
Hakan Bıçakcı ile yeni öykü kitabı Geçici Manzara odağında yadırgatıcı durumlara, güvenilmez anlatıcılara, tuhaf insan doğasına, hayvanlara, haşerelere ve milimetrik ölçülere uymayan mekânlara dair konuştuk.
Geçici Manzara içerisindeki yirmi altı öykü ile tam bir öykü koleksiyonu. Hakan Bıçakcı’nın tuhaf, absürt, karanlık, tekinsiz tonlarda, milimetreleri obsesiflik mertebesine ulaştırarak yazdığı öyküler gülünç ile ürkütücü arasında sıkışıp kalma, ne yapacağını ne tepki vereceğini bilememe rotasında gezdiriyor bizleri.
Sohbetimize başlarken ilk sorum; nasıl metinler okumayı seviyorsanız öyle mi yazıyorsunuz, olacak. Bir de tabii yazarlık okurluğa dahil bir süreç olduğu için mi bizler nasıl okumayı seviyorsak öyle yazıyoruz tanımıyla karşı karşıya kalıyoruz; yerinde bir tanım mı bu?
Yazarlığın okurluğa dahil bir süreç olduğu yorumuna kesinlikle katılıyorum. Okumadan yazmak mümkün değil. Günümüzde bu gerçek bazı durumlarda unutuluyor gibi. O nedenle bunun bir altını çizelim. Ancak okumayı ve yazmayı sevdiğim metinler aynı değil. Okumayı sevdiğim metinler fazlasıyla çeşitli, yazarken daha dar bir alandaydım. Neden sonuç ilişkilerinde kopukluklar olan, güvenilmez anlatıcıların hâkim olduğu fantastik anlatıların alanında. Bunu özel olarak planlamıyorum yazarken elim bu karanlık ve tuhaf sulara gidiyor. Ancak iş okumaya geldiğinde zevk aldığım sayısız tür ve tarz var.
Geçici Manzara ile külliyatınızın beşinci öykü koleksiyonuyla karşı karşıyayız; yedi tane de romanınız var. Hatta şöyle olmuş, 2011 yılında Ben Tek Siz Hepiniz isimli ilk öykü kitabınız dört romanınız sonrası okurla buluşmuş. Öyküler yazmak romanlarınız sonrası gelen metinler mi oldu gerçekten yoksa zaten var mıydı ve bir süre biriktirdiğiniz metinleriniz?
Aslında yazmaya öykü ile başladım. İlk romanım bu öykülerin birleşmesiyle ortaya çıktı. Yani öykü yazarak başladım ama yayımlanan ilk kitabım bir roman oldu. Ve roman yazmaya devam ederken bir yandan öyküler yazmayı sürdürdüm. Ancak kitaplaşmaları için biraz zaman geçmesi gerekti.

Geçici Manzara, Silinmiş Sahneler romanınızdan üç yıl sonra geldi. İki kitabınızın isimleri yan yana gelince şöyle bir şey oldu: Geçici ve Silinmiş ile Manzara ve Sahne kendi aralarında kümeleştiler birdenbire. Geçici ve Silinmiş bu çağın sağlam olmayan zeminini, Manzara ve Sahne ise bunu ilan eden, görünürlüğünü gösteren işlevini yansıtıyorlar gibi; ne dersiniz?
Bence harika bir yorum. Evet bu iki kitabı karıştırarak şöyle iki yeni tamlama elde edebiliriz: “Silinmiş Manzara”, “Geçici Sahneler”. İki isim de yani Silinmiş Sahneler de Geçici Manzara da metinle bağlantılı düşünüldüğünde son derece direkt ifadeler. Silinmiş Sahneler’de ana karakter yönetmen olmak için sinema okumuş ama sansürcü olarak iş bulabilmiş bir genç. Film, dizi sahnelerini sansürlüyor yani siliyor. Kitaba ismini veren “Geçici Manzara” öyküsünde de anlatıcı bir sabah uyandığında manzarasının değişmiş olduğunu fark ediyor. Karşısındaki bina yıkılmış ve önü açılmış. Önce mutlu oluyor ama hemen sonra bu manzaranın geçici olduğunu fark ederek hüzünleniyor. Çünkü biliyor ki yeni yapılan bina daha yüksek ve geniş olacak.
Ancak tüm doğrudanlıklarına rağmen bu iki isim de bir yandan farklı çağrışımlara açık metaforlar. Birçok başka şey için de kullanabiliriz bu ifadeleri. Dolayısıyla hem somut ve direkt hem de soyut ve şiirsel ifadeler. Ve ikisi de söylediğiniz gibi altımızdaki zeminin yani gerçekliğin kırılganlığıyla bağlantılı.
Sefil bir varlık olduğumuzu kabul etmememizden veya bunu bilmememizden, bu durumu hiç düşünmüyor olmamızdan mı doğdu Geçici Manzara içerisindeki öyküler? Kitabın başında Blaise Pascal’dan yaptığınız alıntıya istinaden soruyorum bu soruyu.
Öykü kitabının son düzeltilerini yaptığım dönemde okuduğum bir kitapta geçiyordu Pascal’ın bu ifadesi: “İnsanın büyüklüğü, sefil bir varlık olduğunu kabul etmesinden gelir.” Okuduğum an Geçici Manzara’nın girişinde yer vermeye karar verdim. Eski öykü kitaplarında her öykünün ayrı bir alıntısı vardı. Bu defa sadece girişte bunu kullanmak istedim. Çünkü hepsini kapsadığını düşündüm.
Tek tek öyküler mevzu bahis fakat tek bir anlatıcı var sanki. Bu da parçalı bir bütün inşası yaratmış öyküler adına. Tabii farklı karakterler ve onların öykülerini de okuyoruz; fakat öykülerin duygusu bir tür “yaşayamama”, “adapte” olamama, “hiçbir yerli” olma hâliyle ilintili gibi.
Öyküler birbirinden bağımsız olarak yazıldı. Ancak kitaplaştıklarında birbirleriyle konuşmaya başladılar. Doğal olarak gelişen bu süreci, öyküler arasında bağlantılar kurarak sürdürdüm. Öykülerin müstakil yapısını bozmadan, okurla yazar arasında bir tür oyuna dönüşecek bağlantılar bunlar. Bir öyküde başrolde olan biri başka bir öykünün figüranı oluyor, bir öykünün merkezindeki şirket başka bir öyküde yanlış numara çevrildiğinde karşımıza çıkıyor gibi bağlantılar. Karakterlerin ruh hâlleri benzer olduğunda da, özellikle bazı öykülerde şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Sanki elimizdeki bir öykü kitabı değil de bir romanın bölümleri. Bu da sevdiğim bir his. Tabii kitapta bu duyguyu bozacak farklı karakterler, anlatıcılar da mevcut.
Kitaba ismini de veren “Geçici Manzara” öykünüzde ve tüm öykülerde mekânlarla kurulan, evlerle kurulan ilişkiler önemli ölçüde belli ediyor kendini. Öyküleri bu yönüyle düşünürken aslında bizlerin insanın en önemli ihtiyacı barınma konusuyla da pek bağ kuramadığımız konusu ortaya çıkıyor. Mesela kitabın ilk öyküsü “Müzik Dinlemenin İncelikleri”ndeki milimetrik ölçümler, yamuk zeminler meselesi mikro ölçekte büyük bir anlatının manzarasını koyuyor önümüze. Bu iki öykü özelinde mekânsallık meselesine bakışınızı konuşabilir miyiz?
Sanırım temel meselem yabancılaşma. Bu soru özelindeyse şöyle diyebilirim: Yaşadığımız yer kim olduğumuzu belirliyor. Ve yaşadığımız şehir büyük bir hızla değişip köksüzleşirken kimliğimiz de bu yıkımdan payına düşeni alıyor. Sürekli, tiyatro dekoru gibi değişen bir fonun önünde ne kadar kendimiz kalabiliriz?
Bir yandan hiçbir şey değişmesin, her şey aynı kalsın diye düşünen biri de değilim. Yani “nerede o eski bayramlar” gibi ruh hâlim yok. Yine de bu sert değişimin etkilerine mercek tutmayı denemek istiyorum. Yani bu soru vesilesiyle şunu da belirtmiş olayım: Bir şeyi “bu kötü” diye anlatırken “iyisi ise bu” gibi bir çözüm önermeyi sevmiyorum. Çözümsüzlükle baş başa kalma hâline odaklanıyorum.

Hatta -yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde- barınmanın zemin etüdünden yola çıkarak aitlik duygusunun (olmanın veya olamamanın) huzursuzluğunu konuşmak istiyorum sizinle. Çünkü öyküler boyunca bu ait olma/olamama meselesini daha çok dış mekânlar mevzu bahis olduğunda hissediyoruz sanki. Kendi şehrimizde değil de farklı bir şehirdeysek, bir kasabadaysak, çay bahçesindeysek mesela, bir pansiyonda, metroda.
Dış mekânla kafanın içi arasındaki ilişkileri didiklemeyi seviyorum sanırım. Barınma kadar temel bir meseleyle bağlantılı olmanın ötesinde ev, devasa bir metafor. İlk günden beri yazdıklarım üzerine söylenen ortak kavram tekinsizlik. Ve tekinsizlik de evde hissetmeme, hissedememe hâli bana göre.
Öykülerin içinden geçen hayvanları, öykülerin içindeki akvaryumları, kafesleri, ilaçlanması gereken böcekleri, haşereleri konuşmak istiyorum sizinle. Öykülerin hem içinde hem de dışındalar fakat aynı zamanda öykülerin ne içinde ne de dışında gibiler. Onlar için de aynı insanlar gibi, mekânlar gibi, duygular gibi geçiciler diyebilir miyiz? Öykülerin içinde nasıl bir manzaranın parçaları onlar?
Öyküleri yazarken çoğunda bir hayvan türüne yer verdiğimi fark edince eksik öykülere de birer hayvan eklemek istedim. Böylece her öyküde en az bir insan ve en az bir hayvan olacaktı. Doğadan bütünüyle koparak beton çölüne dönmüş şehirlerdeki insanların durumunun, şehirle gerilimli ilişkilerinin sembolü gibiler bir yandan. Bir yandan da kendi hâllerinde takılıyorlar.
Bir başka tekrar eden motif de yine doğamızla ilgili: Her öyküde en az bir karakterin bir yeri kanıyor. Genellikle önemsiz kanamalar bunlar ama bize önemli bir şeyleri hatırlatıyor. Robot olmadığımızı ve ölümlülüğümüzü.
Çoğunlukla tuhaf öykülerin, hikayelerin, romanların yazarı diyebilir miyiz sizin için Hakan Bey? Tabii size kendi kendinizi tanımlamanız yönünde sormuyorum bu soruyu. Biraz farklı bir durum, farklı şartlar, farklı oluşumlarla, farklı anlatım ve karakterlerle karşılaştığımızda hemen tuhaf tespitine meyilli oluyoruz. Çağdaş edebiyat içerisinde yazmakla ilgili olabilir mi bu durum; klasik bir romanda baştan sona absürt davranan absürt diyaloglar içerisindeki bir karakter için tuhaf demiyoruz mesela.
“Tuhaf” sıfatını seve seve kabul ederim. Tuhaf, absürt, karanlık, tekinsiz tonlarda yazdıklarım. Yadırgatıcı durumları, güvenilmez anlatıcıları seviyorum. Edebiyatta Franz Kafka’dan, sinemada David Lynch’ten gelen bir ilham sanırım bu: Gülünç ile ürkütücü arasında sıkışıp kalma ne yapacağını ne tepki vereceğini bilememe hâli. Komik bir an ama nedense beni korkutuyor ya da korkunç bir sahne ama bir yandan da gülesim geliyor gibi bir ruh hâli.
Sizin sinema ve müzikle olan temasınız da önemli; yazdığınız metinleri direkt etkileyen durumlar söz konusu bu disiplinlerarası etkileşimde. Son beş yıl içerisinde film ve müzik beğenileriniz konusunda rotalarınız nasıl oluştu ve en beğendikleriniz hangileri oldu? Ve bu yeni beğeni rotalarınız son beş yıl içerisinde yazdığınız metinleri etkiledi mi gerçekten?
Müzik konusunda beni pek etkileyen gelişmeler olmadı son beş yılda. Ancak son beş yıl içinde beni çok etkileyen filmlerle karşılaştım. İlk aklıma gelenler: Aftersun, The Zone of Interest, Anatomy of a Fall, Undine, I’m Thinking of Ending Things, Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri. Genelde yazdıklarımı etkilemesi zaman alıyor etkilendiğim şeylerin. Yani bu dönem etkilendiklerim bir sonraki dönemi etkiler diye tahmin ediyorum.