Seray Şahiner ile dördüncü romanı Vatan Millet Samatya odağında aile bağlarını sevgiyle değil zaaflarla ören üç kuşağın, dönüşen İstanbul’la birlikte yeniden biçimlenen hikâyesini konuştuk.
Vatan Millet Samatya’da sevilmek isteyen kız çocuklarının tetikte büyüme hikâyelerini, baskı altında yaşayan kadın ve erkek ebeveynlerin hayatta kalmak için başvurdukları farklı çözümlerin çarpıcı panoramasını okuyoruz. İstanbul şehrinde yaşam, Samatya semtinde yaşama tutunabilme temeline yerleşen hikâyede kız çocuklarının algısının bir dönemi nasıl pürüzsüzce anlatılabildiğine Seray Şahiner’in yine özenle yarattığı, özgün karakterleri aracılığıyla şahitlik ediyor ve hatırlıyoruz.
Sizinle yaptığım ikinci söyleşi olduğu için kapsamının biraz daha derinlemesine olmasını istediğim bir sohbet gerçekleştirmek istiyorum. Araya birçok başka kitap ve bu kitapların hikâyeleri girmesine rağmen Vatan Millet Samatya’nın hikâyesinin yıllarca zihninizde, kalbinizde, bedeninizde “Bir hikayeyi taşımak” başlığıyla anlatmanızı istesem, nasıl anlatmak istersiniz?
Vatan Millet Samatya’yı sadece içimde taşımadım, onun etrafında da dolaştım. Hem yumağa sarılan ip hem yumağı saran el oldum. Önemli olan sarma kısmı değil, örme kısmı… Defalarca yeniden yazdığım bir kitap. Bir kitapla yıllarca yaşamak, öyle sırtında eviyle dolaşan kaplumbağa olmak gibi değil. O eve sabitleniyorsun. Vatan Millet Samatya, beni daha az yola çıkan biri yaptı. Somut olarak söylüyorum: 1950’lerin ulaşım raporlarını içeren kitaplardan Ses dergilerine… Bu kitap için oluşturduğum kütüphane İstanbul’da olduğu için ve yazının doğası gereği elinin altında ne yoksa tam da o an o lazım olduğundan, İstanbul’dan pek çıkamadım. Vatan Millet Samatya için oluşturduğum kütüphaneye nihayet kitabın kendisi eklendi ve benim hareket kabiliyetim arttı. Bir edebi metne vereceğimiz süreyi onun ne kadar zamanda demleneceği belirliyor. Yoksa Boris Vian’ın 10 günde yazdığı kitapları var ve çok severek okuyorum.
Bizler Seray Şahiner’i kadın hikâyeleri yazan, kadınların meseleleri üzerine odaklanan, bu meselelerin tematik inşasıyla hikâyelerini belirleyen yazar olarak tanıyoruz. Fakat sizin hikâyelerinizde aile, yuva, şehir, göç etme, bağ kurma, iletişim gibi belirgin tematik özellikler de var. Diğer yandan sizi tetikleyen, söz konusu olduğunda kendinizi dışarı çekemediğiniz, içine dalmak istediğiniz imgelerinizin temelde ne olduğunu da merak ediyorum.
İlk kitabımdan bu yana temelde, kent hakkı, göç ve kamusal alanın kullanımı üzerine yazıyorum. Bu kavramları yönlendiren sistem de doğal olarak anlatının içinde odakta yerini alıyor. Ayrıca kitle iletişim araçlarının hayatımıza istemimiz içinde veya bizi aşan etkisi genelde yazdığım hikâyelerde ana çatıyı oluşturuyor. Temayı kavramla ele alıyorum. Vatan Millet Samatya, 70’lerden 90’lara uzanan bir anlatı. Burada; kadının çalışmak için sokağa erkeklerden daha sonra çıkışı var. Aslında yeni bir dil öğrenmek zorundaysan bu da bir nevi göç. Sokağın erkekler tarafından önceden oluşturulmuş bir dili var, sokağa sonradan çıktığından mevcut dili kendine uyarlamanın, kendini ona dahil etmenin bir yolunu arayan kadınlar var bu romanda.
Vatan Millet Samatya dördüncü romanınız. Antabus, Kul ve Ülker Abla sonrası bu romanınızın farkının ne olmasını istediniz? Bu soruyu çocuk anlatıcılar olmasının farklı tarafları ya da bir dönem anlatısı farklarıyla sormuyorum. On beş yıl boyunca kafanızda şekillendirdiğiniz hikâye adına sizdeki düşünce farklarını (bu süreçte belki farklı imgeler de dikkatinizi çekmeye başladı) ve Vatan Millet Samatya’nın bu farkların bir araya gelmesiyle ortaya çıkışını konuşacak olursak, ne söylemek istersiniz?
Vatan Millet Samatya, yazmaya başladığımda sadece geçtiği yıllar değil, meselesi itibariyle de bir dönem kitabıydı. İstanbul’a göçle gelmiş, buranın yerlisi olmaya çalışırken istimlakla köksüzleştirilen bir ailenin üç kuşağını anlatıyordu. Kitabı yazmaya başladığımda Samatya’da yaşıyordum, kentsel dönüşüm geldi ve ben uzun zaman çıkmamaya çalıştıktan sonra mahallemden uzaklaşmak zorunda kaldım. Vatan Millet Samatya, 70’lerde başlasa da ben yazmaya devam ederken yılı yönünden değilse de meselesi açısından dönem kitabı olmaktan çıktı, çünkü kitabın derdi, aynı mahallede yıllar sonra tekrar etti.
Hikâye kafanızda ilk şekillenmeye başladığı andan itibaren çocuk bakış açısı, ritmi ve sesi mi mevzu bahisti? Çünkü aslında kamerayı sizin taşıdığınız ama çocukluğa dair tüm sahneleri çocuklara anlattırdığınız böyle bir hikâyede müdahalesiz yönetmenliğe (ya da yetişkinliğe de diyebiliriz buna) soyunmak çok zor. Ben okur olarak bile birçok an esnasında o kadar çok müdahale etmek istedim ki, sizin yaşadığınız zorlukları ya da anlamlı olanı da diyebiliriz aslında, (“zorluk” derken sadece olumsuz bir yerden anlaşılmasını da istemem) konuşmak isterim.
Çocuk, yadırgamaya ve şaşırmaya devam ettiği için en doğru soruları soran insan. Büyüklerin gözünden olmadık yerde olmadık şeyleri söyleyen kişi: Çünkü cesur. Yeni tanıştığı korkularla baş etmeye çalıştığı için refleksleri çok daha kuvvetli. Bu durumda, alışmamayı murat ettiğim bir; sevginin yerine zaafı koyma temasını yazarken çocuk anlatıcı kullanmak bu romanın doğası gereğiydi. Ben yazdığım çocukların elinden tutmadım, onlar bana el verdiler. Müdahalesiz yönetmen demişsiniz ya, çocuk bunun çok ötesinde: Müdanasız bir yönetmen. Hayatı, sınıf kavramını, sokağı, aileyi, yerinden edilmeyi; ailesinin ve politikacıların söylemi ne olursa olsun, kendi gözünden kendi kelimeleriyle tanımlıyor ve yargılıyor. Bu hikâyeyi çocuk bakış açısıyla yazmak; beni de yeni sorular için yeni cevaplar bulmak konusunda yüreklendirdi. Bir de şu var: Çocukluk bizim büyükken nostalji kavramıyla ele aldığımız kadar çocuksu bir çağ değil. Her şeyi filtrelemeden gördüğün, henüz kalbinden geçirmeme yoluna giderek kendini koruma altına almayı öğrenmediğin bir dönem. Hayatın zaman tamponu girmemiş, bu da geçer demeye alışmadığın bir alanı. Her şeyin acemisi olunca önce “acımadı ki!” demeyi öğreniyorsun. Kitaptaki İnci diyor ki, “Annem öldüm sanmış. Bence işine bile geldi. Çünkü dokuz yaşında bir çocuğu başka türlü aldıramaz.” Biz büyüyüp, hafızamızı montajlayarak oradan hayalimizdeki çocukluğu biçmeye çalışıyoruz. Proje çocuk diye bir laf var ya hani, asıl tedavülde olan “proje çocukluk.”
Aynı aileden üç kuşak kadına dair dönemleri ve yaşanılanları okuyoruz. Anneanne, anne ve kızının hikâyesi bu. Aslında iki kadının, annesi ve Melek ve Melek’in kızı İnci’nin hikâyesi. Bu ama salt Melek’in hikâyesi; hem çocuk hem kız kardeş hem anne hem de anne olarak bir kadının kızı olması dolayısıyla. Yani Meleğin hikâyesi hayat üçgeninde her yere yerleşip, her boşluğu doldurabiliyor. Sonsuz denklemlere gebe kuşaklar arası bir yapı var karşımızda aslında, ne dersiniz?
Melek halkası olarak doğduğu zinciri kırmaya çalışıyor ama zincir paslı, pas ilerler… Kendini zincirden ayırdığında, kuşaklar arası pası zımparalamak gene Melek’e düşüyor, bu sefer de aşınıyor. Vatan Millet Samatya, çocukluğunda sevgi görmemiş ebeveynlerin dengeyi kuramayan anne babalara dönüştüğü bir roman. Melek, kendisi anne olduğunda, bu sefer kendi çocukluğundaki gözetilmemişliğin acısını çıkarmak isterken çocuğunu korumacılığıyla bunaltıyor. Bir önceki kitabım Ülker Abla’da diyordu ki: “Demek ki çocukluk, tedavisi ömür boyu süren bir hastalık.” Melek de çocukluğundan alacaklı hissettiği için çocuğunu borçlu çıkarmaya çalışıyor.
Romanın sınıfsal yapısını ve bu yapı içerisinde başta çocuklara olmak üzere güçsüz olan herkese uygulanabilen psikolojik ve fiziksel şiddeti ve istismarı da konuşmak isterim. Hatta hikâyenin yapısı adına akran zorbalığını da atlamak istemem.
Akran zorbalığı meselesi, bu kitabın yapı taşlarından biri ve sınıf farkı üzerinden ilerliyor. Her manada “Bizden değilsin” cümlesi büyük bir tehdit. Kitaptaki karakterler, etrafındakiler onları kabul etmediğinde, madem dışardayım bari geride kalmayayım bir adım öne çıkayım telaşıyla girmek istedikleri eşikte takılıp yere kapaklanıyor. Vatan Millet Samatya’da anlattığım insanlar aslında sıradan olmak istiyor, herhangi biri ve herkes gibi… Fakat güçlü olan kim ise “herkes” kavramını kendiyle kodluyor. Çoğunluk denen şey nüfusla değil nüfuzla ilgili.
Şiddet, zorbalık, ait olduğun sınıfı bırakamama, oradan çıkamama demişken erkekleri ve babaları hikâyenin politik arka planı ile konuşmak isterim. Bu konuda hikâyede en ilgi çekici olan, “pasif” bir görüntü sergilemelerine rağmen “güç” gösterisi söz konusu olduğunda tüm erkeklerin ve babaların dirilmeleri. Güçlü olma tahtından vazgeçmeyen babaları anlatıyorsunuz. Ve bu durumu politik arka planda da görüyoruz öyle değil mi?
Dil, erkekler üzerine kurulduğu için belki de erkekler güç göstermek için o kadar konuşmak zorunda hissetmiyor: Devlet baba, adam gibi, ağır abi, arkasında dayısı olmak… Kitaptaki babalar genelde yüz göz olmamak kisvesi altında kendileri yerine emirleri ailelerindeki kadınlara verdirmeye çalışıyorlar. Zira tartışma da bir eşitlik zemini, buna bile yanaşmıyorlar. Sustuklarında, ağzını açsa neler söyleyecek tehdidi, konuştuklarında tehdidi fiile dönüşecek mi tedirginliği yaşatarak, varlar. Dahası bir mutlaklık olarak kendilerini dayatmış durumdalar. Kitapta hikâyeyi gözünden okuduğumuz çocuklardan biri olan İnci diyor ki: “Babamı inkâr edemiyorum. Kendimi reddetmek daha kolay.”
Çok karakterli hikâye anlatımlarını seviyorsunuz. Fakat kahraman, anti-kahraman gibi bir kıstas oluşturmuyorsunuz karakterlerinizle ilgili. Konuyu kahramanlardan ziyade, değersizlik hissi üzerinden, sürekli öteki kişi olarak görülmekten, başkası diye konumlandırılmak ya da kimliksizlik çerçevesinde ele almak istiyorsunuz sanki.
Yazdığım karakterler kendini azınlık olarak tanımlamıyor. Aksine, kendi ortamlarında orda olmalarının haber değeri olmayacak kadar çoklar. Dertleri; dışardan bakanlarca kötü manada işaret edilmek, parmakla gösterilmek. Kahraman değil, sıradan olmak istiyorlar. Ben de onları yazarken bu saygıyla yaklaşıyorum.
Bir de inançlar kısmı var. Alevilik, Müslümanlık, Süryanilik belki ve Samatya’da hâlâ aktif kiliseler olduğunu düşünürsek bu durumun hikâyedeki yeri ile ilgili konuşmak isterim sizinle. Mesela İnci ile dedesi arasındaki diyalogsuz kısım tam da böyle. Zorunlu susulması gereken bir durum olarak mı işlemek istediniz hikâyenin bu yanını? Ya da belki de dedenin torunuyla konuşmak istemediği bir andı sadece.
Susmak biraz da tanışmamaktan kaynaklanıyor. İnci dedesi ile o gün ilk kez karşılaşıyor… Romandaki çocuklar inanç ile ilgili sembolleri dahil olacakları yerden ele alıyor. Samatya zaten çok dinli çok dilli bir semt… Orda yaşayanlar açısından bu mahallenin doğası. Mevzu, dışardan bakanlar. Bu dışardan bakıp yargılayanlara bakan bir anlatı.
Gelin Başı, Hanımların Dikkatine, Hepyek öykü kitaplarınız da var ve aslında öyküler yazarak giriyorsunuz edebiyat dünyasına. Ama siz benim için roman yazarısınız. Siz söz konusu olduğunda böyle bir algı var, siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hulki Aktunç, “Konu türüyle gelir” demişti. Anlatacağım hikâye, hangi zeminde daha iyi ele alınabiliyor ise, su yatağını buluyor. Şimdiye kadar hiç, bir roman yazayım, öykü yazayım diye masaya oturmadım. Tartışacağım mesele hangi türe uygunsa ilk yazımda zaten oraya evriliyor. Sonraki yazımlarda da kurgusu üzerine daha ince çalışıyorum. Bir gün, en iyi duvar yazısı ile anlatacağım bir mevzum olursa spreyle sokağa çıkar onu yazarım.
Elinizin altından hep olan kitapları, hangi kitapları ve yazarları okumayı sevdiğinizi merak ediyorum. Bir de bundan sonraki kitabınız ne olacak, yeni bir roman mı yoksa öykü seçkisi mi?
Richard Brautigan, William S. Burroughs bu ara özleyip tekrar okuduğum yazarlar. Almadovar’ın Kırık Kucaklaşmalar filminde, sevgilisi yazara soruyor: “Ne düşünüyorsun?” Yazar da diyor ki; “Bilmiyorum, daha yazmadım.” Bir sonraki kitabımın ne olacağını bilmiyorum, henüz ilk yazımını yapmadım.