24 ARALIK, ÇARŞAMBA, 2025

“Ben Buradan Değilim”

Kino Vertov tiyatrosunun ilk oyunu Will Eno’nun “her akşam yeniden kurulan bir seyir deneyimi vadeden” Dünyada adlı eseri oldu. Kamera-göz ile sahne-beden arasındaki sınırları bulanıklaştırarak seyirciyi edilgen değil, görünür bir tanık hâline getiren oyunun yaratıcısı Mehmet Ali Nuroğlu ile konuştuk.

“Ben Buradan Değilim”

“Ben buradan değilim. Sanırım asla da olmayacağım.” Bavuluyla sahneye giren adamın, biz seyircilere ilk merhabası bu. Aslında bu tirat, yeni kurulan tiyatro Kino Vertov’un da ilk selamı niteliğinde: ABD’li oyun yazarı Will Eno’nun oyunu Dünyada / Title and Deed… Beckett’e selamını da eksik etmeyen Eno’yu, Thom Pain ve Ben Çoktan Gidersiniz Sanmıştım oyunlarından hatırlayanlarınız olacaktır.

Mehmet Ali Nuroğlu, Ayşegül Nuroğlu ve Berrin Nuroğlu tarafından 2025’in haziranında Dünyada oyunu ile tiyatroya yeni bir adres ekleyen Kadıköy Oda Tiyatrosu, yeni adıyla Kino Vertov, meramını ise şu taksimden veriyor: “Kino adının altında yeniden bir araya geliyoruz. Yeni ismimiz, kamerayı hayatın tam ortasına yerleştiren ve görsel düşünceye yeni alanlar açan, kurgunun/montajın öncüsü büyük sinemacı Dziga Vertov’a bir atıftır. Biz de -illaki bir tiyatro olarak anılacaksak- kamerası olan bir tiyatro olarak anılalım istiyoruz… Burası sadece bizim değil, başka ekiplerin de gelip prova yaptığı, öğrencilerin çalıştığı ve ürettiği bir alan ve aslında biz tiyatro dedik ama temel olarak burası bir atölye.”

​Will Eno, dilin yaşamı ifade etmek için çok kullanışlı ve yardımcı bir araç olduğunu ancak bazen yetersiz ve işe yaramadığını söylüyor. “Biraz yabancı bir adam için monolog” alt başlığını taşıyan ve tam da bu tondan meramını sarkıtan Dünyada, çıplak, ulu orta, apaçık şekilde, sonsuz sayıda kelime ve anlam bütününün bir araya geldiği bir zihnin, alelade insani anlatımı… Yönetmenliğini ve oyunculuğunu, UyarcaDiktat ve Bir Gece Bu Cinayeti Örteceğiz oyunlarından bildiğimiz Mehmet Ali Nuroğlu’nun üstlendiği oyunun çevirisi Ayberk Erkay’a, dramaturgisi İnönü Bayramoğlu’na ait. Yardımcı yönetmenliğinde İpek Türktan ve Ayşegül Nuroğlu’nun yer aldığı oyunun müzikleri Çağrı Sinci’ye, ışık tasarımı Ömer Rauf Aksoy’a, ses efekt tasarımı Muaz Ceyhan’a emanet. Şimdi söz, “Metni ilk okuduğumda kendi sesimin yankısını buldum” diyen Mehmet Ali Nuroğlu’nda…

Sosyolog, düşünür Ulus Baker, “Hiç kimse tarihin ya da kendi özel biyografisinin belli bir anında, Orwellvari bir cehennemde yaşamakta olduğunu hissetmemiş olamaz” der (Birikim Yay.) Aşındırma Denemeleri adlı kitabında. Üstadın bu tespitinden yola çıkarak, kişisel ve kültür-sanat rotanızın kadrajından bakıldığında 2025’in “Z raporu” nasıl görünüyor? Kısa ve uzun vadede kültür-sanat üretimlerine dair öngörünüz ne olur?

Ulus Baker’i anarak başlamak güzel. Esasında sondan çok bir başlangıcı da imliyor benim için. Ulus Baker meşhur sanat ve arzu seminerlerini verdiği GİSAM’da etrafına genç müritlerini toplayıp bilinçte sıçramalar yaşattığı günlerde ben de ODTÜ’de başka bir mecrada, ODTÜ oyuncularının mabedi mimarlık amfisinde ve bazen beşerî bilimlerin o zamanlar kantinsiz ve loş koridorlarında dolanıyordum. Mesleğimin erken evresindeydim. Maalesef Ulus’un çemberine hiç giremedim, teşebbüs bile etmedim; genç bir tiyatro heveslisi olarak derslerimi de ihmal etmekteydim. Yıllar yıllar sonra, henüz jenerik alıntıları etrafı sarmaya başlamadan evvel tanıştım yazılarıyla. O zamanlar bir internet sitesinde biraz dağınık bir hâlde bulunuyordu yazıları; dağınıklık zaten imzası herhalde, düşüncelerindeki berraklığa tezat bir hâl. Sonra kitapları yayımlandıkça edindim ve özellikle Beyin Ekran (İletişim Yayınları) derlemesi başucu kitabım oldu. Sanırım sinemaya, tiyatroya dair düşüncelerimin, pratiğimin temelinde Ulus’un tezlerinin yoğun etkisi var. Bugün sinemacıların, tiyatrocuların, genel anlamda sahne ve performans işleriyle uğraşanların mercek altına alması, tartışması, sorgulaması gereken düşünceler bunlar. Tabii bizden olduğu için mi bilemiyorum müthiş bir ilgisizlik var onun düşüncelerine. Ama herkes paylaşıyor aforizma gibi… Çok bir şey söyleme haddinde görmüyorum kendimi, kültür-sanat veya gündelik dünyamızla ilgili. Fazlaca kapalı devre bir hayatım var sanırım. Ailemle ve oyunumla ilgilendim bu zaman diliminde. Bunlar dışında pek bir şey heyecanlandırmıyor beni…

Görsel / afiş tasarımı - foto credit: Sevil Alkan ve İlknur Can

“Hepimiz kan ve tuzlu sudan ve çığlık çığlığa bizi terk etmemiz için yalvaran bir anneden geliyoruz” diyerek damardan bir solo taksimi çeken; “karakter çözümlemesi”nden ziyade “bir varoluş hâlinin yankısı” kıvamında; bir adam ya da bir insan değil de bir düşünme biçimi veya bir bilinç hâlinin sahneye taşındığı Dünyada’yı tiyatro arşivinize katmaya heves ettiren meramınız neydi?

Pandemi sırasında Ankara’ya geri dönmüştüm. Bir yandan afla döndüğüm ODTÜ’de yarım bıraktığım felsefe eğitimini tamamlamaya çabalıyor, bir yandan da yıllardır hayalimde büyütüp iyice kaçınmaya başladığım yönetmenlik yoluna adım atmaya çalışıyordum. Muhtelif sebeplerle çok da uzun soluklu olmayan bir iki oyun macerasından sonra, biraz da bu işlerin yorgunuyken çıktı bu metin karşıma. Bazı metinler vardır, okuduğunuz dönemdeki zihninizde dönüp duran mevzulara, içinizi sıkıştıran hezeyanlara selam verir, sizin düğümlenmiş boğazınızdan çıkamayan sözleri şekillendirir, derdinize derman olmasa bile dertliliğinizde yalnız olmadığınızı fark ettirir. İşte bu da öylesi metinlerden biriydi benim için, hâlâ da öyle. Bu oyunu yapmamış olsaydım bile metni başucumda tutar döner dururdum Will Eno’nun kelimelerine. Yalnız olmadığımızı hissetmek çok kıymetli çünkü çok yalnızız, her birimiz…

The New York Times’ın, “Jon Stewart neslinin Samuel Beckett’i” olarak tanımladığı Eno’nun, minimal dekorla çok şey anlattığı ve bir bilgelik monoloğu tadında olan metnini uyarlarken ve sahnelerken öncelikleriniz nelerdi?

Samimiyet, içtenlik; sahne oyunculuğu ile kamera oyunculuğu arasındaki belli ve belirsiz sınırları ortadan kaldırma çabası; sinemanın araçlarıyla tiyatronun amaçlarına hizmet edebilir miyiz sorusu; dijital çağda güvenilirliği kalmamış video imajlara sahnede yeniden kan, can ve itibar verebilir miyiz merakı.

Oyunun merkezinde “evin yokluğu” kadar “dil”in de sınırlarında gezinen bir anlatım var: Belâgatli ve nüktedan. Yurt dışı basınındaki şu eleştiri manidar: “Yalnızlık hissinin sahnede somutlaşması övülüyor.” Size göre Dünyada’nın derdi nedir?

Bu soruya doğrudan verebilecek bir cevabım yok. Aslında bu oyun, sorunuzun kendisi hem benim için hem de seyirci için. Cevabı verdiğim an, oyun oyunluğunu kaybeder.

Görsel / afiş tasarımı - foto credit: Sevil Alkan ve İlknur Can

Oyun, spiral çerçevede interaktif bir biçimde paralel ilerliyor, doğaçlama yapıyormuş ve/veya sürekli unutuyormuş gibi görünen bir monolog var. Karakter, bizden ondan nefret etmememizi istiyor; hatta ayağa kalkıp onu terk edebileceğimizi kabul ediyor. Ancak bunu sessizce yapmamızı istiyor: “Çığlıklarınızı kendinize saklayın.” Provada veya sahneleme aşamasında yaşadığınız ilginç veya “bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe ettiniz?

Bir oyunda repliğimi söyledim: “Keşke su getirseymişim, boğazım kurudu.” Ve öndeki seyircilerden bir kadın, bana suyunu verdi. Başka bir seferinde: “Kucaklayayım mı seni?” dediğimde, kucaklandım. Bir başka oyunda ise eski sevgili hikâyelerini anlatırken kamerayı döndüğüm bir kadın seyirci yüzünü sakladı hep, hatta neredeyse yok saydı o anı tümüyle. O sahne de tam olarak bununla ilgiliydi ve öylesine sinematografik bir boyuta evrildi ki sahne, seyirci kurgu sanmış olabilir olan biteni. Rahatsızlık verdiysem özür dilerim o kişiden ama müthiş bir andı ve pedagojik bir misyonum yok sahnede, edep takınmam gereken bir yer de olmamalı sahne diye düşünüyorum. Yine olsa yine yaparım mutlaka... Ama hiç tekrarlayan bir an olmadı, her oyun ayrı bir deneyim.

Will Eno oyunu, yazar ve yönetmenin ortadan kaybolması üzerine işlemiş görünüyor. Gerçek, tanıdık ve bir o kadar da gizemli bu “hiç kimse” figürü, sizin tiyatro anlayışınızda nerede duruyor?

Haklı olabilirsiniz. Sanırım, biz de Will Eno’nun bu tavrında el artırıp, böyle idiyse tavrı, oyuncunun da ortadan kaybolması üzerine çalışıyoruz. En azından ben sahnede birçok zaman bunu yapmaya çalışıyorum. Yanlış anlaşılmasın, elbette sahneyi boş bırakmaktan bahsetmiyorum; ama bir noktadan sonra yaptığım şey, gerçekten oyunculuk denince anladığımız şey değilmiş gibi geliyor bana. Kendimi seyrettirmek değil çabam hem kendimi hem de seyirciyi bu kısır döngüden çıkarma çabası… Biraz da oyuncunun seyrettiği, seyircinin seyredildiği başka bir seyir deneyimi. Biraz da seyrin ortadan kalktığı bir hâl. Ama hiç kimse mi oluyorum o an ya da herkes mi oluyorum, bilmiyorum.

Oyunda en sevdiğiniz bölüm / replik hangisi ve sizi neden bu kadar etkiliyor?

Dönem dönem değişiyor aslında, şu an itibariyle bir buçuk aydır oynamadım. Vaktiyle oyun süresini biraz kısaltabilmek adına çıkardığımız bazı kısımlar var, en çok onlar geliyor aklıma. İnsan hep yapamadığı şeylerden pişman oluyor işte; olana çare yok, olmayandan kurtulmak mümkün değil. Kendi cenazesini anlattığı bir kısım var adamın, yazarın sinir bozucu espri anlayışının ayyuka çıktığı bir kısım. Orası dönüp duruyor aklımda. Bir de “oradaki” geleneklerinden birini anlattığı “doğum bulutu kısmı”… Şunu hatırlatsın diyeymiş bu gelenek; “sen sağır ve sessiz bir madde yığınısın” ya da “sürüklenip duruyor ve yavaşça gözden kayboluyorsun.” Bir oğlana ya da bir kıza yol göstersin diye boynuna asabileceğiniz küçük bir hakikat.

Görsel / afiş tasarımı - foto credit: Sevil Alkan ve İlknur Can

Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz oyundaki karakterle aynı ortamlardan tanışıyorsunuz. Bir vakit de aynı masalarda kelama düşüyorsunuz. Ona bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?

“Ev sensin.” Ev konusunda dönüp dolaşan bir muhabbet var adamın hikâyesinde... Esasında yuva, İngilizcede iki ayrı kelime var biliyorsunuz “house” ve “home”. Adam, “home” diyor sürekli. Yuva fazla duygu yüklü bir kelime bizim dilimizde. Kuşları hatırlattığından mı bilmiyorum. Biz o kadar da duygusallaştırmayalım diye ev olarak kullandık oyunda. Biraz da herkesin yuvası kendine göre ama herkesin evden anladığı üç aşağı beş yukarı belli, belki de bundan. Evde olmakla ilgili iki kadim söz var, biri birinin tersi: “Bütün mutsuzluklar evde oturmamaktan kaynaklanır.” / “Evde olan ölür.” Arada gidip geliyoruz işte…

Son zamanlarda size iyi gelen kültür-sanat ve edebiyat durakları neler? Ayrıca yakın gelecekteki programınızda neler var?

Kızımın büyüme performansı her şeyin açık ara önüne geçiyor. Daha öğretici ve izlenirliği daha yüksek hiçbir şey görmedim… Vaktim de olmuyor pek bir şeyler izlemeye. Okuyorum fırsat buldukça. En son Yerdeniz Büyücüsü’nün (Ursula K. Le Guin, Fred Fordham, Metis Yay., Çiğdem Erkal Yeşilbademli çev.) çizgi romanını okudum. Seriyi tekrar okuma isteği uyandırdı bende. Birkaç yılda bir okurum; böyle takıntı romanlarım var… Aylak Adam (Yusuf Atılgan), Bhagavad Gita, yakın zamanda tekrar okumak istediklerimden biri de Lawrence Durrell’in Avignon ve İskenderiye serileri... Per Petterson’un (Metis Yay.) Arvild Jansen serisi de. Yeniden okumak “terapimsi” bir yolculuk. Gelecek programımda ise, çok şey var ama pek az zaman… Bir müddet daha böyle “dünyada” takılacağım galiba.

0
482
0
Fotoğraf: Sevil Alkan ve İlknur Can
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage