
Olga Tokarczuk’un tarih ile felsefeyi, bireysel hikâyelerle kolektif belleği buluşturan, yayımlanan ilk romanı Kitap’ın Yolcuları üzerine bir yazı.
Olga Tokarczuk, çağdaş dünya edebiyatının en özgün ve en etkili isimlerinden biri olarak üretmeye, düşünmeye, kayıt altına almaya devam eden bir yazar olarak görülebilir. Edebiyatı yalnızca estetik bir alan olarak değerlendirmenin ötesine geçerek politikadan güncel tartışmalara, geçmişin yankılarından bugünün gerçekliğine kadar birçok bağlamda değerlendiren Tokarczuk’un geçtiğimiz günlerde Neşe Taluy Yüce çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Kitap’ın Yolcuları başlıklı romanı da bu bağlamda önemli bir metin olarak değerlendirilebilir.
Tokarczuk’un metinleri, insan merkezli bir dünyayı sorgulayan; yerleşik kimlikleri, sınır ve gerçeklikleri parçalayarak çoğul, akışkan ve geçişken bir dünyadan görünümler sunar. Bu bağlamda zaman içerisinde giderek daha da katmanlaşan bir anlatı dünyası sunan yazar, kimi ortak tema ve yaklaşımları da sürdürür. Bu anlamda sözgelimi yolculuk, arayış ve hafıza gibi temel meseleler onun ilgisi çeker. Kitap’ın Yolcuları’ndan Koşucular’a, Empusyon’dan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’ye kadar birçok farklı durakta soluklanan, her birinde yeni bir eşik aşan bir edebiyat geliştirir. Yolculuk, bütün bu süreçte temel meselelerden biri olarak belirir. Onun için yolculuk yalnızca mekânsal bir hareket alanı olarak değil; aynı zamanda bilginin, kimliğin ve belleğin dönüşümü olarak da kendisine derin bir karşılık bulur. Bu nedenle Tokarczuk’un roman kişileri çoğu zaman ya yoldadır ya da yola çıkmak üzere, bir yolculuğun arefesindedir: Sınırları aşar, sürgüne gider, yerlerinden edilir veya bilinçli bir terk edişle hareket ederler. Yol, Tokarczuk için hem tarihsel travmaların hem de bireysel varoluş arayışlarının kesiştiği bir metafor olarak kendisine söz konusu bütün bu metinlerde karşılık bulur.
Tokarczuk’un anlatı evreni, klasik romanın merkezî özne anlayışını reddeder. Onun metinlerinde tek bir karakter, tek bir bakış açısı ya da mutlak bir hakikat söz konusu değildir. Aksine parçalı anlatılar, çoklu sesler ve zaman içerisinde kesişen hikâyeler aracılığıyla örülen ayrıksı bir dünya söz konusudur. Söz konusu bu yapı modernliğin ilerleme fikrini sorgularken tarihin doğrusal olmayan yapısını da görünür kılar.
Olga Tokarczuk’un Kitap’ın Yolcuları başlıklı romanı, yazarın edebî evreninde merkezi bir yer tutan temel meselelerin yoğun olarak işlendiği metinlerden biridir. Roman, 1865 yılında, Fransa’da geçer. Katolikliğin tek yasal din olarak ilan edilmesiyle başlayan hikâye, Protestan Huguenotların maruz kaldığı baskı ve bu durumun sonucu olarak çıktıkları uzun soluklu bir yolculukla giderek farklı uzamlarda genişler. Öte taraftan merkezinde Protestan Huhuenotların yer aldığı bu hikâye, zaman içerisinde bulunduğu zaman ve mekânı aşarak çok daha derinlikli meseleleri ön plana çıkarır. Din, varoluş, sürgün, özgürlük gibi birçok mesele bu bağlamda tartışılmaya, tarih ve geçmişle uzun soluklu bir hesaplaşmaya doğru yol alır.
Romanın merkezinde yer alan söz konusu yolculuk fikri, yazar ve anlatıcı için zaman içerisinde tarihsel bir zorunluluğun ötesinde insanlığın kadim arayışlarını simgeler ve bu yönüyle metni aynı zamanda sembolik bir anlatıya dönüştürür. İnanç, bilgi, hürriyet ve gelecek fikri bu yolculuk boyunca gerek karakterler gerekse onlar üzerinden işlenen yan anlatılar üzerinden sürekli olarak yeniden ve yeniden tanımlanır. Tokarczuk, sürgünü yalnızca mekânsal bir yer değiştirme olarak değil, aynı zamanda ontolojik bir kopuş olarak değerlendirir. Karakterler, yalnızca Fransa’yı değil, eski benliklerini, inanç ve alışkanlıklarını da geride bırakırlar.
Roman, temelinde hep adı geçen ve içeriği hakkında türlü söylentilerin söz konusu olduğu bir “Kitap” etrafında şekillenir: Pireneler’de gizlenen, dünyanın geleceğini belirleme gücüne sahip olduğu düşünülen bu kitap gerçekten var mıdır? Ve daha da önemlisi, insanlık bu bilginin yükünü taşımaya hazır mıdır? Söz konusu bu sorular bir taraftan Kitap’ın gizemini ön plana çıkarırken öte taraftan insanoğlunun yeryüzündeki arayışına dair da bir imgelem inşa eder. Her şey tek bir metinde saklıysa insan için bütün bu arayış, yaşama telaşı ve zulmün anlamı nedir? Her bir soru yeni bir arayışı, her arayış yeni bir hikâyeyi beraberinde getirir.

Kitap’ın Yolcuları’nda da olduğu gibi Tokarczuk’un edebiyatının tarihsel roman geleneğiyle ilgilenmediği, aynı zamanda gerçekliğe de bu zemin üzerinden yaklaştığı ifade edilebilir. Onun için bir geçmişte olup bitmiş ve tamamlanmış hikâyeler, bir de bu hikâyelerin bugün için ifade ettiği değerler söz konusudur. Geçmiş, bir bütün, bir blok hâlinde bir yerlerde yaşanıp bitmiş bir hayatı anlatmaz; aynı zamanda bütün bu tarihsel gelişme ve gerçeklik ilişkilerinin bugünün insanını nasıl şekillendirdiğini de içerisinde barındırır. Bu da Tokarczuk için tarihi sabit ve nesnel bir gerçeklik olmaktan çıkarır, anlatılar aracılığıyla sürekli yeniden kurulan bir alana dönüştürür. Bu nedenle romanlarında tarih, mit, efsane ve bireysel hafızayı sürekli iç içe geçiren yazar, benzer bir tavrı Kitap’ın Yolcuları’nda da sürdürür.
Kitap’ın Yolcuları’nda karakterler, klasik kurmaca metinlerdeki gibi tekil bir gelişim çizgisi üzerinden gelişmez. Hemen her biri farklı toplumsal sınıflardan, farklı inanç ve yaşam deneyimlerinden gelir. Bu durum hem romandaki temel çatışma ağını oluşturur hem de bu zemin üzerinden tarih, felsefe ve edebiyatın nasıl işlediğini görünür kılar. Sözgelimi Veronika, terk edilmiş bir kadın olarak hem kişisel bir kaybın hem de toplumsal bir dışlanmanın temsilcisi olarak belirir. Hem kendisiyle hem de çevresiyle bir sorun içerisindedir. Yalnızca dışsal değil, içsel bir yolculuğun da eşiğindedir. Benzer şekilde Marki, simyaya duyduğu ilgiyle bilginin sınırlarını zorlayan bir figür olarak ön plana çıkar; onun arayışı maddi dünyanın ötesine geçme arzusunu vurgular. Dolayısıyla o da tıpkı Veronika gibi kendi içindeki istençler ve dışarı yansıttığı heyecanlarla bir çatışmalar ağının içerisindedir.
Romanın diğer karakterleri de tıpkı Veronik ve Marki gibi romanda sürekli bir gerilim hattının içerisinde yer alırlar. Varlıklı ve pragmatik bir karakter olarak aklın ve düzenin temsilcisi gibi görünen De Berle, yolculuk ilerledikçe giderek büyük bir sarsılmanın içerisinde bulur kendisini. İki farklı düşünsel uç arasında gidip gelir ve aslında okura hiçbir şeyin tek bir istikamet üzerine hareket edemeyeceğini, arka planda kişinin sürekli farklı çatışmalarla yüzleşmek zorunda kaldığını imler. Gerçek yaşamda olduğu gibi kurmaca dünyada da kimse tek bir rolü oynamaz; arzular, heyecan ve hayal kırıklıkları kimi zaman kişiyi öylesine sarsar ki insan ne yapacağını bilemez. De Berle için de romanda benzer bir süreç söz konusudur. Öte taraftan dilsiz arabacı Gauche de romanın bir başka çarpıcı figürü olarak ön plana çıkar: Konuşamayan ama her şeyi gören, beden dili ve sessizliğiyle anlatının merkezine yerleşen bu karakter, Tokarczuk’un söze ve dile dair eleştirisini somutlaştırır. Bu karakterlerin hiçbiri tek başına “kahraman” değildir. Romanın öznesi, bütün bu bireylerden çok yolculuğun kendisidir. Böylece her şey tek bir hikâyeden giderek uzaklaşarak bir çoklu anlatıyı beraberinde getirir.
Veronika, De Berle, Marki, Gauche gibi birçok karakterin peşinden koştuğu ve romanın merkezinde yer alan Kitap, anlatı içerisinde çok katmanlı bir metafor olarak değerlendirilebilir. Bir yandan kutsal metinleri çağrıştırır; diğer yandan modern bilginin, hatta bilimin simgesine dönüşür. Kitap, mutlak hakikatin taşıyıcısı değil; aksine, bilginin tehlikeli ve dönüştürücü doğasının bir temsili olarak okurun karşısına çıkar. Tokarczuk, tam da bu noktada modern dünyaya yönelttiği eleştiriyi açıkça ortaya koyar: Bilgi, etik bir sorumlulukla ele alınmadığı takdirde yıkıcı bir güce dönüşebilir. Roman, insanlığın “her şeyi bilme” arzusunu sorgularken bilginin kimler tarafından hangi amaçlarla kullanıldığı sorunsalını da merkezine alır. Bu bağlamda Kitap’ın Yolcuları, yalnızca geçmişe değil, bugüne ve geleceğe dair de bir roman olarak düşünülebilir; özellikle de içerisinde bulunduğumuz dijital çağda, bilginin hızla dolaşıma girdiği, ancak etik süzgeçlerden geçmediği bir dünyada.
Kitap’ın Yolcuları, tıpkı diğer Tokarczuk romanlarında olduğu gibi yalın, ancak sembollerle yüklü bir dil anlayışıyla ön plana çıkar. Roman, yer yer masalsı bir tona bürünürken yer yer okura tarihsel belgeleri sunan bir soğukkanlılıkla gelişir. Romanın ritmini belirleyen bu geçişlerde anlatıcı kimi zaman akışkan kimi zamansa durağan bir anlatı dilini tercih eder. Bu yaklaşım temelinde Tokarczuk’un dil bilincini vurgularken onun aslında bu konuyu nasıl bir perspektiften değerlendirdiğini de görünür kılar. Gerek karakterlerin birbirleriyle konuşmalarında gerek yolculuk boyunca karşılaştıkları manzaralar karşısında duydukları hayranlık ve üzünçlerde, gerekse kendi içlerinde yaşadıkları iniş ve çıkışlarda görülen, değişen, farklılaşan dil bu yapının ne derece zengin ve katmanlı bir şekilde inşa edildiğini gösterir. Tek bir dil değil, duruma göre farklılaşan bir dil bilinci romana hâkimdir. Öte taraftan romanın anlatı tekniği doğrusal bir zaman anlayışını reddeder ve böylelikle zaman meselesi üzerine düşünen de bir dil gelişir. Sözgelimi geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe geçerken kehanet ve varsayımların dili geçmişle romanın gününü bir noktada birleştirir. Söz konusu bu dil ve yapı, Tokarczuk’un “merkezsiz dünya” anlayışının edebî bir yansıması olarak belirir.
Kitap’ın Yolcuları, Olga Tokarczuk’un edebiyat anlayışını yoğunlaştıran; tarih ile felsefeyi, bireysel hikâyelerle kolektif belleği buluşturan bir roman olarak değerlendirilebilir. Temelinde “yol” ve “yolda olma hâli” fikri üzerinden hareket eden roman, okuru güvenli alanından çıkarır ve onu belirsiz, tekinsiz ama düşünsel olarak verimli bir yolculuğa davet eder. Edebiyat, onun dünyasında bir varış noktası değil, sürekli süren bir arayıştır. Kitap’ın Yolcuları da bu arayışın güçlü, sarsıcı ve özgün duraklarından biri olarak ön plana çıkar.
Fotoğraflar: Łukasz Giza