09 MAYIS, CUMA, 2025

“Romanda Güldüğümüz Durum Bizzat Kendi Hâlimizdir”

Devletsiz dünya mümkün mü? Devlet mekanizması ortadan kalkarsa toplum nasıl etkilenir? İnsan otoriteye muhtaç mı? Yöneticiler olmadan bir arada yaşamak imkânsız mı? Yazar ve çevirmen Fuat Sevimay, bu soruların yanıtını yeni kitabı Bata Çıka’da kuru yük gemisi Kabuk’ta yaşananlar üzerinden veriyor. Sevimay’la hem kitabını hem de “devletsiz dünya” senaryosunu konuştuk.

“Romanda Güldüğümüz Durum Bizzat Kendi Hâlimizdir”

Yeni romanınız Bata Çıka’nın okuru bol olsun... Birleşmiş Milletler’in devletlerin lağvedilmesi kararının ardından, limandan yeni ayrılmış olan kuru yük gemisi Kabuk’ta yaşananları okuyoruz kitapta. Sizi, “devletsiz bir dünya” senaryosu üzerine yazmaya yönelten neydi?

Sanırım dünya düzeninin yeni erk modeli, terör ülkesi Amerika başta olmak üzere, bizimki gibi orta ve küçük ölçekli ülkelerdeki taşeron yönetimleriyle, yaygın medya ve sosyal medya eliyle, sizin de andığınız “devletsiz” hatta “demokrasisiz” dünya senaryolarını uzun zamandır işliyor. Özgürlükler rafa kalktı ve faşizm kol geziyor. Oysa devlet ve demokrasi, insanlığın ortak aklının ulaştığı en üst mertebedir ve asla vazgeçilmemesi gerekir. Kendi içinde aksaklıkları vardır ama yapılması gereken bunları düzeltmektir.

Bata Çıka da dayatılan bu senaryoya karşı bir uyarı, sorgu alanı niteliğinde. Neoliberal özgürlük büyük halk kitleleri lehine mi yoksa faşizmin yolunu döşemek için mi? Bunları hem kendi içimde düşünmek hem de okura tartıştırmak için bir gemiye binmek istedim. Batar mıyız çıkar mıyız bilmeden.

Devlet kavramını sorgulayan bir açılış yapıyor kitap; “Nedir ki devlet? Anlamadığın her neyse o belki de...” Size göre nedir devlet? Günümüz dünyasında vazgeçilmez bir yapı mı?

Devlet nedir sorusuna, kitabın sonundaki cümleyle yanıt vereyim. Bilmiyorum ki kuzum!

Aslında biliyoruz ama küresel güç dengeleri değiştiğinde devlet fikrinin içi öylesine oyuldu ki artık halkın da kafası karışık. Diziler, filmler eliyle topluma pompalanan korku fikri söz konusu. Demokrasi işe yaramaz algısı yayılıyor. Demokrasi 1970’lerde, 80’lerde iyi kötü işe yarıyordu da neden 2000’lerde tu kaka oldu? Buna kafa yormamız, tek adam sistemlerinin korkunç tuzağından uzak durmamız gerek. Ve bizim ortak değerleri paylaştığımız devlet fikrini geri kazanmamız gerek. Globalizm yalanları bize tam da aksini söyletmek istiyor ve devletin demokrasinin gereksizliğini, böylece daha özgür bir dünya olacağı yalanını pompalıyor. Oysa globalizm eliyle dayatılan bu yalan, küresel emperyalizmin yeni aşaması. Artık kolonize edilecek toprak kalmadı, darbeler iş görmüyor, o nedenle kaynaklara çökmek için yeni modeller gerek.

​Velhasıl bizim devlet ve demokrasi fikrinden asla vazgeçmemiz gerek. Bunun aksi, turuncu kafa Trump, Putin ve sair tiplerin küresel imparator olduğu bir düzen. Düşüncesi bile korkunç.

Devletlerin lağvedildiği haberini sunan spiker “Şimdi bizi kim yönetecek? Bir yandan da evet, birisinin yönetmesi gerekiyor mu?” diye soruyor. Yönetimsiz bir toplum mümkün mü?

Değil! Ama buradaki kritik mesele, yönetimden ne anladığımız. Günümüzde devlet deyince aklımıza genelde liderler, sınırlar, bu devletlerin arasındaki çekişmeler ve sair geliyor. Demokrasiyi seçim zamanı atılan oydan ibaret biliyoruz. Amerika’yı Trump gibi, Rusya’yı Putin gibi algılıyoruz. Oysa gerçek anlamda devlet, bir arada yaşamaya karar vermiş insanların inisiyatifi ve ortak akılla, asgari müştereklerle oluşturdukları yasalar bütünüdür. Yani sistemdir! Demokrasi ise o sistemi koruyacak her türlü fikir ve eylemdir.

Bizim korumamız ya da bir başka deyişle yeniden kazanmamız gereken işte bu sistemdir. Meselemiz, devleti Ahmet mi yönetecek Ayşe mi değil! O nedenle Kaptan mı Çarkçıbaşı mı derken yatıyla gelen Beyefendi’ye teslim olabiliyoruz. 

Devletin yokluğunun insan doğasını nasıl etkilediğini görüyoruz romanda. Yönetimsiz kalmak, gemideki tüm karakterleri farklı yönlere savuruyor. Sizce insan, otoriteye muhtaç bir varlık mı?

Otoriteden anladığımız birinin erki ise asla muhtaç değiliz. İşte o eski sistem; krallar, padişahlar, tek adamlar ve sair. Demokrasinin askıya alındığı hâller.

​Bir arada yaşama kararı vermiş insanların toplum olmaya ve toplumsal kurallara, bu kuralların otoritesine ihtiyacı var. Bizim korumamız gereken anayasadır. Aksi takdirde memleketin nereye gittiğini görüyoruz. Sözde demokrasi eliyle gelip memleketin özgürlüğüne çöken, taşeron siyasal İslam ne yasa tanıyor ne hukuk. O nedenle tek adamların otoritesine muhtaç değiliz, bilakis bir an önce kurtulmamız gerek. Öte yanda yasanın otoritesine ve onları uygulayacak eşitlikçi güçler ayrılığına çok muhtacız. 

Kaos, isyan, bölünme, suç oranında artış, düzenin çöküşü, yeni yönetim arayışı, güçlünün hâkimiyeti... Kabuk’ta yaşananlara bakarak; bu gemiyi küçük bir “devlet” olarak görebilir miyiz? Gemi, metaforik bir tercih mi? Gemide olanlar, devlet çökerse yaşanabileceklerin bir yansıması mı?

Tam da öyle. O gemi, kendi kabuğumuza çekildiğimiz bir alan. Edebiyat doğrudan değil, göstererek, ima ederek anlatır ve sorgu alanı yaratır. O nedenle biraz Kaptan’ız, biraz Aşçı, biraz Lostromo, biraz Çarkçıbaşı.*

Geleceğe ilişkin devletlerin çöküş senaryolarında, yönetimi teknolojik sistemlerin alabileceğine dair görüşler var. Yapay zekâ, merkezi bir otorite olmadan düzeni koruyabilir mi sizce?

Korur ya da korumaz, bilmiyorum ama Allah korusun demek geliyor içimden. Yapay zekânın bu kadar ön plana çıkarılması çok sakat. Teknoloji ve gelişim karşıtı bir insan falan değilim ama insanı yok sayan, global erk dayatan, algı yönlendirmeye uygun bir yapılanmadan düzen beklemek için çok safdil olmak gerek. Dünyanın Zuckerberg’e, Elon Musk’a ihtiyacı yok. Doğal zekâya ve insani duygulara ihtiyacı var.

Kitapta, dünya liderlerinin devletleri tamamen ortadan kaldırmayı görüştükleri toplantıda Türkiye başbakanı çekimser oy kullanıyor. Bu tercihiniz bir eleştiri mi, günümüze dair bir gönderme içeriyor mu, yoksa kurgu gereği mi böyle şekillendi?

Türkiye’nin bugünü ne yazık ki gönderme ve sair kaldıracak hâlde değil. Memleketin geldiği hâli aklı başında herkes içi kanayarak görüyor ve bunu bir yazarın ayrıca hatırlatmasına pek gerek yok. Ben sadece nötr alanda kalmak istedim. Lehte ve aleyhte oy kullanan ülkeleri özellikle seçtim ama bizi, bir düşünceye oturtmamak için ortada bıraktım. Ulysses’de Bloom’un ne Katolik ne de Protestan olması gibi.

Diğer eserlerinizde olduğu gibi Bata Çıka’da da mizahi ve ironik bir dil var. “Edebiyatın ve edebiyatçının derdi olmalıdır ama metin dertli olmak zorunda değildir” diyorsunuz. Bu yaklaşımı biraz açabilir miyiz? Mizah, ciddi meseleleri anlatırken, okurla daha samimi bir bağ kurmanıza da yardımcı oluyordur muhakkak. Sizin için bir anlatım tercihi mi mizah, yazarken doğal olarak mı gelişiyor?

Mizah yazarı olduğumu düşünmüyorum. Benimki daha ziyade ironi. Oğuz Atay gibi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Ahmet Hamdi dili gibi. Çünkü ironide iğne ve çuvaldız durumu da vardır. Romanda güldüğümüz durum bizzat kendi hâlimizdir.

​Çok uzun zamandır edebiyat kasvetli bir alana oturtuldu. Ben bunun çaresizliği pompalayan arabesk bir tutum olduğunu düşünüyorum. Öte yanda tıpkı Gezi direnişindeki dil gibi, kendini halt sanan erk ile eğlenmek, “Asla teslim olmayacağız” demenin en güzel yollarından biri bence. O nedenle, yazarın romanında işlediği bir merkez dert elbette olmalıdır ama bunun illaki dertli ve ağlak bir dille dile getirilmesi gerekmiyor.

Denizcilik ve gemilerle ilgili bilginiz kişisel merakınızdan mı geliyor, yoksa roman için özel bir çalışma mı yaptınız?

Yelkenlim yok ama yelken ve deniz hayattaki en büyük tutkularımdan birisi. O nedenle denizcilik diline hayli hâkimim. Bir de yakın zamanda Moby Dick’i çevirdim ve oradan gelen bir birikim de var. Romanı yazarken ayrıca gemi mühendisliği mezunu kızımdan da fikir aldığım birkaç konu oldu. Yine de romana girişmeden önce, yanlışa düşmemek için, kuru yük gemisi olan, lise arkadaşım Ziya’dan bu konuda destek alıp, tersanedeki gemisini ziyaret edip uzun uzadıya inceleme fırsatı buldum. Oradan da romana sızan çok şey oldu. Bu vesileyle kendisine buradan bir kez daha teşekkür etmek isterim.

Devlet mekanizmasının olmadığı, devletsiz toplumları işleyen birçok kitap var. Romanı yazarken okuduğunuz, faydalandığınız kaynaklar oldu mu?

Daha önce de belirttiğim gibi benim derdim devletsiz toplumu işlemek değil, tam tersi, bu ihtimali göstererek olası tehlikelere işaret etmekti. Bu anlamda bir hayli kaynak kitaptan beslendiğimi belirtebilirim ama özellikle ikisi çok önemliydi. Birisi, bizim gurmeliğiyle tanıdığımız ama aynı zamanda ekonomi eğitimi almış Vedat Milor’un Devleti Geri Getirmek adındaki tez kitabıydı. Bir diğeri de Demokrasi Ne İşe Yarar idi. Tabii bir de Platon ve Devlet. Ama bu sonuncusu daha ziyade eleştirel boyutta sindi romana.

Eserlerinizde karakter yaratırken kendinizden ilham aldığınız oluyor mu? Bata Çıka’da size en yakın hissettiren karakter hangisi?

Romanların, öykülerin bütün karakterlerine bizden sinen bir şeyler oluyordur ama bunu birebir yazarın kendisi diye düşünmemek gerek. Bir karakter, dış betiminden düşünce şekline, hayata bakış açısından başından geçenlere varana dek bir dolu şeyin harmanlanması sonucu oluşuyor. O nedenle, Gör Bağır öykü kitabımdaki “E” öyküsünün, ev hapsinde tutulan karakteri Arif dışında, Bata Çıka’dakiler de dahil olmak üzere, hiçbir karakterim birebir ben değilim.

Romanları okurken, dizisi ya da filmi çekilse nasıl olur diye düşünürüm genelde. Bata Çıka’ya başladığımda ise tiyatro oyununa uygun bir metin gibi geldi bana. Sizce sahneye uyarlanabilir mi?

“Romanınız dizi ya da film olsa ne güzel olur” sözü genelde iltifat gibi gelir ama ben bu telaffuz edildiğinde de hep “Neden, roman olarak yeterince iyi değil mi?” deme gereği duyarım. Diziler popüler kültürün emrindedir. Sinema uyarlamalarında da romanların ruhundan birçok şey kaybolur. O nedenle ben yazdığım eserlerin roman ya da öykü hâllerinden yeterince memnunum.

​Ama tiyatro başka. Tiyatronun edebiyata en yakın disiplin olduğunu düşünürüm (kaldı ki tiyatro oyunları da öncelikle birer edebi eserdir) ve daha önce, Anarşık romanımın tiyatroda sahnelenmesi beni çok mutlu etmişti. Oyunlaştırdığım bir öyküm daha var (E’si) ve bir de Ulysses’i oyunlaştırmak fikrim var. O nedenle Bata Çıka da bir şekilde uyarlansa çok çok mutlu olurum. Sanırım akışı da sahneye oldukça uygun.

Yazma süreciniz nasıl işliyor? Planlı mı ilerlersiniz, aklına geldikçe yazanlardan mısınız? Bu konuda ritüelleriniz var mı?

Yazmanın, edebiyatın ritüelle hiç ilgisi olmadığını düşünürüm. Bunlar, yani şu kafede yazarım, şu kalemle yazarım, şu olmadan yazamam ve sair zırvaların, edebiyatın özüyle hiç ilgisi yok. Aslolan ortaya koyduğumuz roman ve onun hem toplumsal hem de edebi açıdan yaratacağı sorgu alanıdır. Bunun dışında, nasıl yazıldığının hiç önemi yok.

Ama sadece şunu söyleyebilirim; okura aktarmak istediğim özü doğru verebilmek için, mutlaka taslağa ve bir plana ihtiyaç duyarım ki işin içinde istediğim şekilde çıkabileyim.

James Joyce’un Finnegans Wake’ini Türkçeye çevirdiniz. Büyük ilgi gördü, zira “çevrilemez” denilen bir eserdi. Böyle zor bir metni çevirme süreci hayli meşakkatli olmalı. Yaşadığınız en büyük zorluk neydi?

Finnegan Uyanması dünya edebiyatında yazılması, okunması, çevrilmesi en zor metin kabul ediliyor, çeviri süreci de doğal olarak hayli zorluydu. Böyle bir metnin Türkçede yer almasına vesile olduğum için de elbette çok mutluyum. Ama asıl zorluk ve beni üzen mesele yayından sonra olanlardı. Eser ne yazık ki o zamanki anlaşma gereği, bandrol hırsızı bir yayınevinden çıktı. Bir başka yayıncı da, “Biz de Finnegan çeviriyoruz” diyerek (böyle bir eseri pek okuyan olmaz düşüncesiyle sanırım) daha önce hiç çeviri yapmamış biri vasıtasıyla, sonradan yarım bıraktıkları ve Finnegan ile pek örtüşmeyen bir işe giriştiler.

Finnegan Uyanması’nın dili üzerine konuşulabilecek çok şey varken, ben bu andığım abuk sabuk durumlarla uğraşmak, olağanüstü metni değil, dilim döndüğünce bu saçma sapan hâlleri anlatmak zorunda kaldım. Yaşadığım temel zorluk buydu ve bu maalesef bizim memlekete özgü. Neyse ki Finnegan Uyanması’nın yakın zamanda İthaki’den yeni baskısı çıkacak ve umarım biz artık bu sıra dışı eseri hakkıyla konuşabiliriz.

Roman henüz çok yeni ama yine de soralım; üzerinde çalıştığınız başka kitaplar ve yeni çeviriler var mı?

Çeviri serüvenimde James Joyce ve Italo Svevo külliyatlarını çevirmek amacım vardı ve bunu hemen hemen tamamladım. Bu iki dev ismin yanına Aldous Huxley, Pirandello, Herman Melville, Paul Beatty gibi değerli isimlerden de eserler kattım. O nedenle çeviri dükkânını kendi adıma kapattığımı söyleyebilirim. Öte yanda üç yeni romanın taslağı hazır ve bunlardan birisinin karakterleri kafamda gezinmeye başladı. Bir tiyatro projesinin ardından, sanırım yaz ayları gibi başına otururum. 

Temmuz ayında Foça’da bir edebiyat kampı düzenleyecek, orada yeni romanınız Bata Çıka’yla ilgili bir söyleşi de gerçekleştireceksiniz. Etkinlik hakkındaki detayları buradan da paylaşalım mı? İmza günü takviminiz belliyse, onları da duyurabiliriz isterseniz...

Foça Sanat kapsamında temmuz başında, sevgili Zeynep Kaçar ile birlikte, edebi eserlerin ve tiyatronun biz sanatseverleri nasıl ve neden etkilediğine dair, içine bolca sohbet, deniz, güneş ve eğlencenin de sızacağı, altı günlük bir kamp yapacağız. Bir akşamında da Bata Çıka söyleşisi olacak. Önümüzdeki zamanda sair mekânda imza günleri olacak ama kesin tarihleri henüz belli değil. Belli oldukça Instagram üzerinden paylaşacağım. Keyifli sorular için teşekkürlerimle.

0
478
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage