24 KASIM, PAZARTESİ, 2025

“Dünya, Bu Albümün Sessiz Bir Ortağıydı”

Der Weg einer Freiheit, black metalin vahşi enerjisini içsel bir yolculuğun atmosferiyle birleştiriyor. Son albümleri Innern, grubun olgunluğunu ve müziğe dair derinlikli bakışını ortaya koyuyor. 30 Kasım’da İstanbul’daki ilk konserleri öncesinde Der Weg einer Freiheit ile buluştuk.

“Dünya, Bu Albümün Sessiz Bir Ortağıydı”

2009’da Almanya’nın Würzburg kentinde kurulan post-black metal grubu Der Weg einer Freiheit (Özgürlük Yolu), 12 Eylül’de yayımladıkları son albümleri Innern ile hem olgunluklarını hem de müziğe dair derin / felsefi bakışlarını bir kez daha ortaya koyuyor. İstanbul, IF Performance Hall Beşiktaş’ta sahne alacak olan grup, black metalin sertliğini ve trajik melodilerini insanın iç dünyasına yapılan cesur bir yolculukla buluşturuyor. Gecede ayrıca Yunan black metal sahnesinin köklü gruplarından Deviser ile Türkiye’den Dishearten da sahne alarak atmosferin karanlık dozunu artıracak. İçsel karanlıkla yüzleşmenin ve özgürlüğün izini sürmenin müzik aracılığıyla nasıl mümkün olabileceğini merak edenler için, grubun evrenine kısa bir yolculuk başlıyor: Fonumuza altı şarkılık Innern’i aldıysak, artık sözü grubun vokalisti, gitaristi ve söz yazarı Nikita Kamprad’a bırakma vakti!

İzninizle sondan başlamak isterim. Fransız hukukçu, düşünür ve tarihçi Alexis de Tocqueville; Çoğunluğun Zorbalığı (Can Yayınları, İnci Malak Uysal çev.) adlı kitabında şöyle der: “Yepyeni bir dünyaya yeni bir siyaset bilimi gereklidir. Ne var ki bunu hiç düşünmeyiz: Hızla akan bir nehrin ortasındayken gözlerimizi inatla nehir kıyısında hâlâ görülebilen birkaç kalıntıya dikeriz oysa akıntı o sırada bizi kapıp götürmekte ve geri geri uçuruma doğru sürüklemektedir.” Üstadın tarifinden yola çıkarak kişisel yaşamınız ve müzik rotanız çerçevesinde, 2025 yılının “Z raporu”ndan neler çıkar? Kısa ve uzun vadede dünyaya ve müziğe dair öngörünüz ne olur?

Dünya benim için takip etmesi zor bir hızla ilerliyor. Haberler her geçen gün daha gürültülü ve daha uç noktalarda geliyor. Sınırlı dikkate sahip insanlar olarak, hâliyle en hızlı şekilde dikkatimizi çeken şeye odaklanıyoruz; ne yazık ki bu genellikle en negatif veya en rahatsız edici şeyler oluyor. Siyaset, sosyal medya ya da reklamcılık olsun, korku ve aciliyetle beslenen bir gürültüyle çevriliyiz ve bu durum, çevremizdeki dünyayla toksik bir ilişki yaratıyor. Tehlike şu ki, olumsuzluk sürekli dışarıda kalmıyor; diğer insanlarla etkileşimlerimize sızıyor. İstemeden de olsa, nasıl iletişim kurduğumuzu ve birbirimizi nasıl gördüğümüzü şekillendiriyor. Topluluk ve bağ kurmak yerine, gerilim ve ayrışma yaratıyor. Ama küresel ölçekte neler olup bittiğini kontrol etmek neredeyse imkânsızken, nasıl tepki vereceğimizi kontrol edebiliriz. O aşağı doğru çekilen sarmalın içine girmemeyi seçebiliriz. Eleştirel düşünerek ve ayaklarımızı yere sağlam basarak, daha sağlıklı bir ortam yaratabiliriz; belki tüm dünya için değil ama en azından kendimiz ve çevremizdeki insanlar için. Müziğe gelince, bence benzer bir gelişim görüyoruz. Dünya giderek daha gürültülü ve daha parçalı hâle geliyor ve bu da müziğin nasıl üretildiğini ve tüketildiğini şekillendiriyor. Her şey daha kısa, daha hızlı, dikkat için daha optimize edilmiş hâle geliyor. Ama aynı zamanda, bunun tam tersine (derinliğe, özgünlüğe) yönelik artan bir açlık olduğunu hissediyorum. İnsanlar, sabır ve düşünme gerektiren sanatın değerini yavaş yavaş yeniden keşfediyor. Bir grup olarak bizim için bu cesaret verici. Bu bana, müziğin hâlâ anlık değil, duygu, hikâye anlatıcılığı ve atmosfere dayalı olarak da değerli bir alan sunduğunu gösteriyor. Kısa vadede, sanatçıların yeni teknolojilerle insanlara ulaşmanın yeni yollarını denemeye devam edeceğini düşünüyorum. Ancak uzun vadede, müziğin insani ve duygusal özünün daha da önemli hâle geleceğine inanıyorum. Dünya ne kadar kaotik olursa, insanlar o kadar gerçek, onları yere sabitleyen bir şey arıyor. Bizim müziğimizi yaşadığını gördüğüm alan bu ve anlamlı müzik üretiminin geleceğini de burada görüyorum.

Gelelim müzik eleştirmenlerinin “olgunluk çağının albümü” diye nitelediği -adıyla da manidar- altıncı albümünüz Innern’e… Helen Lindenmann’ın albüm için yaptığı şu tanımı sevdim: “Köklerini unutmadan, uyumsuz ve soğuk black metalden dokunaklı ve derin bir albüm ortaya çıkarmayı başardı. Hem vahşi blast beat’leri ve gırtlaktan gelen vokalleriyle hem de nefes kesici, trajik melodileri ve berrak temiz vokalleriyle aynı derecede başarılı. Yaz sizin için fazla güneşliyse bu albümle hüzünlü bir karanlığa dalabilirsiniz.” Bu bağlamda sorum, Innern’in yaratım ve oluşum süreci nasıl şekillendi?

Bu albüm, önceki kayıtlarımıza kıyasla oldukça farklı bir şekilde ortaya çıktı. Grubun tarihinde ilk kez, bütün şarkıları çok kısa ve odaklanmış bir zaman diliminde, yaklaşık yarım yıl içinde yazdım ve ön-prodüksiyonlarını yaptım. Süreci aylar ya da yıllar boyunca uzatmadan, kafamın tamamen albümün dünyasının içinde kalmasını gerçekten istiyordum; çünkü bu bazen perspektifi kaybetmenize neden olabiliyor. Innern’in arkasındaki ana fikirlerden biri, her şarkının, hatta yaklaşık on dakika süren “Xibalba” gibi uzun şarkıların bile temel yapısını tek bir günde yazmaktı. Bu kulağa biraz uçuk gelebilir ama amaç, vizyon hâlâ berrakken büyük resmi yakalamaktı. Bu uzunlukta bir şarkının bütün olarak anlam ifade etmesi ve mantıklı bir akışa sahip olması gerekir. Üzerinde tek bir yoğun çalışma seansında çalışmanın bu tutarlılığı korumaya yardımcı olduğunu gördüm. Önceki albümlerde, bir şarkıya çok uzun bir süre boyunca tekrar tekrar dönmenin bazen bu odağı kaybettirdiğini hissediyordum. Bu yaklaşımı mümkün kılmak için, kendime geçici riffler veya bölümler kullanma izni verdim. Bir şarkının ortasında nasıl devam edeceğimi hemen anlamazsam, hızlıca bir taslak çizip devam ediyordum; böylece detaylara dalmadan önce tüm yapıyı tamamlayabilirdim. Bu benim için tamamen yeni bir çalışma biçimiydi. Tüm yapı ortaya çıktıktan sonra detayları rafine etmeye başladım: Davul dolguları, geçişler, melodilere karşılık veren bas hareketleri. Bu küçük unsurlar, bir parçanın ruhsal karakteri için inanılmaz derecede önemli. Ardından vokallere geçtim. Genellikle önce “fantazi kelimeler” kaydederek başlıyorum; bunu, vokallerin nerede ortaya çıkacağını, hangi yoğunluk ve stile sahip olmaları gerektiğini ve enstrümantasyonla nasıl etkileşime girdiklerini haritalandırmak için yapıyorum. Ancak bundan sonra yapıyı doldurmak üzere gerçek sözleri yazıyorum. Bu yaklaşım da o albümde ilk kez uyguladığım bir yöntemdi. Innern’in bir diğer yeni yönü ise şarkıların albümde göründükleri sırayla yazılmış olması. İlk parça ilk yazılan, son parça da son yazılan oldu. Bu bizim için çok doğal bir akış yaratıyor; neredeyse gerçek zamanlı bir yolculuğu belgelemek gibi. Albümün, bir bütün olarak dinlendiğinde hikâyesini en güçlü şekilde anlattığını hissediyoruz. Elbette her şarkı kendi başına da durabilir ama tam deneyim farklı bir şey, daha bütünlüklü bir şey.

43 dakika boyunca Innern’i dinlerken, varoluşun geniş evreninde yalnız ama tuhaf bir biçimde sakin, adeta lineer zamanın ve mekânın dışına taşmış bir yerde kaldığımı hissettim. Tıpkı adı gibi, dış dünyanın gürültüsünden azade daha yoğun bir biçimde içe döndüren bir albümle karşımızdasınız! Gariptir, albüm bittiğinde yaşamak/savaşmak inadımla değil de hüzün çemberiyle donatılmıştım. Bir pesimist olarak da albümünüzü “içsel ve karanlık derinliğime” aldım, orası ayrı! Albüm yalnızca müzikal açıdan değil, kavramsal olarak da modern black metalin “en heyecan verici temsilcilerinden” biri olduğunuzun güçlü bir ispatı gibi. Sound’unuz hem çok net hem de çok vahşi; ilginç bir ikili… Buradan hareketle sorum; albümdeki altı şarkının hikâyesini sizden dinleyelim, şarkılar nasıl bir evrende doğdu?

Çok zor bir soru, çünkü bu altı şarkının doğduğu evren dışsal bir şey değil; sizin de söylediğiniz gibi, derinlemesine içsel bir şey. Müziğimizin kökleri agresif bir müzik geleneğine dayanıyor. Metal, özellikle de black metal, her zaman bu ham, yüzleşmeci enerjiyi taşıdı. Benim için kişisel olarak black metal, gerçekten mideme yumruk gibi vuran ilk tür oldu. İfade etmeyi bile bilmediğim duyguları uyandırdı. Kendi iç dünyam tarafından sarsılarak uyandırılma hissi, bu tür müziği yapmamızın başlıca sebebi. Bizim için bu grup her zaman duyguları ses aracılığıyla konuşmanın bir yolu oldu. Her türden sanat ister müzik ister edebiyat ister başka bir şey; evrensel bir dildir. Gündelik hayatta sıklıkla dile getiremediğimiz bakış açılarını, korkuları, soruları ve iç çatışmaları anlatmamızı sağlar. Ve özellikle de bugün, gerçek benliğini ifade etmenin yargı veya bastırılmayla karşılanabileceği günümüz dünyasında, sanat seni kimsenin susturamayacağı bir alan sunar. Sadece başkalarına ulaşmakla kalmayıp, kendinizi bile dönüştürebilen bir dile dönüşür. Innern ile birlikte kendimle yeniden bağ kurma dürtüsü her zamankinden daha güçlü hâle geldi. İçimde neler olup bittiğini anlamam gerekiyordu: Beni neyin yönlendirdiğini, neyin korkuttuğunu, hayatımla ne yapmak istediğimi… İşte bu şarkıların doğduğu “evren” budur. Grup her zaman benim için bir tür deney alanı oldu; bu sorulara özgürce ve dürüstçe, ödün vermeden yaklaşabildiğim bir yer oldu. Bu şarkıları yazarken, kendim hakkında başka hiçbir şekilde öğrenemeyeceğim şeyler öğrendim. Aynı zamanda, son yıllarda çevremizdeki dünya kaotik, ağır ve çoğu zaman bunaltıcıydı. Ve bir bakıma, bu dünya bu albümün sessiz bir ortağıydı, bestecisiydi. Bana daha da içe bakmayı, benim için gerçekten neyin önemli olduğunu tanımlamaya zorladı. Ama tüm bunların altında hâlâ yanan bir ateş var. Benim içimde ve hepimizin içinde. Tek yapmanız gereken onu bulmak, kabul etmek ve korumak. Kimse onu elimizden alamaz. Bu altı şarkıyla bunu kendime kanıtlamak istedim. Ve umarım dinleyiciler de bu albümü aynı şekilde kullanabilirler. Ne kadar karamsar olursanız olun (ve ben de kendimi bir iyimser olarak tanımlamazdım), olumsuzluğu anlamlı, hatta bazen güzel bir şeye dönüştürmenin her zaman bir yolu vardır.

Bence, şarkıların yoğunluğu ve duygusallığıyla dinleyicilerinizin kalplerini yerle yeksan ediyorsunuz; fakat son şarkıda “Birinin incinip incinmediğini bilmek istemiyorum” dizesinin varyasyonlarını tekrar tekrar söylemenizle belirgin bir ironi kuruluyor sanki. Bu tekrarın ardındaki düşünce neydi?

Bu parça, albümde gitaristimiz Nicolas’la birlikte yazdığımız tek şarkı. Müziği birlikte besteledik, ancak sözlerin tamamını o yazdı, bu yüzden niyetleri hakkında onun adına konuşamam. Sadece konuştuklarımızdan ve hayatının o döneminde bildiklerimden yola çıkabilirim. Sözleri, kendisinden kopmuş hissettiği bir dönemde yazdı; neredeyse kimliğini kaybetmiş ve onu yeniden bulmaya çalışıyormuş gibi. Bu da Innern’in merkezî temasına geri dönüyor: Hayat bunaltıcı hâle geldiğinde içsel benliğinle yeniden bağlantı kurma mücadelesi. Böyle dönemlerde, zihninizi kontrol edemediğiniz düşünceler ve duygularla dolup taşabilir. Onları anlamlandırmaya ne kadar çok çalışırsan, her şey o kadar imkânsız gelir. “I don’t wanna know if anybody’s hurt / Birinin incinip incinmediğini bilmek istemiyorum”. Tekrarlanan bu satır da buradan geliyor. Soğukluk anlamında değil; zihinsel bir aşırı yüklenme anını, kendinizi dengede tutmak için her şeyi kapatma ihtiyacını yansıtır. Tıpkı uçak benzetmesi gibi: Başkalarına yardım edebilmek için önce kendi oksijen maskeni takman gerekir. Bu tekrar bir mantra gibi işliyor; kendine defalarca söylediğin ve sonunda içine yerleşip, o sarmaldan daha berrak bir zihin ve yeni bir perspektifle çıkmana yardım eden bir şey gibi. Şarkı, bunalmış olma anını yakalıyor ama aynı zamanda sözlerin son satırlarında yansıdığı gibi, kendine geri dönüş yolunu bulmanın başlangıcını da içeriyor.

Innern’i diğer albümlerinizden ayıran nedir ya da bu albüm, grubun müzikal arşivinde nerede konumlanıyor? Ayrıca Innern’in yaratım sürecinde yaşadığınız, ilginç veya absürt veyahut “bu da varmış” dediğiniz, yeniden teyit ettiğiniz anlar oldu mu?

Bence her albüm, onu yazan kişinin kişisel hayatının bir anlık görüntüsüdür ve bizim durumumuzda bu genellikle müziğimizin baş söz yazarı ve prodüktör olarak benim zihinsel durumum ve ruh hâlim anlamına gelir. Innern, şarkı yazımının başladığı 2023 yaz sonuna kadar uzanan o dönemde bulunduğum evreyi yansıtıyor. Ama aynı zamanda bir grup olarak müzik yapmanın üzerinden 15 yıldan fazla zaman geçtikten sonra geldiğimiz noktayı da temsil ediyor. Sadece daha deneyimli değil, aynı zamanda bireyler olarak da kendimizin daha farkındayız. Bu albümün yaratımı sırasında özellikle davulcumuz Tobias ile benim aramda ama aynı zamanda tüm grup içinde çok net bir şey ortaya çıktı: Müzik dünyasında pek görülmeyen bir arkadaşlık türüne dönüşmüşüz. Birçok grup çatışmalar, beklentiler ya da egolarla mücadele eder, ama bizde bunun tam tersi oldu. Innern üzerinde çalışmak bize bir kez daha gösterdi ki biz sadece grup arkadaşları değiliz, gerçekten en yakın dostlarız. Herkes grubun iyiliğini istiyor, ama aynı zamanda birbirlerinin insan olarak iyiliğini de istiyor. Bu enerji ve güven kesinlikle albümün sound’unu ve atmosferini şekillendirdi. Bu sadece doğru notaları çalmakla ilgili değil; sonunda müziğe yansıyan duygusal bağ ile ilgili. Prodüksiyon süreci ise şimdiye kadar yaşadığımız en sorunsuz olanıydı. Gerçek anlamda inişler veya büyük bir mücadele yoktu. Sadece tüm ekibin çok disiplinli, dürüst ve odaklı bir yaklaşımı vardı. Ve bu da tüm deneyimi son derece keyifli hâle getirdi. Benim için yaratıcılığın özü bu; yaptığın şeyi keyifle yapman gerekir. Dışarıdan çok fazla baskı gelirse sanat zarar görür. Ama yeteneklerine güvenirsen, hata yapmana izin verirsen ve sürece açık kalırsan nihai sonuç daha insani, daha canlı olur. Ve özellikle bugün, dijital araçlar ve yapay zekâ tarafından şekillenen bir dünyada, bence en çok ihtiyaç duyduğumuz şey insanlıktır, özellikle müzikte. Innern bunu bize hatırlattı ve diskografimizde şu an kim olduğumuzun çok doğal, çok dürüst bir yansıması olarak duruyor.

Tony Iommi (Black Sabbath), “Biz sadece içimizdeki karanlığı müziğe döktük. İnsanlar buna ‘metal’ dedi… Bir riff başladığında, ilk saniyede doğru olup olmadığını hissedersin. Metal kalpten gelir.” derken; Ozzy Osbourne, “Ben müzik yaparken cehenneme kapı açmaya çalışmıyorum; sadece içimdeki gürültüyü dışarı bırakıyorum.” diye tanımlıyor… 2025 yılı itibariyle siz müziği nasıl tanımlıyorsunuz ve hayatınızdaki karşılığı nedir?

Bence, Tony Iommi ve Ozzy Osbourne kesinlikle haklıydı ve söyledikleri bugün hâlâ geçerli. Sadece heavy müzik için değil, genel olarak müzik için. Daha önce de söylediğim gibi, hepimizin kendimizin karanlık taraflarını, etrafımızdaki ya da içimizdeki olumsuzluğu anlamlı bir şeye dönüştürmenin bir yoluna ihtiyacı var. Bazen hatta güzel bir şeye. Metalin en başında Black Sabbath’ın yaptığı şey buydu: Kendi karanlıklarını aldılar ve insanların bağ kurabileceği bir sese dönüştürdüler; güç veren, hatta teselli sunan, güçle dolu bir şeye. 2025’te bile metalin temel prensibinin değiştiğini düşünmüyorum. Metal her zaman hayal kırıklığını, korkuyu, öfkeyi ya da memnuniyetsizliği kanalize etmenin bir yolu oldu. İster toplum ister siyaset ister din ister işin ister yalnızca kendi zihninin içindeki kaos hakkında olsun. Ağır bir şeyi alırsın ve sese dönüştürürsün. Bir anda bu, insanları birbirinden izole etmek yerine onları birbirine bağlayan bir güce dönüşür. Müzik, özellikle de metalin güzelliği budur. Benim için kişisel olarak müzik tam da budur: Başka hiçbir şekilde ifade edemeyeceğim şeyleri dışarı atmanın bir yolu. İçimdeki gürültüyü başkalarıyla rezonans kuran bir şeye dönüştürmenin bir yolu. Ve bu sürecin hâlâ işe yarıyor olması, hâlâ insanları bir araya getirmesi, hâlâ onlara güç vermesi, metalin hayatımda bu kadar önemli olmaya devam etmesinin sebebidir.

Başladığınız günden bugüne Der Weg einer Freiheit yolculuğunda, müzikal serüveninizin geçirdiği evrimi nasıl yorumluyorsunuz? İlk çıkış noktanızla bugün geldiğiniz yer arasında; felsefi, psikolojik ve müzikal güzergâh boyunca neler değişti / dönüştü? Sizi hayal kırıklığına uğratanlar, kırgınlıklar, kızgınlıklar ya da tam tersine içten bir kahkahayla hatırladığınız anlarda neler var?

Müzikal olarak, bence sound’umuz yıllar içinde daha doğal, daha organik ve daha insani hâle geldi. Bu, yeni albümün merkezî teması: İnsani yeteneklerimize odaklanmak, kendimizi farklı bir versiyona dönüştürmek için dijital araçlara güvenmemek. Amaç her zaman gerçek becerilerimizle -gitar, davul ve vokallerle- kendimizin en iyi hâlini ortaya koymaktı; ağır düzenlemelere ya da yapay geliştirmelere güvenmeden. Zaman içinde hepimiz yeteneklerimizi geliştirdik. Bugün, kayıt öncesi hazırlığımız çok daha uzun ve detaylı, böylece stüdyoya girdiğimizde kayıt, canlı bir performansı kaydetmek gibi, kısa ve odaklı bir anın gerçek performansımızı yakaladığı bir anlık görüntüye dönüşüyor. Bu, kayıtların haftalarca, hatta aylarca sürdüğü ve her bir detayı tek başıma sonsuz bir şekilde ince ayarladığım ilk albümlerden çok farklı. Sonunda, o küçük ayarların performansın kendisinin gerçekliğinden daha önemli olmadığını anladım. En önemli olan şey, grubun gerçek, insani özünü -enerjiyi, duyguyu ve aramızdaki bağı- yakalamaktır. Hayat her zaman hayal kırıklıklarıyla gelir ve çoğu da farklı beklentilerden ve yanlış iletişimden kaynaklanır. Bu grupta olmanın bana öğrettiği şeylerden biri de dürüstlük ve şeffaflığın önemi; farklı görüşlerin bir arada var olabileceği bir alan yaratmak ki bu bazen başkalarına oldukça doğrudan olmak anlamına da gelebilir. Çoğu zaman bu, herhangi bir bireyin tek başına üretebileceğinden daha zengin ve daha iyi bakış açılarına yol açıyor. Ve bu ders sadece müzik için değil, günlük hayat için de geçerli. İşin özü iletişimdir, birbirimizle konuşma biçimimiz -ki birçok kişinin fark ettiğinden çok daha güçlüdür.

Yaşadığımız dünya, gökyüzündeki yıldızların ışığını bile devasa beton yığınlarının arasında yok edebiliyorken, siz tam da bu gri betonlar evreninde farklı coğrafyalarda farklı dillerde insanlara kişisel hikâyelerinizi taşıyan şarkılarınızla sesleniyorsunuz. Bu nasıl bir his? Sahnedeyken, o anın içinde halet-i ruhiyenizde neler oluyor?

Dinleyicilerimizden sık sık duyduğumuz şeylerden biri -mesajlar, yorumlar ya da konserlerden sonra yapılan kişisel konuşmalar aracılığıyla- müziğimizin evrensel bir dil gibi hissettirdiğidir. Şarkı sözlerimizin ana dili olan Almancayı anlamayan insanlar için bile, şarkıların ne hakkında olduğunu yine de anlıyorlar. Bir şekilde hissediyorlar. Bazen sadece müziğin kendisi, sesimin yoğunluğu, performans şeklimiz duyguyu iletmek ve dinleyiciyle bağ kurmak için yeterli oluyor. Bu güçlü bir şey ve bu yalnızca müzik için değil, genel olarak sanat için de geçerli. Kelimeleri anlamanız gerekmiyor, çünkü sanatın kendisi kendi dilini sağlar. Dünyanın farklı yerlerindeki dinleyicilerin nasıl tepki verdiğini her zaman merak ederim. Almanya’da dinleyiciler müziğin tadını sessizce, gözleri kapalı, tamamen dalmış bir şekilde çıkarıyorlar. Ama Türkiye gibi diğer ülkelerde dinleyiciler kendilerini tamamen ifade edebilir -bağırarak, hareket ederek, kendini bırakarak- ve bu da bizim gurur duyduğumuz bir şey, insanların sadece kendileri olabildikleri bir alan sunmak. Sahnede genellikle odaklanmak için gözlerimi kapatırım ve kendimi müziğin içine bırakırım, grup arkadaşlarımın çaldığı her bir enstrümanı dinlerim. Bu güçlü bir bağ yaratır -hem grup içinde hem de seyirciyle. Odadaki herkes ister yüzlerce ister binlerce kişi olsun ya da eskiden olduğu gibi sadece birkaç kişi olsun, aynı ses enerjisini aynı anda içine çekiyor. Her dinleyici kitlesi farklı tepki veriyor; bu benzersiz tepkileri farklı coğrafyalarda keşfetmek her zaman performansın harika bir parçasıdır.

Tarih: 2009… “Özgürlüğün Yolu” adınız bile bir inancı, umudu ve inadı barındırıyorken; bugün kaygı çağının ve dijital dünyanın koşturmacasında sizin için “özgürlüğün yolu” nereye denk düşüyor? Mesela, müziğinizde sürekli bir “iç hesaplaşma” ve “kurtuluş arzusu” hissediliyor. Sizce insan, gerçekten kendisinden özgürleşebilir mi?

Aslında ben bunu biraz farklı görüyorum. Mesele kendinden özgürleşmek değil, dışsal koşullardan, baskılardan ve başkalarının yargılarından özgürleşmek. Hayatımızın büyük bir kısmı başkalarının bize atfettiği değer tarafından şekilleniyor ama bence gerçek özgürlük, kendini kendi şartlarınla değerli görmekten geçiyor. Her insanın kendine özgü, içsel bir değeri vardır ve bunu fark etmek önemli. Hiç kimse kimseden daha iyi değildir ve kimse de senden daha iyi değildir (ünlü bir İrlandalının sözünü alıntılarsak). Bir bakıma hepimiz aynı insani maddeden yapılmışız. Zorluk şu ki, kendi değerimizi unutmamıza neden olan şeyler tarafından çok sık dikkatimizi dağıtıyoruz. Benim için Der Weg einer Freiheit her zaman, dışsal onay takıntılı bir dünyada o içsel değeri yeniden sahiplenmenin bir yolu oldu. Bu durum daha okulda başlıyor ve yetişkinlikte baktığın her yerde sürüyor. Eğer sürekli başkalarından kabul ya da takdir bekliyorsan, hayal kırıklığına uğramaya mahkûmsun. Gerçek özgürlük, içe dönmeye başladığında geliyor: Kendi değerini, kendi güzelliğini ve kendi gücünü fark ettiğinde. İçinde sürekli “yaptığın iyi mi kötü mü?” diye konuşan bir ses olmadan, boyalarla oynayan küçük bir çocuk olduğunu hatırla. Bazen dış baskıdan ve yargıdan özgürleşmek, gerçek benliğimize ulaşabilmek için yeniden oraya dönmeyi gerektiriyor. Grubun adının benim için en başından beri ifade ettiği şey tam olarak buydu. İlk şarkıları yazmaya başladığımda çok güçlü bir histi ve bugün hâlâ tamamen geçerli.

Kişisel ve müzikal yolculuğunuzda sizi derinden etkileyen kırılma nokta(ları)nız neler oldu? Bugüne kadar müzikal anlamda size ilham veren, algınızı değiştiren ya da yönünüzü belirleyen kimler/neler var?

Klasik müzikten oldukça etkilendim, her gün dinlediğim bir şey olmasa bile. Müzikal yolculuğum çocukken aldığım piyano dersleriyle başladı ve daha sonra okul yıllarında, müziğin odak ders olması sayesinde büyük fayda gördüm. Müzik öğretmenim bize kompozisyonu, farklı müzikal sesleri ve müzik yaratmanın temel kurallarını öğretti -ki bu bilgi bugün yaptığım iş için paha biçilemez oldu. Ancak gitar ve vokal için tamamen kendi kendimi yetiştirdim. Bu enstrümanlar için hiç öğretmenim olmadı. Bu yüzden pratik yaparak, deneme-yanılma yoluyla ve grup arkadaşlarımdan ve sahne performanslarından aldığım geri bildirimlerle öğrendim. Bir müzisyen olarak, özellikle de bir vokalist olarak keşfettiğim en önemli derslerden biri, kendi yeteneklerini ve fiziksel kapasiteni gerçekten tanımaktır. Şarkı söylemede, kendi sesini, anatomini ve hangi stillerin doğal hissettirdiğini anlamak çok önemlidir. Her ses farklı olduğundan, diğer vokalistleri taklit etmeye çalışmak en iyi fikir olmayabilir. Kendi sesinle başlarsan, uzun vadede çok daha mutlu ve çok daha otantik olursun. Benim için büyük bir dönüm noktası, 2012’de eski vokalistimiz Tobias Jaschinsky’nin gruptan ayrılmasıydı. O zamanlar bu bana büyük bir geri adım gibi gelmişti ve hatta bırakmayı bile düşündüm. Ama sonunda bu bir fırsata dönüştü. Vokalliği devraldım ve bunu gitar çalışımla birleştirdim. Bu zorluydu, sahnede ve stüdyoda kendimi rahat hissetmem uzun zaman aldı, ama bugün bu bana doğal geliyor ve o meydan okumayı benimsediğim için gerçekten mutluyum. Bu, olumsuz bir anı müzikal yolum için derin anlam taşıyan bir şeye dönüştürdü. Müzikal olarak, klasik müzik her zaman güçlü bir etki oldu, ama aynı zamanda 90’lar İskandinav black metalinden de çok ilham aldım: Emperor, Dissection ve erken dönem Dimmu Borgir gibi gruplardan. Ve daha sonra Nagelfar, Nocte Obducta, Lantlôs ve Helrunar gibi Alman black metal grupları... Bu etkilerin izlerini özellikle erken albümlerimizde açıkça görmek mümkün. Aynı zamanda hepimizin geniş müzikal zevkleri var. Örneğin, Radiohead’in büyük hayranlarıyız ve bu etki “Haven” ya da “Forlorn” gibi şarkılarda hissediliyor. Geleneksel black metal çerçevesinin ötesine geçip bize gerçekten hitap eden tüm etkileri dahil etmeye çalışıyoruz; böylece otantik, kişisel ve sürekli gelişen bir müzik yaratıyoruz.

Global müzik sektöründe son yıllarda ilginizi çeken veya şaşırtan neler gözlemliyorsunuz? Müzik endüstrisinin acımasız yapısı ve dijital/analog teknolojilerin üretime ve algıya etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ve icra ettiğiniz müziğin bugün dünyada -hem müzik dinleyicisi hem de politik / toplumsal arenada- yeterince karşılık bulduğunu düşünüyor musunuz? Ve kadrajımızı daha genişletip sorayım: Bugün icra edilen müzikler, sizce hâlâ kitleleri eski yıllardaki gibi etkisi altına alabiliyor mu? Ya da tersten soralım, metal müzik ve türevleri 2025 itibariyle “zeitgeist /zamanın ruhunu” yakalayabiliyor mu?

Müzik ve sanat her zaman bir şekilde sözde “zeitgeist”i yansıttı. Fakat aynı zamanda toplumsal normlara, şirketlere ya da sanatı etkileme gücü ve parası olan medya kuruluşlarına karşı bir tür isyan olarak da hareket ederler. Müzik ve genel olarak sanatın ana amaçlarından biri her zaman bu güçlere direnmek olacaktır ve metal tarihsel olarak bunun öncüsü olmuştur. Metal, yaşadığımız dünyaya dair öfkeyi, hayal kırıklığını ve muhalefeti kanalize eder ve bunun değiştiğini görmüyorum. Bu, müzik ve sanatın amacının temelidir. Aynı zamanda, algoritmaların ve yapay zekânın yaratıcı ortamı giderek daha fazla şekillendirdiği bir dijital çağda yaşıyoruz. Yapay zekâ yaratıcı fikirlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olabilir, ama insan yaratıcılığının özünü asla yerine koyamaz. Otantik, insan eliyle yapılan sanat her zaman varlığını sürdürecektir; çünkü o, deneyimden, duygudan ve kişisel ifade biçiminden gelir -ki bunlar yapay zekânın kopyalayamayacağı şeylerdir. Yapay zekâ tarafından üretilen müzik ruh halimize tepki verebilir veya anlık olarak kendimizi daha iyi hissettirebilir, ama insan sanatı gibi zevkimizi geliştiremez veya müzik anlayışımızı genişletemez. Eğer yapay zekâ yalnızca diğer yapay zekâ tarafından üretilen eserlerden müzik üretmeye başlarsa, sonunda her şey aynı şekilde çalınır; bu, benim gitmek istemediğim bir yol. Spotify gibi büyük teknoloji şirketlerinin milyonlarca insanın ne dinlediği üzerinde muazzam etkisi vardır; bu çoğunlukla sanatsal değer yerine kar motivasyonuyla yönlendirilir. Dinleme alışkanlıklarını şekillendirebilirler ve böylece daha geniş kültürü de etkilerler. Ve bu çok, çok tehlikeli bir gelişmedir. Bu, insan yaratıcılığı ve bağımsız müziğin rolünü daha da önemli hâle getirir. Gerçek insanlar tarafından yapılan müzik -otantik, bilinçli ve insan duygusuyla dolu- hâlâ etkileme, bağ kurma ve direnme gücüne sahiptir. Evet, bunu müziğimizin alıcı kitlesinde de gözlemliyoruz; bu da bizi devam etmeye her zaman teşvik ediyor!

Eğer bir Der Weg einer Freiheit evreni olsaydı, bu nasıl bir yer olurdu? Mesela, gelecekte / 20 yıl sonra, Der Weg einer Freiheit’a bir mesajınız olsa, ne derdiniz? Ve bugünden geçmişteki gençlik halinize ne söylemek isterdiniz? Bu cevap, genç müzisyenler için de bir rota niteliği taşıyabilir…

Yeni teknolojilerin yalnızca zaten yeteri kadar sahip olanlar için daha fazla kâr üretmek amacıyla sömürülmediği, bunun yerine gerçek anlamda ihtiyaç duyan insanlarla bilgi, kaynak ve refah paylaşmak için kullanıldığı bir dünyada yaşamak isterdim. Bu idealist bir vizyon ama hayal edebildiğim bir evren, sosyal bölünmelerin, yanlış iletişimin veya sömürünün olmadığı, herkesin eşit ve adil şekilde muamele gördüğü bir yer. Ne yazık ki, bu nadiren gerçek oldu ama ben şarkılarımda böyle bir evrenden söz ediyorum ve böyle bir dünyayı görmek isterim. Aynı zamanda, kendi yolumu takip etme, özgürce yaşama ve sınırlama olmadan sanat yaratma ayrıcalığına sahip olduğum için minnettarım -ki bu, dünyadaki pek çok insan için imkânsız bir şey. Gelecekteki kendime bir mesaj ise şu olurdu: Özgürlüğüne her zaman minnettar ol, değer ver, kendin için iyi olan insanlarla çevrele kendini ve asla deneme, öğrenme ve yeni şeyler deneme yeteneğini kaybetme. Aynı tavsiyeyi genç müzisyenlere de verirdim. Bugünün dijital çağında, internette her şey için kolayca dersler bulabilirsin, ama en önemli öğrenme, sadece pratik yapmak değil, çalmakla gelir. Davulcumuz Tobias’ın yakın zamanda söylediği gibi: Çocukken oynarız, yetişkin olduğumuzda pratik yaparız. Ama yetişkin olsak bile hâlâ çalabiliriz. Ve çalmak hata yapmak demektir; bu bir başarısızlık değil, yaratıcılığın vazgeçilmez bir parçasıdır. Benim en büyük ilerlemelerim başarıdan değil, hatalardan öğrenmekten geldi. Kendine başarısız olma, deneme ve risk alma izni vermek, genç müzisyenler için en önemli derstir, çünkü sanatın ve müziğin böyle güçlenir ve daha otantik hâle gelir. Başarısız olmaktan korktuğun için ne yapmak istediğinle hiç başlamamak ise yapabileceğin en büyük başarısızlıktır!

Bugünlerde size iyi gelen neler var; kitap, albüm, şarkı ya da sergi, aklınızda kalan bir an / fotoğraf karesi gibi? Günlük rutininizde sizi besleyen neler oluyor?

Son iki üç yıldır, çok günlük aktivitelerde bile anlam bulmayı öğrendim. Bu, yemeğimi nasıl hazırladığım, seçtiğim malzemeler ya da günümü nasıl başlattığım olabilir. Sabahları hemen telefonuma bakarak güne başlamamaya çalışıyorum, çünkü hepimiz bunun ne kadar dikkat dağıtıcı olabileceğini biliyoruz. Ayrıca kişisel antrenmanlara ve bedenimle bağlantı kurmaya odaklanıyorum -bu, sıkı bir spor salonu rutini değil, bazen sadece uzanıp hisleri fark etmek, bedenin nerede başladığını ve bittiğini hissetmek. Bazıları buna meditasyon diyebilir ama benim için her ana bir anlam ve varlık hissi vermekle ilgili, bu da daha odaklı yaşamamı sağlıyor. Zamanla, bu yaklaşım neredeyse otomatik bir günlük rutin hâline geldi; sakinlik, rahatlık ve kendimle yeniden bağlantı getiriyor, bu da arkadaşlar ve aileyle olan etkileşimlerime de olumlu yansıyor. Müzik bunun büyük bir parçası, tabii ki podcast’ler de öyle. Blindboy Podcast’in büyük bir hayranı oldum. Fikirleri ve benzetmeleri, düşünme ve yaşamı ve yaratıcılığımı ele alış biçimimi etkiledi. Bu röportajı okuyan herkes bu podcast’te de bir şeyler bulabilir. Son zamanlarda, Dream Emblem adlı bir sanatçının, Sleep Token’ın Even in Arcadia albümünün lo-fi bir yeniden yorumundaki, Even in (Lo-Fi) Arcadia’ya hayran kaldım. Vokallerden arındırılmış, yavaş, yatıştırıcı ritimler ve sıcak synth’ler içeren bu versiyon, orijinal albümü sakinleştirici ve içine çeken bir deneyime dönüştürüyor; bunu orijinal kayıtla birlikte çok keyifle dinledim. Bu küçük günlük uygulamalar, müzik ve düşünmeyle birleştiğinde, beni besliyor ve merkezimde tutuyor.

Ve klasik sorumuz: İlk defa İstanbul’a teşrif ediyorsunuz. Müziksever kitleye ne söylemek istersiniz? Sizi ilk defa canlı dinleyecek olanlara performansınızı nasıl tarif edersiniz?

Biz her zaman mümkün olan en iyi gösteriyi sunmak istiyoruz. İstanbul’a uçtuğumuz için, evimize daha yakın başrol konserlerinde kullandığımız tam sahne kurulumumuzu getiremiyoruz ama kendi enstrümanlarımız, gitar amfilerimiz, Tobias’ın temel davul ekipmanı, mikrofonlarımız ve sahne işaretlerimiz gibi gerekli ekipmanlarımız olacak. Nerede çalıyor olursak olalım, tutarlı, yüksek kaliteli bir performans sunmayı hedefliyoruz; ayrıca tam olarak nasıl çaldığımızı bilen kendi teknisyenlerimizi de getiriyoruz. İzleyiciler, gözlerini kapatıp müziği içine çekebilir ya duygularını dışa çıkarıp bağırıp hareket ederek bizimle derin bir müzikal yolculuğa çıkabilirler. Yüksek enerjili ve yoğun bir gösteri bekleyebilirler. Hepsi mümkün ve hoş karşılanır. Yeni yerlerde çalmak her zaman heyecan verici, çünkü her izleyici kitlesi farklı tepki verir. Çoğu zaman, kalabalığın enerjisi bize geri yansır ve o anki performansımızı etkiler; bu da bizim çok hoşumuza gider. İstanbul, Avrupa ile Asya arasında en benzersiz şehirlerden biri olarak çok zengin bir tarihe sahip. Gerçekten orada olmayı, herkesle bağlantı kurmayı ve şehrin birazını deneyimlemeyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu gösteri için gerçekten çok heyecanlıyız!

Son olarak paylaşmak istediğiniz bir şeyler varsa, aracı olmaktan mesut oluruz?

Belki paylaşmak istediğim tek şey şu olabilir o da çok basit: Çevrenizdeki insanlar üzerinde yaratabileceğiniz etkiyi küçümsemeyin. Her küçük iyilik, her dürüst sohbet, birine gerçekten kulak vermek için ayırdığınız her an büyük bir fark yaratabilir. Genellikle değişimin yüksek sesli veya dramatik olması gerektiğini düşünürüz ama çoğu zaman sessizce başlar; birbirimize ve kendimize davranış şeklimizle. Müzik söz konusu olduğunda ise sevdiğiniz sanatçıları destekleyin. Sadece bizi değil, sizin için anlam ifade eden her grup, fotoğrafçı, ressam veya yaratıcı kişiyi. Yaşadığımız dünyada bu destek her zamankinden daha fazla önem taşıyor. Müziğimizi dinleyen, gösterilerimize gelen veya yaptığımız işlerle bağ kuran herkese son derece minnettarız. Bunu asla hafife almıyoruz. Ve umuyoruz ki, müziğimiz bir şekilde size güç, rahatlık, açıklık -veya bulduğunuz anda ihtiyacınız olan neyse onu verebilir.

0
522
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage