görünür kılmak için kullanıyor. Anna Bella Geiger, Cecilia Vicuña ve Liliana Porter gibi sanatçıların varlığı, bu direniş tarihine somut bir biçim kazandırırken, feminist sanatsal pratiğin sürekliliğini de gözler önüne seriyor.
Bu film bize kadın sanatçıların yalnızca geçmişteki baskılara yanıt vermediğini, aynı zamanda bugün hâlâ süren eşitsizlikler karşısında düşünme ve üretme yolları açtığını hatırlatıyor. Radical Women, sanatı politik bir uğraş, kolektif bir hafıza ve feminist bir duruş olarak güçlü biçimde onaylayan son derece kıymetli bir düşünme alanı.

LOOT: A Story of Crime and Redemption
Yönetmen Don Millar, Kamboçya’nın yağmalanmış kültürel mirası üzerinden işleyen uluslararası sanat ticaretinin gizli ağlarını ifşa ediyor. Belgeselin en güçlü yanı, Douglas Latchford tarafından kurulan sistemin basit bir “koleksiyoner suçu”ndan çok daha fazlası olduğunu göstermesi. Film, prestijli Batılı galeriler ve müzelerle iç içe geçmiş küresel bir sanat piyasasını görünür kılıyor. Tanıklıklar, uzman görüşleri ve çalınmış eserlerin izini süren araştırmacılar aracılığıyla bu ekonomik ağın nasıl kurulduğunu çarpıcı bir açıklıkla aktarıyor.
Ancak film, en kritik sorunun eşiğinde duruyor: Kültürel sermaye neden değerlidir ve bu değer nasıl üretilir? Latchford’un eylemleri kişisel bir suç hikâyesine indirgenince, meselenin arkasındaki sömürgeci politik ekonomi büyük ölçüde görünmezleşiyor. Batılı kurumların bu nesneleri meşrulaştırma gücü, müzelerin edinim politikaları, antik eserlerin nasıl “değerli” hâle geldiği ve bu süreçte kimin yoksullaştırıldığı gibi yapısal sorulara ise neredeyse hiç değinilmiyor.
Bu nedenle yağmalama, tarihsel güç ilişkileri tarafından üretilmiş sistematik bir pratikten ziyade, bireysel açgözlülüğün yön verdiği bir macera ya da “hazine avı” anlatısına benzemeye başlıyor. Oysa Kamboçya’nın kültürel varlıklarının Batı’ya bu denli kolay taşınabilmesini mümkün kılan tam da bu sömürgeci miras: Güçlü aktörlerin hukuki, ekonomik ve söylemsel araçlarla kültürü metalaştırması. “Loot” sonuçları görünür kılmakta başarılı olsa da yağmalamanın jeopolitik ve tarihsel köklerine yeterince eğilmiyor. Bu nedenle film etkileyici olsa da kültürel mirasın piyasa ilişkilerine nasıl eklemlendiğini, sanatın küresel dolaşımını şekillendiren güç asimetrilerini ve kültürel sermayenin bizzat sömürgeci bir inşa olduğunu daha derinlemesine tartışsaydı çok daha sarsıcı olabilirdi.
Globomanía
Globomanía, diğer adıyla “Balomania”, Brezilya’daki favelalarda faaliyet gösteren gizli bir sıcak hava balonu yapımcıları topluluğunu merkezine alıyor ve tamamen yasa dışı bir pratiğin içinden olağanüstü bir sinema deneyimi kuruyor. Yönetmen Sissel Morell Dargis. Bu insanlar, kimi zaman 70 metreye kadar ulaşan, havai fişeklerle ve çeşitli düzeneklerle güçlendirilen balonları uçurmak için her şeylerini riske atıyor. Film de tam olarak bu eksen etrafında şekilleniyor.
Filmin en sevdiğimiz yanı bu yasa dışı ve görünmez dünyayı yalnızca bir “suç” alanı olarak ele almaması. Aksine, gerilla tarzı bir anlatım diliyle bu pratiği bir direniş biçimi, kolektif bir hayal ve neredeyse şiirsel bir kaçış alanı olarak çerçeveliyor. Balonlar, Brezilya’nın süregiden sosyoekonomik çöküşü ve politik yarılması eşliğinde gece gökyüzüne yükseldiğinde, gerçeküstü ve son derece kırılgan ama aynı zamanda inkâr edilemez derecede gerçek bir umut hissi yaratıyor. Belki gerçek olmayan bir illüzyon ama aynı anda derinden gerçek. Büyük sloganlara yaslanmak yerine Globomanía, bir ülkenin derinleşen krizini bu yeraltı, yasadışı estetik üzerinden aktarıyor. Devletin, hukukun ve kamusal alanın geri çekildiği bir bağlamda, insanların kendi gökyüzlerini inşa etme çabası filmi yalnızca duygusal olarak etkileyici kılmıyor, aynı zamanda politik olarak da son derece güçlü hâle getiriyor. Yasa dışı olandan doğan bu kolektif eylem, sinemanın gerilla ruhunu hatırlatan nadir örneklerden biri ve biçimsel tercihleriyle uzun süre aklımızda kalacak.

Climate Art
Sanatın iklim krizi karşısında politik ve estetik alanlar açma kapasitesini düşünmek için güçlü bir çerçeve sunuyor bu güzel belgesel. Sanatçıların, kolektiflerin ve eylem biçimlerinin geçmişten bugüne nasıl evrildiğini izleyen film, sanatın yalnızca bir temsil biçimi değil, aynı zamanda harekete geçirici bir güç olduğunu hatırlatıyor.
Mathias Frick’in belgeselinin en etkileyici yönlerinden biri, iklim krizini soyut bir felaket anlatısı olarak ele almayı reddetmesi. Bunun yerine, krizi ekonomik, politik ve toplumsal eşitsizliklerle derinden iç içe geçmiş bir mesele olarak ele alıyor. Kapitalist bir üretim ve tüketim rejimi içinde, iklim krizinden en ağır şekilde etkilenenlerin kadınlar ve diğer kırılgan gruplar olması hem ironik hem de son derece anlamlı. Film, tam da bu grupların sanatsal üretim ve aktivizmin ön saflarında yer aldığını görünür kılıyor. Bu yaklaşım, sanatın neden iklim krizi çağında itici bir güç olabildiğini de açıklıyor. Sunulan işler yalnızca geleceğe dair uyarılar değil; alternatif yaşam biçimlerini hayal eden, kolektif dayanışmayı mümkün kılan ve ütopyacı ihtimalleri canlı tutan pratikler öneriyor. Protestodan ütopyaya uzanan bu hattı izleyen Climate Art: From Protest to Utopia, sanatın politik hayal gücünü nasıl besleyip yeniden canlandırdığını hatırlatan önemli bir belge niteliğinde. Çok teşekkürler yönetmen Mathias. Sevgili Agnes Denes ve onun aktivist elleri.
Konuşma: About Nowness. Storytelling, Aesthetics and Innovation in Digital Culture
Festival kapsamında video içerik platformu Nowness ile bir söyleşi yapıldı. Ancak Nowness gibi kürasyon iddiası olan platformların, AI üretimi içerikleri yalnızca “iyi görünüyor mu / çalışıyor mu?” ekseninde değerlendirmesi, estetik olanı politik olandan bilinçli biçimde ayırma çabası gibi duruyor. Oysa bu ayrım artık mümkün değil. Çünkü AI’nin kendisi zaten estetik bir araç olmaktan çok, ekonomi-politik bir düzenek.
Gavin Humphries’in söyleşide söylediği türden “bakıyoruz, şahane görünüyor, alıyoruz” yaklaşımı, sanatı neredeyse pürüzsüz bir yüzey olarak ele alıyor. Yani bağlamı, üretim koşullarını, emeği, veri sömürüsünü, telif meselesini, hatta temsil politikalarını dışarıda bırakan bir yüzey. Bu da platformun kendi estetik iddiasını zayıflatıyor aslında. Çünkü estetik, yalnızca görsel kaliteyle değil, hangi koşullarda üretildiğiyle de ilgili.
Diğer yandan bizlerin durmaya çalıştığı yerdeki gibi, ölçütün tıklanma, popülerlik ve “iş yapma” olması, Nowness’ın uzun süredir kurmaya çalıştığı “seçkin / küratöryel” pozisyonla da bir bakıma çelişiyor. Eğer estetik kararlar algoritmik ilgiyle hizalanıyorsa, o zaman platform farkını nerede kuruyor? Burada estetik kaygı, yavaş yavaş piyasa mantığına tercüme ediliyor. Bizce asıl problem şu gibi: Bu platformlar AI’yi konuşmadıkça tarafsız kalmıyorlar. Tam tersine, mevcut güç ilişkilerini sessizce onaylıyorlar. Politik kırılganlığı tartışmamak bir eksiklik değil, aktif bir tercih. Mesele “AI iyi mi kötü mü” değil; neden bu kadar rahat depolitize edilebildiği. Ve bizce tam da bu noktada, Nowness gibi platformların estetik vaadi en kırılgan hâle geliyor.
DART ile daha detaylı bilgiye buradan erişebilirsiniz.