Bir evcil hayvan olarak hayatını bir evde geçirmiş ve dünyaya dair hiçbir fikri olmayan bir muhabbet kuşunun, kendini ait hissettiği bir yer aramasını konu alan Yıldız oyununu yaratıcıları Artalan Kolektif ile konuştuk.
Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik (2020) ve HardLove (2023) oyunlarından takibe aldığımız Artalan Kolektif’in 2024 ekiminde merhabasını veren son oyunu Yıldız bugünkü payımıza düşen... Deniz Dursun’un yazdığı, Anıl Can Beydilli’nin yönettiği ve Mine Nur Şen’in rol aldığı Yıldız, bir muhabbet kuşunun hayatına konuk ediyor bizleri... “Ben” hâlinden çıkamadığımız şu fanilikte, bir muhabbet kuşunun kadrajından hayata tanık olmak açıkçası seyir hanesinde çok farklı bir duygu yaratıyor; en azından bende tezahürü öyleydi. Bireyin özgürlük ve aidiyet arayışını bir kuş metaforu üzerinden anlatan oyunun; dramaturgisini Yaşam Özlem Gülseven, hareket tasarımını Gülnara Golovina, kostüm tasarımını Cansu Demirci, ışık tasarımını Yasin Gültepe, müzik tasarımını Gülin Kılıçay, yaratıcı yapımcılığını Aslı Candaş, yardımcı yönetmenliğini ise Elif Tekinyer üstleniyor.
En son ne zaman insan dünyasının evreninden/çemberinden çıktınız/çıkabildiniz bilmiyorum ama 5 kişilik bir ailenin çok sevilen muhabbet kuşu olan Yıldız’ın seyrine düştükten sonra ben, -tabii ki- Alfred Hitchcock’un (1963) Kuşlar, Ken Loach’un (1969) Kerkenez ve Alejandro González Iñárritu’nun (2014) Birdman filmlerini yeniden dikize yattım! Her zaman zor belki ama (zira dünyanın hızından kendimizi unutayazıyoruz çoğu vakit) arada bir insanyavrusu hemhâlimizden (belli ki buralarda da pek başarılı değiliz; bunca savaş, katliam, açlık, tecavüz varken) sıyrılıp aynı gökyüzü altını şereflendirdiğimiz -bildiğimiz / bilmediğimiz- tüm canlılara selam vermeyi es geçmemeliyiz; düşünün, şu absürt koşturmacamızda iyi gelmez mi!
Yıldız’ın yaratıcılarıyla konuştuk ama öncesinde fonumuza iyi gider niyetine, her sabah camına konan üç tane kuşu anlattığı “Three Little Birds” şarkısıyla Bob Marley’i almanızı salık veririm!
İzninizle sondan başlamak isterim. Hem kişisel yaşamınız hem de sanat / tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 yılı için kısa ve uzun vadede dünya insanlarına ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Anıl Can Beydilli: Ben maalesef kötümserim biraz. 2024 yılı dünyamız ve Türkiye’de yaşam alanı ve koşulları gittikçe daraldı. 2025’te ise en azından daha kötüye gitmez diye düşünürken ilk üç ayda bile çok daha kötüye gitti. Tiyatro açısından özgün ve nitelikli işlerin nasıl var olabileceği ve nasıl yaşayabileceği konusunda kaygılıyım. Bireysel olarak da aynı şekilde her geçen gün agresifleşen bir merkezin karşısında nasıl durabileceğimizi ve insanca yaşayabileceğimizi anlamaya çalışıyorum. Bu karanlık cevabı biraz aydınlatmak için Yıldız’dan bir alıntı ile bitireyim: “Böyle şeyler olur, biz devam ederiz.”
Deniz Dursun: 2025’in ilk çeyreğinde umutsuzluğun ve hayal kırıklığının ağır bastığı bir dönemden geçtiğimi söyleyebilirim. “Her gün her şey daha kötü oluyor” dedim sık sık. Fakat bir yandan çok önemli bir farkındalık da yaşadım: (Pek çoğumuz) bir süredir, belki de son 5-6 yıldır, coğrafyamızın çok temel gerçeklerini biliyor olsak da -bence yorgunluk ve yılgınlığın da etkisiyle- sanki ayrı bir hayat kurmuşuz kendimize ve orada yaşayıp gitmeye çalışıyormuşuz. Ben özellikle son bir aylık süreçte toplumsal mücadeleyi bireysel hayatıma içkin hâle getirmeye başladım tekrar. Bu da bana güç verdi. Daha ayakları yere basan bir noktada hissediyorum. Hem ortak yaşam hem de üretim alanlarımızda yeni bir normal inşa etmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu bizi depresyondan ve umutsuzluktan bir nebze de olsa kurtaracak bence. Mevcut şartların farkında olarak, karşısında durarak, inandıklarımızı tekrar tekrar hatırlayarak, onurlu bir yaşam sürme motivasyonuyla iç tempomuzu geri kazanacağız.
Gelelim, “Beş kişilik bir ailede yaşayan bir muhabbet kuşu. Limonlu salatalığı, Bilge’yle tuvalette kitap okumayı, Serap’ın Hamdi’ye bağırmasını, Ela ağlayınca omzuna konmayı ve Ece’nin mor ayakkabılarının içine saklanmayı çok seviyor. Bir gün evden kaçtı. Bu bir çırpıda keşfedilemeyecek kadar geniş dünyadan bir sürü şey öğrendi. Buna büyümek deniyormuş meğer. Bir de şimdi gelmiş hepsini bize anlatıyor. Bir parka tünemiş, gelene geçene sesleniyor” peşrevinden selamını veren Yıldız’a… Öncelikle -ilk yazarlık mesaisi olması hasebiyle de kıymetli olan- bu hikâyenin yaratım, yazım sürecini ve sahnede görmeye heves ettiren meramınızı anlatır mısınız?
Mine Nur Şen: Bir muhabbet kuşunun gözünden dünyaya bakmak hâlihazırda ilginç, heyecan verici ve merak uyandırıcı bir şey bir oyuncu için. Beni de ilk aşamada heyecanlandıran şeylerden biri buydu tabii ki. Ama sadece bu değildi. Eğer hikâye, insan hayatıyla da ilişkilenebilir olmasaydı, bir muhabbet kuşunun gözünden dünyaya bakmak maksimum 5-10 dakika ilgi çekici olabilir bence bir oyunda. Bu noktada Deniz, Anıl, Aslı, Yaşam ve benim metni okuma biçimimiz çok temel bir yerde ortaklaşıyordu: “Bir evcil hayvan olarak hayatını bir evde geçirmiş ve dünyaya dair hiçbir fikri olmayan bir muhabbet kuşunun kendini ait hissettiği bir yer araması.” Bu arayış beşimizin hayatında da önemli bir yere dokunuyor, tam da böyle bir yerden seyirciyle bağ kurabilme ihtimalinin peşinden gittik.
Deniz’in yazdığı metin bizi bir araya getirdi ilk aşamada. Sonrasında ilk iki ay masa başı çalışmalar yaptık. Yukarıda bahsettiğim arayışı oyunun tamamına yaymak için fikir alışverişleri yaptık. Deniz’in yazdığı draftlar üzerinden her buluşmada yeni ihtimaller açığa çıktı. Sonrasında provaya başladık. Aslında masa başındaki birlikte düşünme ve deneme süreci provada da devam etti. Yaptık, söktük, tekrar yaptık. Anıl açık prova yapmayı çok öneriyor, ben de severim ama her provayı açık prova olarak kurgulayan bir yönetmenle çalışmamıştım daha önce. Bence bu oyun için biçilmiş kaftan oldu bu yöntem. Bir sürü geribildirim aldık. Bu sayede ekipçe üzerine düşünecek ve deneyecek bir sürü ihtimal açığa çıktı. Günün sonunda herkesin kendinden bir şeyler kattığı bir oyuna dönüştü Yıldız.
Sahneleme aşamasında (yazar-yönetmen-oyuncu rotasında) hangi tür enstrümanlarla ilgilendiniz? Süreçte sahnelerken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz detaylar / notlar nelerdi?
Anıl Can Beydilli: Benim tüm süreç boyunca en çok uğraştığım konu nasıl bir biçime ihtiyacımız olduğu ve karakterin hikâyeyi anlatırken seyirciyle nasıl bir iletişim kuracağıydı. Provalarda ilk olarak tamamen seyirciyle diyalogda olduğu açık bir biçim üzerinde durdum ve çeşitli denemeler yaptım fakat süreç içerisinde seyirciyle karşılaşmalar yaşadığı, sonra anlattığı hikâyenin içerisinde tekrar kaybolduğu hibrit bir yapıya ulaştık.
Mine Nur Şen: Benim için en kıymetli olan şey samimi olanı aramaktı sanırım. Bu her şey için geçerli. Bir oyuncu olarak seyirciyle samimi bir ilişki kurabilmek de buna dahil, kendimi hikâyeyle dürüst ve samimi bir yerden karşılaşmaya açmak da dahil, ekipteki herkesin kendi gerçekliğini dahil ettiği ortak hissi barındıran bir neticeyi aramak da dahil. Ekipteki herkes de mesleğiyle böyle bir ilişki kuruyor bence, bir araya geldiğimiz için çok şanslı hissediyorum kendimi.
206 kemik insan yavrusu olarak çözememişken, bir muhabbet kuşu üzerinden varlık / varoluş şifreleri üzerinde gezinmek nasıl bir deneyim ve duygu/düşünce durumu yarattı? Zira oyunu seyredalarken “Antrozooloji ve İnsan-Hayvan Çalışmaları” hakkında makaleler (ve kitap) yazan sosyolog Nik Taylor’ın çalışmaları geldi aklıma…
Mine Nur Şen: İnsan/hayvan ikiliği üzerinden bakamadım hiç bu oyuna ben. Bir canlı (Yıldız), hayatının tamamını bir evin içinde geçirmiş. Dünyaya dair bir bilgisi yok. Bu, insan olarak bizim tahayyül edemeyeceğimiz bir şey gibi. Çünkü biz sosyal varlıklarız, dünyaya dair karşılaşmalarımız çok küçük yaşlarda olmuştur, çoğunu hatırlamıyoruzdur belki, ama sezebiliriz. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir video gördüm. Bebeklerin ilk defa dondurma yediği anların bir kolajı, müthiş bir videoydu. İlk aşamada bilmediği bir şeyi tattığı için, muhtemelen soğuk da olduğu için hafif bir korku ve şaşkınlık hâli oluşuyor hepsinde, sonra tadının güzel olduğunu fark ediyorlar ve gülmeye başlıyorlar, kimisi coşkuyla çığlık atıyor, kollarını bacaklarını daha hızlı hareket ettirmeye başlıyorlar ve birçoğu büyük bir saldırganlıkla dondurmaya yumuluyor ve daha fazla yemek istiyor. Yıldız’ın bilgisizliği böyle bir bilgisizlik; daha ham, ilkel, dürtüsel bir canlı. Çalışırken benim keşfetmek istediğim, heyecan duyduğum kanallar da buralardı. Metin ve dramaturgi Yıldız’ı, biz insanların bağ kurabileceği durumların içine düşürüyor. Bu durumlarda Mine’nin akılcı/yetişkin hâlinden uzaklaşmak ve Yıldız’ın dürtüsel/ham var oluşunu gerçek kılmaya çalışmak zihnimde/bedenimde farklı farklı bir sürü kapı araladı.
Bu hikâyenin derdi, meramı nedir; bir cümle ile tanımlarsanız...?
Deniz Dursun: Karşılaşmalar ve çelişkiler derim. Oluş hâli derim. İnsan ya da kuş ya da herhangi bir şey olarak, yani “biri olarak” yerini -ve dolayısıyla kendini- aramak derim.
Mine Nur Şen: Sanırım bir cümleyle ifade edecek olsam “hayat basit ama çok mühim” derdim.
Diyorsunuz ki: “Kaybolmak için mi gittin, bulunmak için mi? Bulmak için. Ama nereyi, bilmiyorum.” Mutlu insanlar nerede yaşar? Peki mutlu kuşlar nerede yaşar? Mutlu bir Yıldız nerede yaşar?” Ben de bu soruları -hikâyenin yaratıcıları olarak- siz(ler)e sormak isterim?
Deniz Dursun: Bunlar benim de cevabını bilmediğim sorular. Yıldız da bilmiyor. Mutlu bir Yıldız’ın nerede yaşamayacağını biliyor ama. Daha doğrusu mutlu olmadığı yerleri göre göre bir fikir sahibi oluyor. Genelde de bu böyle galiba. Günün sonunda önemli olan “durmaman gereken yerde durmamak” oluyor. Ama bunu yapabilmek için de önce bir süre durmak gerekiyor. Kısacası, kesin yanıtları olmayan, iç içe geçmiş meseleler hepsi.
Hikâyeyi yazarken, okurken / prova ederken, sahnelerken yaşadığınız, ilginç, absürt veya “bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe ve yeniden teyit ettiniz ya da şu an aklınıza gelen, tebessüm ettiren veyahut hüzünlendiren neler oldu bu süreçte? (İç ses: Şimdilik bu çağda / gezegende, dilini / biçimini bilmediğimiz bi’canlı üzerinden yaşamla ve evrenle hasbihal etmek eminim, farklı türde bir diyalog ve kadraj sunmuştur.)
Anıl Can Beydilli: Hakan Emre Ünal’ı davet ettiğim provayı söyleyebilirim. Ona bir akış izletmiştik ve çıkışta oturup üzerine çalışabileceğimiz harika feedback’ler almıştık. Fakat “provaya çağırıyorsanız bir kişi çağırmayın birden fazla seyirci olsun” diye şikâyet etmişti. Buna çok güldüm çünkü gerçekten akış boyunca nasıl reaksiyon veriyor diye Mine kadar onu da izlemiştik, belli ki biraz daraltmışız.
Deniz Dursun: Provalara çok az bir zaman kala ekip içinde küçük bir ayrılık yaşadık biz. Temmuz ayıydı ve hepimiz farklı şehirlerdeydik o sırada. Bu ayrılıktan birkaç gün önce, daha hiçbir şeyden haberimiz yokken ben bir rüya görmüştüm. Bir tarafta kalanların, bir tarafta gidenlerin olduğu bir rüya. İki taraf da ayrı arabalara biniyordu ve ben tam ortadaydım, kaybolmuş gibiydim, iki arabaya da binmiyordum. Sonrasında Mine, Anıl, Aslı ve Yaşam’ın olduğu arabanın kaza yaptığını öğreniyor ve oraya ulaşmaya çalışıyordum. Neyse ki kimseye bir şey olmuyordu. Uyandığımda şöyle düşünmüştüm: “Ben de o arabaya binseydim belki kaza yapmazdık.” Bu rüya hem Yıldız’a hem ekibe dair çok önemli şeyler söyledi bana. Bu oyun, içindeki insanlardan biri bile olmasa olmazdı. O günden sonra hep bunu hatırlayarak devam ettim.
Mine Nur Şen: Bir prova çıkışı yaratıcı yapımcımız Aslı’yla yemek yemeye gitmiştik. Gittiğimiz mekânda kocaman bir papağan vardı. Ve bir masanın üstünde sağa sola yürüyordu. Kafasını uzatarak bizim masamızdaki yemeklere ulaşmaya çalışıyordu. Kuş bu, neden uçarak gelmiyor diye düşündük. Mekânın sahibine sorduk. Uçamıyor o dedi. Kanatlarının altında dört tane özel tüy var onları kesiyoruz, o zaman uçamıyorlar dedi. Bunu çok basit bir şekilde, çok normal bir şeymiş gibi anlattı. Şok oldum. Oyunun bir sahnesini oluştururken bu olaydan esinlenmiştik hatta.
Oyunda en sevdiğiniz bölüm / replik hangisi ve neden?
Anıl Can Beydilli: “Kaybolmak için mi gittin bulunmak için mi?” Oyunun bütün meselesini barındırmasının ötesinde Yıldız’ı benim gözümde trajik bir kahramana dönüştüren çok güçlü bir çelişki içeriyor.
Deniz Dursun: Yıldız’ın kuş grubunun yanından ayrıldıktan sonra kendi kendine uçtuğu kısmı çok seviyorum. Özellikle kendini yatıştırma telaşının, içinin “bulantısının” o sahnedeki müzikle olan tezatlığı çok etkileyici. Yolculuğunun bütününü düşündüğümde de Yıldız’ın tüm katmanlarını iyice idrak ettiğim yer burası aynı zamanda. Hepimize çok basit ve gerçek bir şey söylüyor burada: “Herkesin kendi hayatı var.” “Kaybolmak için mi gittin bulunmak için mi?” “Her şey olması gerektiği gibi oldu.”
Mine Nur Şen: Bir sürü var, bir tanesi: “Bu şehrin kokusu bile değişmiş. Şey gibi kokuyor. Ekmek.” Oyunda Yıldız’ın şehirle kurduğu bağın değiştiği bir sekans var. O bölümü sahnede kurmaya çalışırken Anıl çok iyi bir koşul verdi bana. “Yıldız saklandığı yerden çıktığında zaman geçmiş, şehir değişmiş olsun” dedi. Bu koşulu tutarak doğaçlarken çıkan repliklerden biriydi bu ve söyler söylemez bana çocukluğumun akşamüstü hissini hatırlattı. O sekans bir sürü farklı şeyi bir arada hissettiriyor bana o yüzden çok seviyorum. Yıldız’ın kuş grubundan ayrıldıktan sonra kendi yalnızlığıyla baş başa kaldığı bölümün tamamını da çok seviyorum. Deniz, Yıldız’ın dünyayla/sevdikleriyle/kendisiyle mücadelesini öyle güzel ifade etmiş ki o bölümde.
Sahne arkası emekçilerinden de bahsedelim isterim ki müziklerde pek sevdiğim Gülin(ler)’i görüyoruz… Mesela bu buluşma nasıl gerçekleşti?
Anıl Can Beydilli: Gülin’le aslında Mine tanışıyordu. Hayranlık duyduğum bir müzisyen ve tiyatrocu. Mine, bana, Gülin’e sorabileceğini söylediğinde çok heyecanlandım ama vakit ayırabilir mi, birlikte mesai yapabilir miyiz gibi endişelerim vardı. Fakat Gülin’le anlaştık ve işe inanılmaz sahip çıkarak bize çok güzel tasarımlar yaptı.
Artalan Kolektif yapısında kimler var? Gelecek günlerde tiyatro rotasında bizleri neler bekliyor; masanızdaki proje ve programınızdan bahseder misiniz?
Anıl Can Beydilli: Artalan, çağdaş hikâye ve sahneleme biçimleri araştırmak için kuruldu ve bu kolektif yapının gittikçe genişleyerek merkezi bir vizyon yerine bir üretim alanına dönüşmesini hayal ediyoruz. Bahsettiğiniz oyunlarla tanıştığımız ve birlikte ürettiğimiz herkes de Artalan’ın içerisinde aslında. Buradaki insanlarla üretmeye, yeni insanlarla tanışmaya ve büyümeye devam edeceğiz.
Son zamanlarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir fotoğraf karesinden neler var; paylaşırsanız bizler de nasiplenelim isterim?
Anıl Can Beydilli: Yayımlanacağı için tabii ki havalı şeyler söyleyeceğim. Film olarak The Brutalist beni en çok etkileyen işlerden biriydi. The Times’a kapak olan Saraçhane’deki “Maskeli Semazen” fotoğrafı son yıllarda gördüğüm en çarpıcı fotoğraf olabilir. Bu sene izlediklerimden en sevdiğim oyun ise Nadir Sönmez’in yazıp yönettiği Bro! oldu.
Deniz Dursun: Şu sıralar pek yeni bir şey tüketmedim ben, bildiğim sularda yüzdüm genelde. Yaşar Kemal’in Sarı Sıcak’ını okudum uzun bir aradan sonra tekrar. Oradaki her hikâye çok etkiliyor beni. Sonra Beliz Güçbilmez’den Anne Ben Düştüm mü?’ye hep elim gitti. Kurmacalar ile yaşam arasında kurulan güçlü bir ilişki var orada, zihin açıyor. Sempé’nin Raoul Taburin’ini tekrar okudum. Bisiklete binmeyi bilmeyen bir bisiklet ustasının hikâyesi. Çizgileriyle de kelimeleriyle de ilham verir bana, çok severim. Radarıma yeni giren The Rehearsal var. Hayatlarındaki önemli anların bir simülasyonda provasını yapan insanları izlediğimiz bir Nathan Fielder dizisi. Son zamanlarda seyrettiğim en etkileyici şeylerden biri. Bir de asıl Mahir Polat’ın söyleşileri ve konuk olduğu yayınlar var ilham olan. Çoğumuz gibi ben de onu -ismini ve işlerini bilmekten öte, yaşantısı ve birikimiyle- bu süreçte daha yakından tanıdım. Çok da memnun oldum.
Yıldız'ı 3 Haziran'da Bodrum Gümüşlük Akademisi'nde izleyebilirsiniz.