02 MAYIS, CUMA, 2025

“Şiirim Artık Daha Sakin Daha Az Geveze”

Şair Mehmet Said Aydın ile 2014-2024 yılları arasında yazdığı, kişisel serüveninin yanı sıra toplumun ve ülkenin de izlerini taşıyan şiirlerinden oluşan kitabı Altını Ben Çizdim üzerine konuştuk.

“Şiirim Artık Daha Sakin Daha Az Geveze”

Şair Mehmet Said Aydın’ın yeni şiir kitabı Altını Ben Çizdim, Everest Yayınları’ndan çıktı. Aydın, bu kitabında 2014-2024 yılları arasında yazdığı şiirleri bir araya getiriyor. Aydın’ın 10 yıllık bu şiirleri kişisel serüveninin yanı sıra toplumun ve ülkenin de izlerini taşıyor.

Mardin Kızıltepeli Aydın, yaşadığı İstanbul’un izlenceleriyle birlikte coğrafyalar arası kader ortaklığını da şiirine taşıyor. Altını Ben Çizdim, Aydın’ın Kusurlu Bahçe (2011), Sokağın Zoru (2014) ve Lokman Kasidesi (2019) kitaplarının ardından dördüncü şiir kitabı.

​Aydın, “Zannediyorum Lokman’la beraber şiirim artık daha sakin, daha az geveze” diyor.

Yeni kitabınız Altını Ben Çizdim nasıl bir süreç sonunda ortaya çıktı? Bu kitabı diğer eserlerinizden ayıran en belirgin özellik nedir?

Kapakta da anons edildiği üzere 10 yıla yayılmış şiirler bunlar. İkinci kitabım Sokağın Zoru’nun ardından şiir yazmaya ve dergilerde yayımlamaya devam etmiştim fakat Lokman Kasidesi tek ve uzun bir şiir olduğundan, bahsi geçen şiirler o kitaba girememişti. Lokman’dan sonra da yazmaya ve yayımlamaya devam ettim. Dolayısıyla yazdığım şiirin kanımca iki eğiliminin; hem karşı lirik/somuta bakan tarafının hem kısalan/özcüleşen dizelerin yer aldığı şiirlerin yan yana olduğu, yeni tabirle söylersem biraz “hibrit” bir kitap oldu Altını Ben Çizdim.

2014-2024 yılları arasında yazdığınız şiirleri bir araya getirme süreci sizin için nasıl geçti? Bu süre zarfında şiir anlayışınızda nasıl değişimler oldu?

Dışarıda kalan epey şiir oldu aslında – epey dikkatli arşiv tutan biriyim, buna karşın bazı şiirler yıllar içinde kendini adeta unutturmuş. Bazısı kitaplaşma sürecinde kendini fark ettirdi e-postaların, defterlerin içinde. İlk kitabım yayımlanalı 14 yıl olmuş, imzamın dergilerde görünmeye başlamasının üzerindense 20 yılı aşkın zaman geçmiş. Uzak hemşehrim Tarancı’nın dehşetle sorduğu üzere “Benim mi Allahım bu çizgili yüz?” zamanlarına erişiyorum. Zannediyorum Lokman’la beraber şiirim artık daha sakin, daha az geveze.

Şiirin yaşayan bir şey olması gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce bir şiirin gerçekten "yaşayan" olması için nasıl bir niteliğe sahip olması gerekir?

Genel geçer bir yanıt gibi duyulacak ama söylemek zorundayım. Bence edebiyatın “yaşayan” bir şey olması gerekiyor, sadece şiirin değil.

Bu dediğim, edebiyatın başlangıcından bu yana, ana yakıtlardan biri olan “oyun”u yahut üslupçuluğu dışarıda bırakmıyor. Gerçek, somut, bu dünyanın içinden bir ses çıkarmayan eserlerin ömrünün uzunluğu da o meyanda beni pek ilgilendirmiyor.

Şu an olanla/vuku bulanla ilgilenmeyen öznenin sesinin, önünde sonunda ilahi olana mecbur kalacağını gördüm – bunun sağ ya da sol eğilimli biri olmakla da ilgisi yok, edebiyat nesnesine nasıl baktığıyla ve ondan ne murat ettiğiyle ilgilisi var.

​O bahsettiğim ses kendi ilahiyatına ikna olmak, oranın üstüne kapanmak zorunda. Ve bu bana çok anlamlı gelmiyor doğrusu.

Mehmet Said Aydın ©Tahsin Beravî

Lokman Kasidesi ile klasik kaside türüne getirdiğiniz yorumun ardından, Altını Ben Çizdim’de gelenekle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Lokman’da türe yeni bir yorum getirmekten ziyade, türün bir de böyle okunabileceğini iddia etmiştim. Yani o yorum, evvela kendime yeni bir okuma önerisiydi. Dahası, birkaç defa söyledim ama pek duyulmadı, o kitap bir “kaside” değil, “mersiye”.

Adıyla başlayarak bir tersinleme yapmaya çalışmıştım. Altını Ben Çizdim’de de bu dilin, bilebildiğim becerebildiğim kadarıyla bütün imkânlarını zorlamaya çalıştım yine. Bu imkânın içinde devasa bir klasik edebiyat geleneği de var elbette.

“Fuzûlî bu dilin en büyük şanslarından biri olabilir. Bugünden dönüp o şiiri, kasidelerin dilini ve veznini devralmak en hafif tabirle safdillik olurdu” diyorsunuz. Dilin modern dönemde yaşadığı evrim, başkalaşım sizi korkutuyor mu?

Dilin kendisine çok hürmeti olan herkes geçmişte korkmuş – burada Refik Halit Karay’ın çok etkileyici “ürkü/korku” metinlerini anmak isterim. Yenilikten, evrimden, başkalaşımdan itikadım gereği pek korkmuyorum ama konuşma dilindeki ünlemlerin çokluğundan biraz yoruluyorum diyelim. İleri kapitalizmin en büyük becerilerinden biri, iki kuşak arasına yenilik-eskilik faraziyesi sokması bence.

​Söz gelimi, biri “sınıfsal” dediği anda genç kimse için “boomer” olabiliyor ama pazar alışverişindeki dehşeti o “boomer”la o genç aynı şiddette yaşıyor. 

Günümüz şiir ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dergiciliğin ve onun mütemmim cüzü olan eleştirinin geri çekilmesinden, geri çekilmek zorunda kalmasından ötürü mahzunum ama günümüz şiir ortamını hâlen canlı, heyecan verici buluyorum.

​Birinci halkada yer alan yayınevleri seyrek de olsa şiir yayımlıyor, 160. Kilometre bütün hızıyla devam ediyor, Orlando Art gibi niş denemeler var – daha ne olsun? 

Şiirlerinizin bazıları oldukça kişisel ve melankolik, bazılarıysa daha toplumsal ve politik. Kendi yazma sürecinizde bu iki yön nasıl dengeleniyor?

Kişisel olanın da toplumsal olana ulanabileceğini düşünüyorum en başından beri. Leylim Leylim – Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar yayımlanınca, bazı Ahmed Arif şiirlerinin (en azından seslenişlerinin) tahminimizden çok daha “kişisel ve melankolik” olduğunu fark ettik ama kamunun algılamasında bir şey değişti mi? Zannetmiyorum.

Şiirlerinizde sıkça referans verdiğiniz şairler ya da metinler var. 2014’te verdiğiniz bir röportajda, “Cansever’in ‘umudu dürt’ tarikatındanım” demiştiniz. Zaman, bir şairin, kendi şairleriyle kurduğu ilişkiyi nasıl etkiliyor?

O şiir, “Mendilimde Kan Sesleri”, çok küçükken ilk çarptığım şiirlerden biridir.

Cansever’i yıllar içinde, tedrici olarak sevdim yahut anladım diyelim. İkinci Yeni bağlamında bizim kuşağın ilk büyük boğuşması Turgut Uyar’ladır ama Cansever’in, çoğumuzun sentaksında epey etkili olduğunu düşünüyorum.

​O meyanda şiirine benziyor etkisi Cansever’in; ağır ağır sızan, etkileyen ama dönüştürmeye çok da hevesi olmayan bir şey. Bir etki. Şaka değil, bizim kuşak iki darbe girişimi, bir büyük park kalkışması, savaşlar, devasa birkaç afet, pandemi, sınırların yeniden çizilmesi… gördü. Yine de umudun dürtülmesi gerektiğini düşünüyorum. Hâlen. 

Yaş aldıkça umudunuz kırıldı mı?

“Müthiş” sıfatının 1500’lerden bu yana yaşadığı “dehşetli” değişimi düşünelim. “Dehşet veren” manasını taşıyan bir sıfat yıllar içinde “mükemmel, çok güzel, hayret veren” manasına evriliyor – olumlu bir şeyi tarif ederken başvurduğumuz bir sıfat bu.

Dilin macerası düşünüldüğünde bin yıl çok uzun sayılmaz. Dehşetten mükemmele dönüşen sıfatlar varken, ihtiyarladıkça insanın umudu da kırılabiliyor.

​Fakat bu coğrafya o kadar enteresan ki, en umutsuz olduğunuz anda yeni bir şey çıkıveriyor. Müthiş bir şey oluyor ve insan dehşet içinde kalıyor.

Şiirlerinizde dini ve mistik referanslara da rastlıyoruz. Şiirin inanç ve kültürel mirasla kurduğu ilişki toplumun neresinde?

Şu an biz konuşurken arkadan –tesadüf– bir naat dinliyorum: “Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed”. Ahmet Aslan’ın ditar icrası. Sadece bu metinden “terazinin bir ucunda oturan Haydar”ı, “alem” (şapkasız) kelimesinin bayrak demek olduğunu, efendime söyleyeyim “şekk”in ve “güman”ın ne manaya geldiğini hatta Teslim Abdal’ın kim olduğunu merak edebilir ve öğrenebiliriz. Şu an kafamızı kaldırsak görüş alanımızda en az üç dört mabet görebiliriz. Az sonra bir cenazeye gidip vaaz dinleyebilir ve sonra cenaze namazı kılabiliriz. Bayramda ebeveynlerimizin elini öpebiliriz – ilanihaye.

​Bunlardan kendimi ve şiirimi nasıl sakınayım ki? Dahası, neden sakınayım?

Şiirinizin sesini nasıl tanımlarsınız? Ses ve ritim sizin için ne kadar önemli?

Bu konu, malumunuz şiir tarihinin neredeyse kendisi demek. Çok uzun, çok ilham verici tartışmalar da var bu bahiste. Türkçe için düşünürsek, modern manada Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşa’sına, Yahya Kemal ve Ahmed Haşim’in bu konudaki yenilikçi düşüncelerine, Akif’in şiir içi önerilerine ve Nâzım Hikmet’e gidiyoruz.

​Haşim’in “bülbülü eti için feda etmek” teşbihini çok parlak buluyorum, modern şiirin anlamı iyice geriye ittiğinin farkındayım ama benim ses ve ritimle kurduğum ilişki daha tekrarlara yaslanan, kafiyeyi sonda değil başta kuran, redifi göstere göstere yapan bir ilişki oldu ve mananın önüne geçmedi. En azından öyle gayret ettim diyelim.

Şiirlerinizin bazıları doğrudan bir mektup havası taşıyor. Mektup formunu bilinçli mi tercih ediyorsunuz?

Kitaplığımda yoksa, iki raf mektup kitabı vardır. Artık ölmeye yüz tutmuş bir edebî tür mektup türü. Lisanstan yeni edebiyat hocamız mektubun yeniden doğduğunu, e-postaların da bu işlevi yerine getireceğini iddia etmişti ama bu teşhis pek de doğru çıkamadı şimdilik.

İronik de bir şey oldu aslında yıllar içinde; mektup cezaevine yazılan bir şey olarak kaldı kimimizin hayatında. El yazısına muhtaç kalınan birkaç alandan biri cezaevi.

Ayrıca mektup, günlük, otobiyografi, söyleşi okumayı çok severim – “kurgu dışı” diye tabir edilen nesnelerin de kurgunun içinde olduğunu düşünüyorum “Perec’çi” bir yerden. Dolayısıyla, şiirin içine tarz olarak da, gölgesiyle de sızıyor bilinçli bir tercihle. İş Bankası Yayınları’ndan Bedri Rahmi Eyüboğlu ve çağdaşlarından mektuplar basılmıştı, kitabın ismi çok güzeldir: Biz Mektup Yazardık.

Şiirlerinizde ölüm ve yas temaları oldukça belirgin. Bu konuları işlerken hangi duygular sizi yönlendiriyor?

Belirgin olmasına üzülmem ama baskın olmasını arzu etmediğimi söyleyebilirim. “Matem aylarında kanlar dökerler/ Çerâglar uyarup gülbenk çekerler/ Anlar bir olmış birlige yiterler/ Birler gelür Sultân Abdâl Mûsâ’ya// Benim de niyâzum vardur pîrimden/ Münkir bilmez evliyânun sırından/ Kul Kaygusuz ayru düşmiş pîrinden/ Ağlar gelür Sultân Abdâl Mûsâ’ya” diyor Kaygusuz Abdâl.

​Ölüm ve yas temalarımın herhangi biri bu söylenenlere yaklaşabilirse ne âlâ.

Mehmet Said Aydın ©Erdost Yıldırım

Şiir yayımlamadan önce kendinize sorduğunuz bir soru var mı? Bir şiir ne zaman biter?

Defterden deftere aktardıkça bitiyor, öyle seziyorum.

Bazen birkaç defa yazıyorum aynı şiiri. Hatta ilk hâlini bile isteye unutup öyle yazıyorum.

Sonra eskisiyle yenisini mukayese ediyorum ve son hâlini veriyorum. Bir şiir, şairi bittiğine kani olunca biter ama zaman içinde boyuna yeni anlamlar üretir – evvela şairine.

Kusurlu Bahçe’de yazdığım bir şiir mesela, yıllar sonra bir okurun ona getirdiği bambaşka bir yorumla tamamlandı zihnimde. O okura tesadüf etmeseydim, o konuşmayı yapmasaydık, o okur hissini söylemekten sakınmasaydı o şiir asla şimdi anladığım hâline erişemeyecekti.

Şiir yazarken ritüelleriniz var mı? Belirli bir yerde ya da zamanda mı yazarsınız?

Kalemle, o sıra kapağına “şiir defteri” notu yazdığım defterlere yazıyorum hâlen. Sanırım bu bile ritüel kapsamına giriyor artık, bilgisayar ve telefonun icbarını düşünürsek.

​Kitaptaki bienal şiirlerini Kabataş-Büyükada vapurunda yazdım ekseriyetle, öyle denk geldi, ben de bozmadım. Gerisini muhtelif yerde ve zamanda ama daima elle yazdım.

Şiirlerinizin bir kısmı başka dillere çevrildi. Şiirinizi çeviri bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz? Şiir çevirisi sizce mümkün mü?

Soruya karşı soru sormak isterim. Rilke tercüme edilmese miydi, sadece Almancada mı kalsaydı? Kanımca şiir boyuna çevrilmelidir. Her yeni tercümede kazandığı yeni anlam önemsenmelidir. Kendi şiirimin çevirisi için de aynısını düşünüyorum; bildiğim yahut bilmediğim bir dile tercüme edilecekse, o tercümanın kendisini ilgilendirir ve yeni anlam onun uhdesindedir, ben ancak vesile olmuşumdur. Bu bağlamda tercümanlarım konusunda şanslı olduğumu düşünüyorum. Hem Sylvain Cavaillès hem Öykü Tekten hem de Mustafa Aydoğan çok mahir tercümanlar, edebiyat insanları. Sizin vesilenizle bir daha teşekkür etmek isterim üçüne de.

Eğer şiir yazmıyor olsaydınız, edebiyat dışında hangi sanat dalıyla ilgilenmek isterdiniz?

Hiç tartışmasız müzik. Müziğin bir “sanat dalı” olduğunu bile düşünmüyorum. Kendi başına var olan, dünyayı kendi bildiği gibi kat eden, insan denen mahluk olmasa da mevcut olan bir “şey” müzik. Müzikle kendi meşrebimce “ilgilendim” ama bahsettiğim fail olmak. Müzik üstüne düşündüm, radyo programları yaptım, yazılar yazdım fakat hiçbiri müziğin faili olmanın, söz gelimi bir beste yapmanın yerine geçemeyecek.

Şiir dışında edebiyatın diğer türleriyle yazma uğraşılarınız var mı?

Bir “otobiyografik anlatı” yazmıştım, yayımlandı Dedemin Definesi adıyla. Uzun yıllar gazetelere köşe yazıları yazdım, onları derlemeyi umuyorum 2025 yazında. Bir süredir senaryo yazmakla hayatımı idame ettiriyorum ve de. Bütün bunları, aslında geniş bir “okurluk” parantezine alıyorum. Okurluk iştahının hayattaki karşılıkları gibi düşünüyorum bütün bu uğraşıları.

Başlıkta kullanılan fotoğraf Ateş Alpar'a aittir. 

0
753
0
Fotoğraf: Tahsin Beravî,Erdost Yıldırım,Ateş Alpar
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage