
MIX Festival kapsamında Zorlu PSM’de konser vermeye hazırlanan, güçlü hikâye anlatıcılığı ve özgün sound’u ile dikkat çeken Bulgarian Cartrader ile sanatçı kimliği, müzik üretim süreci ve yeni albümü Greetings from Soulgaria üzerine konuştuk.
Türkiye’de ilk kez sahne alacak Sofya doğumlu müzisyen Daniel Stoyanov’un Bulgarian Cartrader projesi; güçlü hikâye anlatıcılığı, sürükleyici melodileri ve özgün sound tasarımıyla fark yaratıyor. Bulgarian Cartrader, kişisel deneyimlerini ve kültürel mirasını müziğe dönüştürerek, dinleyiciyi hem duygusal hem de ritmik bir keşfe davet ediyor. Üretimlerinde kendi melodilerini modern elektronik öğelerle birleştirirken, her şarkısı kendi hikâyesini taşıyor, bu hikâyeler de albümün her notasına yansıyor.
Yeni albümü Greetings from Soulgaria’da da Balkan esintilerini, elektronik deneyleri ve soul etkilerini bir araya getiriyor. Albüm, Bulgarian Cartrader’ın sanatçı olarak olgunluğunu ve deneysel yönünü bir araya getiriyor. Albümde soul, elektronik ve dünya müziği etkileri birbirine karışıyor; dinleyiciye hem sürprizlerle dolu hem de samimi bir müzik deneyimi sunuyor. MIX Festival bağlamında Türkiye’de ilk kez konser verecek Bulgarian Cartrader ile hem üretim sürecine dair iç görülerini hem de yeni albümüne dair heyecanını konuştuk.
“Bulgarian Cartrader” isminin arkasında nasıl bir hikâye var? Bu personanın kimlik, göç ve mizah kavramlarıyla nasıl bir bağı var?
Bu ismin arkasındaki hikâye; 2015’te müzikten biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Hayatın tesadüfleri işte, tam o sırada Sofya yakınlarındaki köyümden bir Bulgar arkadaşım aradı ve Almanya’dan Bulgaristan’a iki arabayı götürürken (aslında daha çok çeviri yapmam için) yardım edip edemeyeceğimi sordu. İyi bir arkadaşımdı, ben de onunla gitmeye karar verdim. O, yaşça büyük, deneyimli ve biraz sert araba satıcılarından oluşan bir ekiple gelmişti. Bu deneyim, sanattan ve müzikten şimdiye kadar olduğum en uzak noktaydı ama aynı zamanda o adamlara karşı bir hayranlık ve saygı hissettim. Keşfedilecek çok şey vardı — jestlerin ve taktiklerin gizli bir dili gibiydi.
Sonra birkaç yıl geçti, kendi müziğimi yapmak ve daha önce hiçbir sanatçıya benzemeyen ama bir şekilde dikkatleri Doğu Avrupa’ya çeken bir isim bulmak istedim. İsmi okuduğunda hemen kafanda bazı imgeler canlanıyor — ama sonra müziği ve adamın kendisini görünce bambaşka bir şeyle karşılaşıyorsun. Sonuç kafa karışıklığı oluyor. Bazı insanlar bundan rahatsız olup uzaklaşıyor, bazılarıysa kalıp merak ediyor: “Neden böyle yaptı? Neden kendine böyle bir isim seçti?” Neredeyse bir tür sabotaj gibi hissediliyor. Ama ben bunu seviyorum çünkü ben Bulgar’ım, arabaları seviyorum ve her şey gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Ama içinde bir tür “imkânsızlık” hissi var ve işte benim için sanat tam da orada başlıyor.
SEEED ve Solomun gibi isimlerle çalışmış olmak bugün müzik üretiminize nasıl bir bakış kazandırdı? Kendi zamanınızın geldiğini anladığınızda geçmiş deneyimleriniz size yol gösterdi mi?
Ben aslında ünlü isimlerle çalışmadan önce de prodüksiyon yapıyordum. Bu süreçten özel bir şey öğrendim ya da bir numara kaptım diyemem — belki sadece şarkı yapım sürecinde karar verme kısmında biraz dikkatli olmayı ve adımları atlamadan ilerlemeyi öğrendim. Ama şunu da söylemeliyim ki hâlâ pop formülleriyle çalışmakta berbatım. Bu da bazen havalı indie müziğe yol açarken bazen de daha geniş kitlelere ulaşma şansını elinden alıyor. Sanırım bu tamamen bana özgü bir durum. Asıl mesele; “kendi” işini yapmak, “kendi” sesin olmak, “kendi” müziğini yaratmak istiyorsan — dışarı çıkmalı, yapmalı, bazen kaybetmeli, bazen kazanmalı, sonra yine kaybetmeli ve sonunda “kendi” yolunu bulmalısın. O zaman, bir gün senin dinleyicin olabilecek insanlarla gerçekten iletişim kuran, onlarda iz bırakan kendi pop müziğini yaratabilirsin.
Şarkılarınızda fikir kıvılcımı genelde nerede doğuyor? O ilk kıvılcımı yakaladığınızda, fikri büyütmek için evde hızlı bir demo kaydetmeyi mi yoksa önce birkaç gün zihinde bekletip olgunlaştırmayı mı tercih edersiniz? Bize bir parçanın taslaktan son hâline giden yolculuğunu anlatırsınız belki.
Ah, o kıvılcım denen şey… çok güzel bir gizem. Kelimenin kendisi de bunu anlatıyor zaten. Anlık bir şeydir ama yaratıcı ruhu heyecanlandırır, onu günlük rutininden uyandırır. Bir anlığına gerçekten dünyanın en iyi şarkısına sahip olduğuna inanırsın. Hep öyledir — gece yarısı küçük bir demo kaydedersin ve yatağa giderken “Bu seferki özel, biliyorum!” diye düşünürsün. Bence çoğu fikir, ilk dakikalarındaki o hâliyle zaten mükemmeldir — tamamlanmamış, yarısı hâlâ sanatçının kafasının içindedir. İşte zor kısım burada başlıyor: O hâlâ bir şarkı değil. Henüz doğmamış bir şey gibi. Sonra süreç başlıyor, “demo versiyon 1”den “demo versiyon 29 artık bitmeye hazır”a giden o uzun yolculuk.
Çoğu fikir o ilk, kusursuz, yarı var olan hâline bir daha asla dönemez; sadece kaybolur. Kıvılcım da kaybolur ama bazen bir bağ kurmayı başarırsın. Şarkı senin için hâlâ bir anlam taşır ve bu sayede seninle var olmaya devam eder.
Ben genelde şarkılarla uzun zaman geçiririm, onlarla her türlü denemeyi yaparım. Birçok müzisyen ve sanatçı gibi içgüdülerime güvenirim. Elimden gelenin en iyisini yaparım ve bu şekilde mücadele etmek benim için sağlıklı bir şeydir — çünkü bu, büyüme demektir.
Kendi özgün tarzınızı dinleyicilere sunuyorsunuz aslında. Bir yerde “klişe tehlikelidir” dediğinizi anımsıyorum. Bu yaklaşımınızı stüdyoda operasyonel prensiplere nasıl çeviriyorsunuz? Bu kapsamda kendinizi kısıtladığınız ya da belki yoğunlaştığınız şeyler oluyor mu?
Hmm, klişeler elbette tehlikelidir; hatta klişelerin yan yana gelmesi genellikle sıkıcıdır — mesela mutlu bir şarkının hüzünlü sözleri gibi... Ama aslında mesele, klişenin içine gizlice yerleştirdiğin o küçük ipucudur; dinleyicide tatlı bir şüphe uyandıran o ince detay. Demek istediğim şu: En çok sevdiğim ve bana ilham veren şarkılar, neredeyse “cheesy” olmanın eşiğinde duran ama yine de insana duygusal olarak dokunmayı başaran şarkılar. Klişeler dinleyiciyle anında bir bağ kurmanı sağlar ama eğer o bağı birkaç saniye içinde gizli bir sırla, rahatsız edici bir kelimeyle ya da şaşırtıcı bir groove’la derinleştirmezsen dinleyici hemen uzaklaşır. Bunun milyonlarca yolu var — hâlâ öğreniyorum, muhtemelen sanat hayatım boyunca da öğrenmeye devam edeceğim. :)
İlham almak için referans şarkılar melodiler vs. dinler misiniz? İlham almakla etkilenip benzemek arasındaki çizgiyi nasıl koruyorsunuz? Özgün olmak artık çok zor ve bilinç altımızın nelerden etkilendiğini bile anlayamıyoruz çoğu zaman. Siz bu işin içinden nasıl çıkıyorsunuz?
İyi bir noktaya değindin! Keşke bazen referans şarkılarla çalışabilsem — hiç öyle yapmıyorum ve bu da bazen, mesela bir parçayı miksaj için teslim ederken, ne istediğimi anlatmayı zorlaştırıyor. Ayrıca, ulaşılamayana ulaşmaya çalışmak her zaman iyidir.
Genelde durum şöyle oluyor: Hoşuma giden bir şarkıyı dinlemiş oluyorum, sonra onu hafifçe, belirsiz biçimde hatırlıyorum. Eski klasiklerden ya da bir şekilde seni derinden etkileyen efsanevi sanatçılardan bahsediyorum. O anlarda sanki onlar gibi davranıyormuşum gibi yapıyor ama kendi yolumu bulmaya çalışıyorum.
Bir yıl içinde dinlediklerimden kesinlikle etkileniyorum — bazen bu etkinin ortaya çıkması biraz gecikiyor. Mesela üç ay önce Labi Siffre albümü dinlemiş oluyorum, sonra tamamen farklı, çağdaş şeylere geçiyorum (listem çok karışık, zevkim de epey geniş ve uçlarda). Ve sonra bir gün, hiç beklemediğim bir anda, bu albümleri dinlerken edindiğim tüm izlenimleri harmanlayan bir fikir geliyor aklıma. Beynin bu durumlarda nasıl çalıştığı gerçekten garip. Ama beni en çok etkileyen şey, sadece gerçekten sevdiğim müzikler oluyor. Onların hepsi içimde bir yerlerde uyuyor sanki ve yeni fikirler üretmeye başladığımda, o eski şarkı anılarını tetikliyorum; bu da ham fikirlerimi tamamlamam için bana motivasyon oluyor.

Eminim yakın zamanda yayımlanan yeni albümünüz Greetings from Soulgaria için çok heyecanlısınızdır. Ben büyük bir zevkle dinledim, aklımdan çıkaramadığım dönüp durduğum parçalardan oluşuyor. Albümün kayıt ve hazırlık aşamasından biraz konuşalım mı?
Ah, teşekkür ederim, bunu duyduğuma çok sevindim! Henüz çok erken olmasına rağmen şarkılar hâlâ beni seviyor, şükürler olsun. :) Çok kutsal bir his veriyor, özellikle ikinci yarısı. Kapak fotoğrafındaki duvarın rengi, o Bizans havası… bilmiyorum, albümün havası bir şekilde bu gibi geliyor. Bu şarkıların bir değeri var; bana zengin ve dolu dolu geliyorlar ama aynı zamanda onları biraz bırakıp bir sonraki yolculuğa bakmaya da başladım.
Her şeyi kendi başıma kaydettim, ilk kaydı da (2-3 küçük istisna dışında). Bir sonraki albümde başka insanlarla çalışmayı gerçekten isterim, göreceğiz… zaman gösterecek.
Albümde duyduğumuz “parlak ama sıcak” ses imzasını nasıl kurguladınız? Hikâye anlatımı da bunu nasıl destekliyor sizce?
Yamaha’nın 70’ler işleri, bayılıyorum onlara. CS-5 ile mono synth melodiler, SK-20 ile o stringimsi pad’ler ve katmanlar… Sonra, şarkı sözleri yazarken bazen Amerikalı arkadaşım Ani Ravi’yi arıyorum. Saatlerce kişisel şeylerden konuşuyoruz ve sonra bir his boyunca dolaşmaya başlıyoruz, sanki bir ormanda yürüyormuşuz gibi; göz ucuyla gördüğümüz tüm küçük detayları yazıyoruz. Gerçekten tamamen rastgele şeyler olabilir ama kelimeler doğru yere oturursa, hikâyenin bir parçası hâline geliyorlar.
Albümdeki şarkı sıralaması her zaman merak ettiğim bir konudur. Albümü planlarken neleri ön planda tutup şarkı akışını şekillendiriyorsunuz?
Bir itirafta bulunmam gerek… Şarkıların sırasını belirlemek benim için gerçekten zor bir konu. Hep bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorum ve gerçekten dışarıdan bir bakış açısına ihtiyaç duyuyorum. Bu yüzden menajerimi davet ediyorum, o da listeler hazırlıyor; tabii ben de kendi listemi yapıyorum ama genellikle onun listesini neredeyse hiç düzeltmeden alıyorum. Bu konuda iyi bir hissi var. Nedenini bilmiyorum ama o, parça sıralaması konusunda daha iyi seçimler yapıyor. :)
Yeni dönemde dinleyiciler sizden nasıl bir ses dünyası beklemeli? Uzun vadede “Bulgarian Cartrader” projesini nerelerde görmeyi istiyorsunuz?
Ah! Daha denemek istediğim o kadar çok şey var ki… Müzik, etrafındaki tüm saçmalıklardan biraz uzaklaşınca aslında hiç bitmeyen ve heyecan verici bir şey. :)
Merak duygum o kadar yoğun ki. Önümüzdeki on yıl boyunca beni motive etmeye yetecek kadar… Yapabilirsem, çok seyrek ve minimal bir yaklaşımla, enstrüman kullanımını sadeleştiren albümler çıkaracağım. Ve gerçekten bir albüm yapmak istiyorum; içinde yer alan şarkılar tek bir enstrümanla kusursuz şekilde çalınabilecek şekilde yazılmış olacak. Yani bir kişi, gitarla çalsa bile harika akorlar ve melodilerle bütünlük içinde çalışacak. Tıpkı Paul Simon’ın Dick Cavett Show’da gitarını alıp “50 Ways to Leave Your Lover”ı çalması gibi.
Sizi MIX Festival kapsamında izleyeceğimiz için çok heyecanlıyız. Umarım yeni albümden de parçalar dinleyebiliriz. Komşu ülkeler olarak Türkiye ve Bulgaristan arasında güçlü kültürel bağlara sahibiz. Sahnede de bu yakınlığı hissedeceğimize eminim. MIX Festival setinizin akışı nasıl olacak?
Türkiye’de ilk konserimi vereceğim için çok mutluyum :) İstanbul’a daha önce hiç gelmemiştim. Bu benim için büyük bir onur. Ben ve grubum sizlerle harika, eğlenceli bir gece geçireceğiz, söz veriyorum! Çok eğlenceli ve keyifli olacak.
Güncel politik değişimler ve tartışmalar hakkında pek bir şey bilmiyorum, ama dedemin bu konuyla ilgili söylediğini hatırlıyorum: “Dnes, turzite sa ni nai dobrite komshii” yani “Bugün Türkler en sevdiğimiz komşularımız!” Şapka çıkarıyorum dedeciğim! İyi adam ;) Cheers.
%100 Müzik katkılarıyla 14 ve 15 Kasım’da Zorlu PSM’de gerçekleşecek MIX Festival’in biletlerine buradan ulaşabilirsiniz.