
Benny Safdie’nin Emily Blunt ile Dwayne Johnson’ı başrollerde buluşturan, UFC ağır sıklet şampiyonu olan Mark Kerr’in hayatına odaklanan filmi The Smashing Machine üzerine bir yazı.
Good Time ve Uncut Gems filmleriyle radarlarımıza giren Safdie kardeşlerden Benny Safdie’nin ilk defa kardeşi olmadan hem yazıp hem de yönettiği The Smashing Machine, karma dövüş sanatları efsanesi ve eski UFC şampiyonu Mark Kerr’in kariyerinin ilk yıllarını anlatıyor.
Mark Kerr, doksanların sonunda yani UFC gibi karma dövüş sanatları organizasyonlarında pek fazla kuralın veya standardın olmadığı dönemlerde üne kavuşmuş bir isim. O yıllarda karma dövüş sanatlarında rakibe kafa atmak, yerdeki rakibin kafasına tekme atmak gibi son derece vahşi hareketler serbestti ve dövüşçüler kulaklarına kadar steroid ile doluydu. Pek çok hikâyeye gebe olan bu çılgın dönem ile ilgili yapılmış ve gelmiş geçmiş en iyi spor belgesellerinden biri kabul edilen The Smashing Machine: The Life and Times of Extreme Fighter Mark Kerr belgeselinden uyarlanan filmde başrollerinde Hollywood’un kas ihtiyacını tek başına karşılayan Dwayne Johnson ve alışılmış zarafetinden çok uzakta bir profili canlandıran Emily Blunt yer alıyor.
Film daha ilk dakikadan belgeselden uyarlandığını izleyiciye hissettiriyor. Safdie’nin belgesel tarzını sinemaya doğrudan taşıması, The Smashing Machine’i klasik spor filmlerinden ayırıyor. Ancak yönetmenin anlatımındaki netlik, senaryoda kendini gösteremiyor. Film, neyle ilgilenmek istediği konusunda kararsız. Kerr, kuralların ve kontrolün olmadığı bir dünyada ağrı kesicilere bağımlı hâle gelmiş bir atlet. Diğer yandan son derece zorlayıcı ve toksik bir ilişki içinde yaşıyor. Yani bağımlılık ve aşk arasında sıkışmış bir zihne sahip fakat bu sıkışmışlık tam olarak işlenemiyor. Safdie, belgeselin gözlemci doğasını dramatik bir yapıya sıkıştırmaya çalıştığında film hem duygusal hem de yapısal olarak sıkışıyor. Kerr’in ağrı kesici bağımlılığı filmde sürekli bir tehdit olarak var ama merkezde değil; ilişkisi ise bir trajedi, ama bu trajediden kimse bir ders çıkarmıyor.
Oyunculuklar ise filmin en güçlü yanı. Ryan Bader, Bas Rutten gibi profesyonel dövüşçüler bile filmde harika performans sergilemişler. Bunu da yönetmenin başarısı sayabiliriz. Ancak tabii ki en büyük alkışı Dwayne Johnson hak ediyor. Johnson’un performansı filmin en dürüst, en insani tarafı. Yıllardır güvenli alanından çıkmayan bir aksiyon yıldızının böyle savunmasız bir rolle karşımıza çıkması şaşırtıcı ve etkileyici. Çıkan haberlere bakacak olursak Christopher Nolan da Johnson’un performansını bu senenin en iyisi olarak ilan etmiş.
Emily Blunt ise Kerr’in sevgilisi Dawn rolünde filmin duygusal yükünü taşıyor. Dawn kırılgan ama aynı zamanda manipülatif; sevgiyle öfke arasında gidip gelen, bir sahnede ona üzülürken bir sonrakinde inanılmaz bencil bir insan olduğunu düşündüğünüz bir figür. Bu kadar karmaşık bir karakteri Blunt, senaryonun kendisine sunduğu sınırlı alan içinde bile etkileyici bir şekilde var ediyor. Johnson’la arasındaki kimya, filmin en canlı anlarını oluşturuyor ve senaryonun zayıflığını bir nebze olsun kapatıyor.
Sözün özü The Smashing Machine, karakterine yaklaşmaya çalıştıkça uzaklaşan bir film: Duygusal olarak dağınık, yapısal olarak sarsak. Filmden çıktığımda filmin vermek istediği mesajı bir süre düşündüm. Genelde bu tarz filmlerde hayatındaki engeli aşan kahramanın geri dönüşünü ve tekrar zirveye çıkışını görürüz. Ancak gerçek bu fanteziden çok uzak. Burada bağımlılığını yenmiş ama kariyerinde tekrar yükselişe geçememiş bir adam var. Ona rağmen hikâyesi anlatılmaya değer. Belki de mesaj budur; yenilirken de iz bırakmak mümkündür.
Yine de Dwayne Johnson’ın performansı tek başına izlemeye değer. Bu rolle Oscar yarışına girecektir. Büyük ihtimalle bu yıl En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde adı okunacak, belki heykeli kazanamaz ama oyunculuk kariyerinde yeni bir sayfa açtığı kesin.