16 MAYIS, CUMA, 2025

Bir Kanepe Etrafında Hayal ve Gerçek Arasında Yolculuk

Yaşadığımız dünyanın bugününü ele alan, hepimize denk düşen bir hikâyeye sahip olan B Planı’nın son oyunu Finito. Yallah. Kış Kış. L*ve You’yu yazarları Sami Berat Marçalı, Derem Çıray ve oyuncuları Gülce Oral, Ali Rıza Kubilay ile konuştuk.

Bir Kanepe Etrafında Hayal ve Gerçek Arasında Yolculuk

Erken içimden geldi notu: Destursuz giriş taksimimi mazur görünüz; böylesi günlere ancak böylesi gider niyetine ortaya karışık ahvalim/iz budur! Memleketin beşerî ve fiziki şartlarında gündem günlük ve saatlik değiştiğine -ki bu coğrafyada, yaşam mesaisi adı altında hepimiz çoktan şerbetlendik orası da ayrı ama- ve her daim bu değişimden en absürt biçimde payını alan kültür sanat rotası olduğuna; bu röportaj da martın son günlerinden bugüne ses vereceği vakti beklemekte/ydi… Görünen o ki gündem buna izin vermemekte ısrar / devam edecek; pek sevdiğim ekibin pek sevdiğim oyununun meramını ilginize sunarak şimdilik huzurlarınızdan uzarım!

2016’da Kabileler ile başladı B Planı ile tiyatro mesaimiz… Sonrasında sahneleme ve anlatım biçimleriyle hafızalarda yer edinen: YuvaİstilaTac’ın NöbetçileriYalnızlar KulübüYak BunuBenimle Gelir misin? ve 2020’de kOmİk… Ve yaklaşık dört yıl aradan sonra 2024 mayısında gelen ise Derem Çıray ve Sami Berat Marçalı’nın birlikte yazdığı Finito. Yallah. Kış Kış. L*ve You. Marçalı’nın aynı zamanda yönettiği oyunda, Evrim Doğan, Erdi Güçlü, Görkem Kasal, Ali Rıza Kubilay ve Gülce Oral oynuyor. Oyunun, dekor tasarımını Marta Montevecchi, ışık tasarımını Alev Topal, müziklerini Can Aydınoğlu, kostüm tasarımını ise Makbule Mercan üstleniyor.

Ezcümle; hikâyesinden oyunculuklarına, anlatım ve sahneleme detaylarının ince esprisine ve bugüne düşen sanat-hayat-edebiyat-tiyatro eleştiri kadrajına değin peşine düştüğünüzde (ki beş oyuncunun, birçok farklı karakter/obje yaratımına -anbean- tanık olurken çok eğleneceğiniz) mis olacağınız bir oyundur sahnede endam eden!

​O vakit, sözü daha fazla uzatmadan; “Gezegenimin açılışına hoş geldiniz. Lütfen tabularınızı, yargılarınızı dışarıda bırakın. Çünkü burası özgür bir gezegen. Nereden geldiğinizin, nereye gideceğinizin bir önemi yok. Bu gece hep birlikte fabrika ayarlarımıza döneceğiz. Herkese iyi eğlenceler” diyen Finito. Yallah. Kış Kış. L*ve You.’nun yaratıcılarına bırakalım… (İç ses: Geçenlerde bir sanat yaratımın notuna denk düştüm: “Love kelimesi aşk olarak anlaşılırken sanatçı harfler arasına nokta koyarak tek tek harflerin özgürlük, nefret, intikam, sonsuzluk (“Libertà, Odio, Vendetta, Eternità”) anlamına geldiğini ifade ediyor” diyordu. Bizim noktalı ve noktasız love ahvalimiz nereye tekabül ediyor bilmiyorum ama bu oyundaki denkliği ve dönüşümü manidar!)

ABD’li bilimkurgu yazarı Howard Phillips Lovecraft (H.P. Lovecraft) 1926’da kaleme aldığı Cthulhu’nun Çağrısı’nda Cthulhu Mitosu şöyle başlıyordu: “Dünyadaki en merhametli şey, insan beyninin her şey arasında bağlantı kuramamasıdır diye düşünüyorum. Sonsuzluk içindeki kara denizlerin ortasında, cahillikle dolu bir adada yaşıyoruz. Ve bulunduğumuz yerden ileri / uzaklara gitmemeliyiz ki zaten bize göre de değil. Şimdiye kadar bilim bize pek zarar vermedi. Fakat bir gün arasında bağlantı olmadığını sandığımız bilgileri birleştirerek öyle gerçekler ortaya çıkarılacak ki hepimiz ya delireceğiz ya da güvende olmak için yeni bir karanlık çağ yaratacağız.” Üstadın tarifinden yola çıkarak kişisel ve tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z raporu”nuzdan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 yılı için uzun ve kısa vadede dünya insanlarına ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?

Ali Rıza Kubilay: 2023 yılı aslında 2024’ün habercisi olan mevzuların yaşandığı bir yıldı. Trump’ın yönetime geleceğinin konuşulması, Avrupa başta olmak üzere dünya politikalarının daha çok sağa kayması veya teknoloji şirketlerinin sahiplerinin aslında yavaştan kendilerini açığa çıkardıkları; muhalif ve özgürlükçüymüş gibi davranma şekillerinin neye evrileceğinin sinyallerini verdiği ve son kertede de Amerika seçimlerinde pek çok mevzunun ayyuka çıkması gibi, süreç başlamıştı zaten. Ve biz şimdi 2025’te tüm bu onların sonuçlarını yaşamaya başladık. Almanya’da bir seçim oldu, aşırı sağcı parti ikinci çıktı. Kanada başbakanı istifa etti. Trump zaten hep ortada. Putin ise sonsuzluk hapı yutmuş gibi. Suriye’de, tam yanımızda bambaşka bir değişiklik oldu, olmaya devam da ediyor. Tabii ki bu olanlardan herkes gibi bizler (sanatçılar, oyuncular) de etkileniyoruz. Sanat bunlara hemen bir reaksiyon verdi mi; aslında veremedi ama gelecek sezon(lar) oyun yapmak isteyenler, tüm bunlara karşı sanatın söyleyebileceği ne var onu merak ederek bir şeyler arıyorlar. Böylesi zor zamanlarda yaratıcılık/lar artıyor. En meşhur ve klişe örnek, İran sinemasıdır ya! Baskılara rağmen İran sinemasından Cafer Panahi çektiği filmi, bir kek içinde saklanan USB çubuk ile İran’dan Fransa’ya, Cannes Film Festivali’ne gönderiyor ve ödül alıyor film… Bu tür zorluklar, yaratıcılığı her zaman harekete geçiriyor ya da sanatçıları/sanatkârları harekete geçmek zorunda hissettiriyor.

Derem Çıray: Dünya her dönem bir kabuk değiştiriyor. Ve yine bir kabuk değiştirme dönemindeyiz. Bu da tabii ister istemez sanatı da doğrudan etkiliyor. Dünyanın gittiği yer ve dolayısıyla bizlerin yaşadığı, daha çok otosansür ve daha çok sansür; gün be gün buraya doğru gidiyoruz. Bir korku ikliminde yaşıyoruz; herkesin korktuğu bir yerde tabii ki sanatçılar da ister istemez korkuyor. Bir filtre koymak zor, çünkü artık sadece sanatını yapıp yapamamak veya sadece kalemin özgürlüğü değil mesele. Bu sadece bizim ülkemiz için de geçerli değil, bütün dünya böyle bir yere doğru gidiyor. Bilmiyorum ne olacak, kaygıyla izliyoruz aslında. Mesela, bugün, Sami ile Finito. Yallah. Kış. L*ve You. oyununu yapmaya kalkışır mıydık, bilmiyorum. Sanmıyorum! Geçen yıldan bugüne bile çok şey değişti.

Sami Berat Marçalı: Benim için 2024’ün raporu “varoluşsaldı”. Türkiye’de varoluşun çok zor olduğunu hissediyordum. 2025’te artık öyle hissetmiyorum. Umurumda değil gibi bir hissiyata ulaştım. Çünkü artık kafayı yiyeceğim, hep beraber kafayı yiyeceğiz gibi! Artık öyle ki “kim niye sanat izlesin?” sorusuna cevap vermekte çok zorlanıyorum. Çünkü her şey normal akmıyor. İnsanların “gideyim de bir tiyatro izleyeyim ve arınayım” gibi bir hissiyatta olamamasını da anlıyorum. Ki artık ben de o hissiyatta değilim; çok tiyatrosever biri olmama rağmen… Artık çok az oyun izlemeye başladım, çünkü zaten izlediğim ya sansürlü ya da yeterince destek görmeyen bir şey olacak gibi bir hissiyattayım…

Gülce Oral: 2024 raporu ve 2025’e geçişte hem kişisel hem sanat hayatımdaki en büyük tema: “Belirsizlik” ve “sansür”. Örneğin, ders verdiğim okulda geçen yıl (Moskova merkezli protest ve feminist bir Rus punk rock grubu) Pussy Riot’la ilgili Pussy Riot ya da Her Şey P.R. adlı bir oyun yapmıştık. Fakat öyle ki bu oyunla ne Genç Günler Festivali’ne ne de başka bir üniversite festivaline başvuramadım. Çünkü tam da dediğim bu belirsizlikten dolayı korktum! Oysa, oyun çok güzel oldu, öğrenciler de sahiplendiler; ayrıca o küçücük grup içerisinde çok güzel bir birliktelik kuruldu ve umut yarattı o oyunu yapıyor olmak! Keza Finito. Yallah. Kış Kış. L*ve You.’da da benzer bir şey oldu; sürekli laf altından bazı temaları sebebiyle sansürlendi oyun... Kısaca, söylemek istediğini söylediğinde, istediğin kadar seyirciyle buluşamıyorsun. Ama sanat yapmanın sebebi de aslında bunları söylemek. Yoksa niye yapıyoruz ki zaten? Para için değil belli ki. Dolayısıyla o içerideki ihtiyacın, dışarıda o ihtiyacı isteyen başka birileriyle buluşması, asıl mevzumuz. İşte tam da buna ulaşamıyor oluyorsun ve sonrasında böyle bir sıkışıklık, belirsizlik hâli… Benim, iki yaşında bir çocuğum var, meseleleri o tarafıyla da düşünüyorum. Oyunun temalarından biri olan gitmek ve kalmak; ana karakter Ekin gibi, ben de ülkesinden gitmiş ve sonrasında geri dönmüş biriyim. Şimdi 40 yaşına geldim, kendim için olsa hayır diyebileceğim, hatta önemsemem belki fakat “bu sefer de çocuğun için” gibi bir şey oluyor. Ama az önce Ali Rıza ve Derem’in de söylediği gibi, “dünyanın her yerinde de aynı” gibi bir his de var. Bu nokta da kendi bildiğin alanı yönetmesi / idame ettirmesi mi daha kolay; en azından bildiğin bir karanlık, yoksa bilmediğin ama sistemin daha düzgün çalıştığına inandığın bir karanlığa mı yönelmek!

Gelelim, 2024 mayısında merhabasını vererek: “Hayal kuracaksın bir sürü. İçinde sevdiklerin olan. Hayal etmekten vazgeçmeyeceksin. Ne kadar yasaklanırsan yasaklan. Kimse hayal kurmanı yasaklayamaz” diyen Finito. Yallah. Kış. L*ve You. oyununa… Hikâye nasıl doğdu? Sahnede görmeye heves ettiren meramınız neydi?

Derem Çıray: Sami ile bir projenin yazar odasında tanışıp arkadaş olduk. O sırada Londra’da yaşıyordum, bir süre sonra da İstanbul’a geri döndüm. Sami, bu süreci yazmam konusunda beni yüreklendiriyordu. Önce film olarak yapmayı düşünmüştüm. Daha sonra bu hikâyeyi tek kişilik bir oyun olarak kaleme aldım. Ardından Sami’yle bir araya gelip oyunu çok karakterli bir metin hâline getirdik. Birlikte yazım süreci yaklaşık bir yıl sürdü ve ortaya çok katmanlı, bambaşka bir hikâye çıktı. Yazarken genelde çok eğlendik. Benim için zaman zaman sancılıydı, çünkü kendi göç hikâyemle de yüzleşmek zorunda kaldım. Ama bir o kadar da iyileştirici oldu. Bu oyun, bizim kuşağın hikâyesi aslında. Ali Rıza’nın güzel bir ifadesi var oyuna dair, “temsiliyet”. Çok temsil edilebildiğimizi düşünmüyorum, bu anlamda da oyun oralarda bir yere dokunuyor bence.

Sami Berat Marçalı: Bizim sesimizi söylediğini düşündüğüm bir oyun bu; zira böylesi oyunların çok da fazla yapıldığını düşünmüyorum. O yüzden de en başında Derem ile bu maceraya giriştim. Biraz önce de söylediğim, varoluşsal sebebin üzerine çok düşündüğüm bir yıldı zaten 2024. Bunun da yansımasını oyunda kendi payıma düşen kadarıyla yaptığımı düşünüyorum.

Ali Rıza Kubilay: İşimin olmadığı, hatta çok canımın sıkıldığı bir zamanda Sami, bana bir can simidi atmış oldu bu oyunla. Anlatılanın bir kadının hikâyesi olması ve yazılış şekli, beni çok etkiledi. Metni okuduktan sonra Sami’ye sordum: Oyunda ben ne oynayacağım? Dedi ki, “Belki kedi olacaksın belki banyoda-küvet belki kaynana belki de yazar / Shakespeare ya da bunların hepsi... Bakacağız.” 90 dakikalık bir oyun içinde farklı farklı 8-10 karaktere bürünmek ilgimi çekti ve balıklama daldım. Sanatın iyi gelen yönlerinden bir tanesi de temelde insanların varoluşuna iyi gelmesi. Ama bu varoluşsal süreç içinde o kadar çok görünmeyen, yazılmayan ya da sanat eserlerinin konusu olmayan insan hikâyesi var ki. İşte bunların da bir şekilde sanat veya kültürel bir yolla temsil edilip bir ürüne dönüşmesi lazım. Ve insanların da o ürünü ya da o sanat eserini görüp, bu dünyada yalnız olmadığını hissetmesi gerekiyor. Oyundaki Ekin karakteri gibi hayatını devam ettirmek veya sadece yaşamak isteyen bir sürü insan var. Bu oyun tam da bu görevi yerine getiriyor; “yalnız değilim” duygusu. Bu noktada anlattığımız hikâyenin yine bazı kıskaçlar sebebiyle tam da yerine ulaşamadığını düşünüyorum; bunun da dolu salonlara oynamak, bilet satışlarının fazla olması gibi çeşitli ekonomik nedenleri var. Çok fazla vergi ödüyor tiyatrolar. Ve insanlar artık önce karnımı doyurayım da sonra diğer faaliyetlere bakarız dönemine geldi. Dolayısıyla bir sanat ürününü satmak giderek zorlaşıyor.

Gülce Oral: Sami ile aynı zamanlarda tiyatroya başladık, bir bakıma yoldaşlığımız da var. Ben de yurt dışında yaşıyordum ve geri döndüm. Tam da yurt dışında yaşayıp geri gelmemden dolayı, bu hikâyeye kendimi çok yakın hissettim. Bir de 2013’ten beri ürettiğim veya kendimi içinde bulduğum işlerde hep aynı şeyi anlattığımı hissediyorum. Bu hissin ne olduğunu söylememe gerek yok diye düşünüyorum… Başımıza gelen o çok güzel ve sonradan kaybettiğimi hissettiğim şeyi aramaya veya onun yasını tutmaya çalışıyorum; hep böyle, hem birlik hem birey olmak, bireyken birlikte olmak gibi; o yıl yaşananlarla birlikte bu konular artık bana ömür boyu işlenecek malzeme verdi diyebilirim. Bu oyun biraz da bu yüzden beni içine aldı.

Adıyla da manidar ve inceden selamını veren oyunun derdi, meramı nedir, biraz siz yaratıcılarının yorumundan dinleyelim?

Derem Çıray: Karşılıklı oturduk ve bizim bizzat yaşadığımız bugün bu dünyayla ilgili varoluşsal problemlerimizi listeledik. Sonrasında arkadaşlarımızın ve çevremizdeki insanların da problemlerini listeledik ve aslında oyun oradaydı. Diyebilirim ki kendi hayatımızda ve çevremizde olup biten şeylerden çok fazla hikâye/detay koyduk oyuna. Bu gerçekliğin de öncelikle ekibe ve sonrasında da seyirciye çok geçtiğini, dokunduğunu düşünüyorum.

Sami Berat Marçalı: Oyunun derdi, meramı: Kendini yeniden var etmek! Kaç yaşında olursan ol, yeniden var etmenin bir yolu var, o da kendine dönüp bakmak. Yaşadığımız dünya bize farklı kulvarlarda baskılar yapıyor, sansürler uyguluyor. Ama geçmişe dönüp bak, senin bir hikâyen var. Ve şimdi o kendi hikâyene bakabildiğin bir yerden buna tutun(abilirsin) diyorum. Aynı şekilde oyundaki karakterimiz Ekin de ya da bunu izleyen herhangi biri de kendi hikâyesine dönüp bakıp ona tutunursa yaşamak daha kolaylaşacak diye düşünüyorum. Çünkü nereye gidersen git, sebeplerin değişse de -ki işte oyunda Ekin de gidiyor ve sonra geri dönüyor ülkesine- hikâyen kadar var olabiliyorsun. Ben sahnelerken, duyguların gerçek olmasına ve yaşadığımız o hâlin, empati kurabileceğimiz bir noktada durmasına çok önem verdim ve bunun da sıradan bir şekilde izlenmesini istemedim. Daha teatral sahnelenmesinin yanında, duyguları daha çok harekete geçirecek şekilde olmasını istedim. O yüzden de renkli bir reji var sahne üstünde. Zaten yazarken de böyle hayal etmiştim. Sonunda da çok iyi oyuncularla karşılaşınca, istediğim şeyleri çok daha rahat yapabildiğim bir halde buldum kendimi.

Derem Çıray: Ekin karakteri gittiğinde de öteki, kaldığında da… Ama bütün bu ötekileştirilme içinde yine de kendi hikâyesini anlatabilme şansı var. Buna inanıyor bu anlatı / oyun.

Gülce Oral: Mesela, ben ilk defa bir hayvan karakteri (kedi) oynadım. Bu da bana çok iyi geldi. Oyunculuk enstrümanım açısından da her şey, her şekilde olabilir ve oynayabilirim gibi bir oyun alanı yarattı/verdi bana. Ve bu his, provalar boyunca da beni sağalttı.

Ali Rıza Kubilay: Ben de kariyerim boyunca ilk kez bir eşya oynadım. Konservatuvarın sınavlarına hazırlanırken ya da ilk sınıfında hep doğaçlama üzerine çalışmalar verilir; fener ol, ışık ol, masa ol vs… Oyunculuk derslerinin ilk yıllarında yapı taşlarını koymaya çalıştığın zaman dilimlerinde bu çalışmalar var aslında. Ama ben, 30 yıl önce mezun oldum. Çok geçmiş üzerinden ve şimdi Sami bana diyor ki: “Küvet ol!” Bazen mesleki anlamda umutsuzluğa düştüğümde şu geliyor aklıma: Bu mesleği seçme sebebim ve konservatuvarı kazanıp girdiğimdeki o büyük sevincim, yani bir işe yaradığımı kendime ilk kanıtladığım zamanlar. Bütün motivasyonum bu his oluyor. Oyunda başta daha biçimsel bir küvet kostümü / malzemesi varken, sonrasında Sami’nin yaratıcı zekasıyla daha sade çözümlerle son anlatım şeklini buldu. Bu sadelikle seyirciye de hayal etme ve düşünme payı bırakma yolunu seçerek daha keyifli bir sahneleme ve izleme hâli yarattı diye düşünüyorum. Çünkü seyirci aslında bilet aldığında kandırılmaya hazır olduğunu bize deklare ediyor. Diyor ki, ben bilet alıyorum ve beni kandır. Biz de diyoruz ki, bak sana bilet satıyorum ve bak gör, ne numaralar çekeceğiz seni kandırmak için. Aslında en başından böyle bir “iş ilişkimiz / diyaloğumuz” da kurulmuş oluyor bilet satışında. Seyirciye, sahnede hikâyenin o kısmını gerçek bir küvetle değil de bornoz ve duş başlığı giymiş bir oyuncu üzerinden anlatmak bence çok zengin bir şey. Çünkü geri kalanını seyirci hayaliyle tamamlıyor zaten, bu da haz veriyor… Mesela, oyunda her şeyin sahne üzerinde / göz önünde yapılıyor olması da seyirciyi etkiliyor. Dördüncü duvarı yıkarak oynadığımız bir oyun bu.

Oyunda, özneye geniş bir alan sağlayan dekor, kostüm ve müzikler dikkat çekici. Mesela, -dekordaki- hantal bir kanepenin dönüşü ve işlevi şaşırtıcı. Asla aklıma gelmeyecek; iki ayaklı, bornozlu bir küvet var; adeta fantastik evrene daldığımız William adlı konuşan bir de kedi var. Ayrıca seyirci olarak kendimizi bir anda sonic boom hemhâlinde deneyimlediğimiz bir durum da var. Kısaca, sahne arkası emeği, sahne önünde de parlıyordu. Sahne arkası işçiliğinde neler yaşandı?

Sami Berat Marçalı: Anlattığın tüm bu detayların sebebi “yokluk”!

Gülce Oral: Araya bir detay eklemek istiyorum. Sami, bize ilk oyunla geldiğinde oyunu anlatışında, (büyük büyük, heyecanlı) “duvarlar yıkılacak, orası İngiltere olacak, oradan bir şey girecek, çiçekler yukarıdan aşağı inecek” gibi… Gerçekten yaratıcı bir kafa; çünkü zihin her zaman öyle çalışmalı. En yükseğini hayal edersin, sonra onu da yapabilir hâline getirirsin. Sami de bu muazzam işliyor.

Sami Berat Marçalı: Evet, o duvarları da yaptık. Fakat şöyle bir durum oldu; altı yıldır, Marta ile çalışıyorum fakat o sırada İtalya’ya taşındı, oradan yaptı dekoru. O yüzden de gidişatta biraz aksilikler oldu. Oyunun başta kafamdaki hâlinden geriye sadece hareket eden duvarlar kalmıştı ki ilk oyunu da öyle oynamıştık. O hantal kanepe ise; aslında bizim prova yaptığımız yerde olan alelade bir kanepeydi sadece, fakat sonrasında her şeyi onun üzerinden, otomatikman inşa ettik ve onunla ilişkilendirdik. Ama sonra dekorun istediğimiz efekte olmayışı ve sahnelerin düşündüğümüz dekora uygun zeminlerinin olmamasından kaynaklı, yaptığımız duvar öyle kaldı; hareket eden, değişen ve başka mekanlar oluşturan hâlden çıktı. Böyle olunca her şeyi kanepeye döndürdük. Oyunu da -Ekin’in her kurtulmaya çalıştığı mevzuda- o kanepe üzerinden, eski bir eşya ve bir emanet üzerinden yorumlamaya karar verdik. Müziklerde ise arkadaşlığımızın eskiye dayandığı, çok yetenekli Can; metni gönderdiğimde okuduktan sonra neler hayal ettiğini sordum. Karşılıklı fikirlerimizden sonra ortaya oyunun ruhunu anlayan müzikler çıktı.

Bugünün / günümüz kadrajında Finito. Yallah. Kış. L*ve You.’nun hikâyesi ve karakter(ler)i nereye denk düşmektedir?

Derem Çıray: Oyun, bizim kayıp kuşağın hikâyesi. Oyunda farklı karakterlerde ve mesleklerde olan yaşamları görüyoruz. Mesela, oyunda müzisyen karakteri, “piyanoyu sattım kirayı ödemek için” diyor ya da sigortasız çalıştırılan göçmen bir barmen var haksızlığa uğrayan. Bakınca aslında hepimiz aynı durumdayız. Çocukluğumuzdan beri neredeyse proje çocukları olarak yetiştirildik, çok şey umuldu ve umduk. Ama günün sonunda hiç de öyle bir dünyayla karşılaşamadık. Bilmiyorum. Varlık ve varoluşsal sorunları gün sonunda hepimiz yaşıyoruz.

Oyun sonrası usumda beliren Kanadalı feminist yazar, aktivist Shulamith Firestone’un şu cümleleriydi: “Çok büyük bir problemdir karşımızdaki: Yazılı tarihi de aşıp, hayvanlar âlemine dek uzanan bir ezilme... Kadın özgürleştirilmemiştir, ‘ev hizmetine’ terfi ettirilmiştir, değişik bir biçimde kullanılmak üzere yükseltilmiştir… Sevgi ve onay bulmak şöyle dursun, mülkiyete ve denetim altına girmiştir. İşte bu noktada kadın, ‘utangaç gelin’den çıkıp ‘cadaloz’a dönüşür.” Tam da bu tariften hareketle bence, oyunun ters köşesi Ekin; vaktinde denemiş, hatta ehlileşen hâlinden artık yorulmuş ve şartlar sebebiyle de tabiri caizse gemileri yakmış. Buradan hareketle sorum, oyunu sahneleme / yaratım aşamasında sizin fonunuzda veyahut kafanızda dönüp dolaşan imge-suret neydi?

Sami Berat Marçalı: Ekin aslında o kadar da ayrıksı veya öteki olan biri değil. İnsan biri. Ben, en temelde Ekin’in insan olduğunu anlatmak istedim. Onun, anlık güzelliklerini göstermek; mesela bir kediye, bir çiçeğe tutunduğunu anlatmak istedim. Ters köşeler benim için, senin söylediğinin aksine böyle bir yerden geliyor. Çünkü, sadece var olmak, özgür olmak, mutlu olmak istiyor ve kimsenin zarar görmesini istemiyor. Sadece yaşamak istiyor aslında.

Derem Çıray: Ekin’i bu hâle getiren sebepler de şöyle aslında; oyunun başlangıcından önce, karakter zaten üniversite okumuş, evlenmiş... Aslında o hepimizin bir nevi yaşadığı, adım adım tüm aşamaları geçirmiş / yaşamış; “makbul bir kadın” ne yaparsa kısmını aşmış… Eski hâli uyumlu, çalışkan, sesini çıkarmayan, her şeye tamamı olan ve ailesinin, kocasının, toplumun, kısaca herkesin ondan beklediğini yapmış. Ama süreçte her şey elinde patlayınca; evliliği yıkılıyor, oyun yazarı olmak istiyor olamıyor, senaristlik yapıyor orada da batıyor. Kısaca, hiçbir şekilde tutunamıyor. Tüm bunlardan sonra bir delirme hâli geliyor.

Gülce Oral: Biz oyunda, Ekin’in yaşamında tüm bunlar olup bittikten sonraki, son hâlini görüyoruz. Eski hayatını bilmiyoruz sahne açıldığında, oyun ilerledikçe yavaş yavaş öğreniyoruz detayları, nasıl bu hâle geldiğini. Provalar sırasında da konuştuğumuz: “Ekin karakteri antipatik mi oldu?” Antipatik olmaması lazım ki seyirci, karaktere / hikâyeye yakın hissedebilsin. Önemli rotalardan biri de o dengeyi kurabilmekti. Ama emin olduğumuz, sahnede “cici kız” görmek istemediğimizdi. Bağırsın, kızsın, küfretsin ya da sevilmesin tamam, fakat o içimizden biri; içimizde tutup da söyleyemediğimiz her şeyi söyleyebilen biri olsun ve bizler, bunlara rağmen onu anlayabilelim, içinde bulunduğu durumla empati kurabilelim. Kadınlık, maalesef böyle arketiplere sıkıştırılmış olduğu için de bir kadın hikâyesinde griyi aramak çok zor. O yüzden de böylesi hikâyeler bilinmez topraklarda gezmek gibi oluyor.

Ali Rıza Kubilay: Öncesinde, sistemin istediği normların içinde davranan hâldeyken birdenbire olayların onu getirdiği noktada seyrediyoruz Ekin’i. Aslında sistem hepimize bir üniforma biçiyor ya; akşam işinden evine vardığında Netflix’i aç, bir de pizza söyle, bu kadar ol! Ertesi gün, işe gidecek kadar paranı kazan, karnını doyur; ve yine bana hizmet etmeye devam et! Ekin, tam da sistem karşıtı bir yol seçiyor kendine. Hikâyede beni etkileyen de buydu. Ekin’in, bu bizlere biçilen algoritmalar dünyasında -bir kısmının kimlik diktatörlüğüne doğru gittiği- teknolojik teknokratlar gibi daha pek çok mevzuyu kabul etmemesi... Ekin diyor ki: “Tamam her şeyi yapabilirsin ama benim içimdeki ruhu öldüremezsin ve beni satın alamazsın.” Ekin’in “kafamın dikine gideceğim” hâli beni etkilemişti, belki de ben öyle olamadığım, o cesareti gösteremediğim için bu kadar etkilendim. Ben bir kız babasıyım; bu konularda artık çok daha farkındalığım arttı. Kızımın, benim gibi olmamasını, daha cesur kararlar vermesini, daha özgürlükçü biri olmasını hayal ediyorum.

Derem Çıray: Oyunun yazarı olarak ben de böyle bir karakter değilim bu arada. Bu yüzden belki de içimizde ukde kaldığı yerden ya da böyle olmamak için birlikte üretiyoruz. Oyun bu anlamıyla da o yanımızı ifade ediyor. Bir nevi içimize attığımız o asi ruhumuzu bu oyuna akıttık aslında toplu olarak.

Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz oyundaki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz; onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?

Ali Rıza Kubilay: Oynadığım karakterlerden biri olan Ekin’in babasına, elimi omuzuna atıp: “Bu kadar kasma. Koşulsuz sev çocuğunu, her şeyiyle kabul et” derdim.

Sami Berat Marçalı: Ekin’e söylerdim: “Görünmez değilsin, tek değilsin. Öyle gibi hissediyor olabilirsin ama değil.”

Gülce Oral: Ben de (oynadığım) Küçük Prens’e bir şeyler derdim herhalde: Ama diyeceklerimin hepsini -oyunda- zaten Ekin söylüyor. Oyunda Ekin, Küçük Prens’e, “Seni nasıl yasaklarlarsa yasaklasınlar vazgeçme!” diyor. Ben bu cümleyi Ekin’e de söylemek isterdim. Çünkü o, kendine söyleyemediği için Küçük Prens’e söylüyor.

Derem Çıray: Oyun boyunca Ekin’e, “Kendinden kaçma, kaçıyorsun, sürekli uçuş moddasın” demek istiyorum ama zaten o, sonrasında -farkına vardığı karaktere- hayalete söylüyor bunu. Oyunda söylettiğimiz bir şey. O yüzden de ekstra demek istediğim bir şey yok. Ama hani bu karakterlerin hepsi böyle bir masada otursalar, farklılıklarımız var ama birbirimizin alanına çok da müdahale etmediğimiz müddetçe bir arada yaşayabiliriz, gibi bir anlam çıkardı diye düşünüyorum.

Oyunda en sevdiğiniz bölüm, replik hangisi ve neden?

Sami Berat Marçalı: Ekin’in, Küçük Prens ile vedalaştığı sahneyi çok seviyorum. En sevdiğim sahne bu olabilir. Ekin karakterini yazarken özellikle çok vurguladığım; “biraz ırkçılık ekleyelim karaktere ki ırkçılığıyla yüzleşsin”di. Oyunda Ekin’in tek ve en yakın arkadaşı Suriyeli’ydi. O noktada “ben de uzaylıyım” kafasına ulaşabildiği bir yere geliyor Ekin. Oyunda, Suriyeli karakter tacize uğruyor, tecavüz neredeyse; bu duruma karşı kendini korumak için birini bıçaklıyor, sonrasında yakalanıyor ve Kadıköy’ü ve İstanbul’u yasaklıyorlar ona. Tabii ki böyle bir şey yok normal hayatta ama cancel’lamak denen bir şey var şu an dünyada da. Düşürüyorlar seni, yok sayıyorlar, görünmez bir hâle getiriyorlar. O da tam bu noktada... “Git tamam, nereye gidiyorsan git ama hayal kurmaktan vazgeçme. Bu parayla ilişkili değil. Bu tamamen senin kalbinle ilişkidir. Hayal kur ve o hayallerin için uğraş” diyor. Bir diğer sahne de yazar olduğum için ki özellikle şu anki Türkiye’de yazar olmak çok zor. Ekin’in ilk işi olan Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı aldığı zaman, nasıl yazacağını bilmiyor. Şöyle bakıyor ellerine ve öpüyor kendi parmaklarını. O kendini önemseme ve öpme hissi, o öz sevgiyi yaşatma hissi, bence çok kıymetli. Orada hep böyle minik bir gözüm doluyor benim.

Derem Çıray: En sevdiğim replik, bölüm -manidar olacak ama-: Oyunda Ekin’in geçmişine döndüğümüz sahne -Google’un yanlarına geldiği- Ekin ve ayrıldığı eşinin küvetin içinde olduğu ve Ankara Anlaşması kararını alacakları o gün… Google geliyor yanlarına, soruyorlar: “Göçmenlik başvurusu”, “göçmenlik rejimi” diye, “Hayır hayır, ülkeyi sevmek, enter” diyor. Her seferinde bu sahnede gözüm doluyor. Çünkü ben de yurt dışına gittim ve döndüm. Giderken ağlayarak gittim. Dönerken de koşarak döndüm aslında. Gidenler ve dönenler kısmında diyebileceğim, yaşadığımız coğrafyayı sevmiyor değiliz, seviyoruz ama yürütülen sıkıntılı politikalarla derdimiz var. Bu bana çok acı verici geliyor; seve seve gitmek.

Ali Rıza Kubilay: Tanıtım metninde yer alan: “Hayal kuracaksın bir sürü. İçinde sevdiklerin olan. Hayal etmekten vazgeçmeyeceksin. Ne kadar yasaklanırsan yasaklan. Kimse hayal kurmanı yasaklayamaz.” Çok güzel. Çünkü insanlık bugüne geldiyse bu kurduğu hayalleri sayesinde geldi.  

Derem Çıray ve Sami Berat Marçalı

Metni prova ve sahneleme aşamasında yaşadığınız, ilginç, absürt veya “bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe veya yeniden teyit ettiniz?

Gülce Oral: Emin değilim ama dünyanın hiçbir yerinde kedilerin bu kadar kişileştirilmesi ve bu kadar ortak bilince yayılmış olması gibi bir şey var mıdır? Bu durum İstanbul’la ya da Türkiye ile ilgili bir şey. Mesela, herkesin bir kedisi var ya da kedisi yoksa bile bir kediyle ilgili hikâyesi var. Hatta (Ceyda Torun’un üstlendiği, 2016 yılı, !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde prömiyeri gerçekleşen) Kedi diye bir belgesel de var. Bence, bu oyundaki detayın, bu topraklarda geçiyor olmasına dair kenarda kalan biricik bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ali Rıza Kubilay: Sahne önü ve arkası olmak üzere toplamda 10 kişiyle birlikte ortaya çıkardığımız bu oyun sürecinin hazzı benim için çok kıymetliydi.

Son zamanlarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir fotoğraf karesinden neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?

Sami Berat Marçalı: Herkes izlemiş olabilir ama (Jack Thorne ve Stephen Graham’ın imzasını taşıyan ve Philip Barantini tarafından yönetilen 2025 İngiliz suç draması televizyon mini dizisi) Adolescence çok etkilendiğim bir iş. Senaristlik mesaimden dolayı da söylemek istediğim: Bize sürekli “Diziler böyle yapılmak zorunda…” diye dayatılıyor. Hayır, böyle yapılmıyor. Herkes nasıl isterse, kendine has bir yöntem buluyor ve o yöntemler işliyor. Hatta dünyada bu piyasayı ele geçirecek kadar işliyor. Bu dizi de şu an öyle bir örnek benim için.

Ali Rıza Kubilay: Unutamadığım iki filmi önerebilirim. Eskilerden, Massimo Troisi ve Michael Radford’un yönettiği (1994 İtalya yapımı, dramatik dönem filmi) Il Postino / Postacı, meşhur bir filmdir… Diğeri, Kenneth Lonergan’ın yazıp yönettiği (2016 yapımı) Manchester By The Sea / Yaşamın Kıyısında, mükemmel bir film bana kalırsa ve görmeyen varsa görmelerini çok isterim. Kitap olarak da Ceren Kandemir’in (İnkılap Yay.) Ayıp Payı adlı şiir kitabını tavsiye edebilirim.

Gülce Oral: Şu sıralar çok kitap okuyamıyorum annelik sebebiyle. Önerebileceğim, Kae Tempest’in yazdığı (Onagöre Yayınevi, Mine Çakmak çev.) Bağlar Üzerine kitabı, bana çok iyi geldi. Yaratıcılığın ve birlikte bir şeyler yaratmanın her coğrafyadan insan için sağaltıcılığını hatırlattı. Onun dışında da kendimi hep en iyi hissettiğim yer prova odası.

Derem Çıray: Şu an aklıma (Raphael Bob-Waksberg tarafından yaratılan Amerikan animasyon trajikomedisi) BoJack Horseman’dan bir replik geldi: “Bu dehşet verici dünyada sahip olduğumuz tek şey kendi kurduğumuz bağlar.”

Finito. Yallah. Kış Kış. L*ve You’yu 25 Mayıs Pazar günü Minoa Pera'da izleyebilirsiniz. 

0
1020
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage