09 ARALIK, SALI, 2025

Nasıl Hatırlarız? Neden Unuturuz?

Sinirbilimci ve psikolog Charan Ranganath’ın hatırlamanın ve unutmanın ardındaki sinirsel süreçleri açıkladığı, travmalarla başa çıkmaktan önyargılarımızı aşmaya kadar belleğin dönüştürücü gücünü gözler önüne serdiği kitabı Hatırlamanın Bilimi ve Unutmanın Gerekliliği üzerine bir yazı.

Nasıl Hatırlarız? Neden Unuturuz?

Milan Kundera, “İnsanın mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir” diyordu Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda. Gelecek, kimilerinin umurunda olmayan bir boşluktur. Kimileri içinse büyük bir endişe kaynağı. Diğer taraftan geçmiş de yaşanmışlıkla, hayatla, tecrübelerle dopdoludur. Bunların içinde elbette kızdığımız, yaralandığımız, sevdiğimiz, mutlu olduğumuz, huzur bulduğumuz bir şeyler vardır. Bellek, geçmişle gelecek arasında hem salınır hem yeniden yaratır. Bu yeniden yaratımda hatıralar vardır, yani insanın kendisi.

Nörolojiyle, psikolojiyle, insanın iç dünyasıyla ilgilenenler ve bu yönde okumalar yapmayı sevenler için son yıllarda çok güzel çalışmalar neşrediliyor. Bu tür neşriyatın ne vakit popülerlik kazandığını bilemiyorum fakat Alexis Carrel’in İnsan Denen Meçhul’ünden sonra işler sanki daha hızlı değişti. Bilimle ilgilenen insanlar, yazdıklarının kolay okunmasının da bir gereklilik olduğunu fark etti çünkü. Burası ayrı bir mesele, biz kitaba dönelim. Yılın çok satan bilim kitaplarından biri dilimize kazandırıldı artık: Hatırlamanın Bilimi ve Unutmanın Gerekliliği. Beynin hatırlamayı sağlayan mekanizmaları üzerine çalışan ve bu çalışmalarıyla pek çok ödüle layık görülen Charan Ranganath’ın kitabını Eylül İdemen Doğramacı çevirmiş, Timaş Yayınları da meraklılara sunmuş. Neler var kitapta, biraz dolaşalım.

Nobel ödüllü psikolog Danny Kahneman, hayatımızı belirleyen seçimleri “deneyimleyen benliğimiz”in değil, “hatırlayan benliğimiz”in yaptığını söylüyor. Yani akşam ne yiyeceğimizi de gelecek yıl nasıl bir proje üzerine çalışmak istediğimizi de hatırlayan yanımız inşa ediyor. Charan Ranganath, “Üstelik bu seçimlere dair hislerinizi şekillendiren de bellektir” diyerek çok büyük bir kapı açıyor. Bu kapıdan girdiğimizde, karşımızda birbirinden farklı cevaplara sahip olduğunu düşündüğümüz iki konu çıkıyor: Neden unutuyoruz? Neden hatırlıyoruz? İşte, insan beyninin geçmişi algılayışındaki ve hatta geleceği şekillendirişindeki olağanüstü yönleri anlamak bu yüzden önemli. Yazar, belleğin çalışmasına katkıda bulunan tüm mekanizmaların aynı zamanda hayatta kalışımıza ilişkin pek çok zorluğun üstesinden de gelmek üzere tasarlandığını dile getiriyor. Böylece bizim kusur gibi gördüğümüz şeylerin aslında olması gereken birer özellik olduğunu anlıyoruz.

“Bellek sadece kim olduğumuzdan daha fazlasıdır” diyor Ranganath, “kim olduğumuzla birlikte, bireyler ve toplum olarak ‘ne olma’ potansiyelimizdir”. Çünkü neden hatırladığımızı düşündükçe, insanlık hikâyemizi de düşünmüş oluyoruz. Geçmişi bugüne, bugünü geleceğe bağlayan halatlar, aynı zamanda sinir sistemimizi donatan ağlardan oluşuyor. Kitabın ilk bölümünde, bazı şeyleri hatırlarken bazı şeyleri neden unuttuğumuzu, hatırlamanın bizi bir mekâna ya da zamana nasıl götürdüğünü, daha az ezberleyerek daha fazlasını nasıl hatırladığımızı görmüş oluyoruz. İkinci bölüm, belleğin görünmez güçlerini açıklıyor. Yazar burada hatırlamanın hayal gücüyle nasıl bir ilişkisi olduğunu irdeliyor. Anılarımızla, o anıları hatırladığımızda hissettiğimiz duyguların arasındaki ilişki okura şaşkınlık verecek burası kesin. Hatırlamadan bile öğrenmenin mümkün olduğunu görmek, belleğin bizi yeni ve beklenmedik şeylere nasıl yönlendirdiğini anlamaya çalışmak bile bir okur için son derece lezzetli.

En sevdiğim bölüm ise tam bunlardan sonra geldi: “Oynat” ve “Kayıt”. Soru şöyle: “Hatırlamak anılarımızı nasıl değiştirir?” İşte edebiyattan psikolojiye, tarihten sosyolojiye, hatta müzikten nörolojiye son zamanların en keyifli meselesi. Çünkü burada, hatırladığımız her şeyi sahiden yaşadık mı, yani hatırladığımız her olay gerçek mi soruları da peş peşe geliyor. Bu da kendimizi olduğu kadar bütün insanlığı ilgilendiriyor, etkiliyor. Yazar şöyle söylüyor:

Belleklerimiz taşa kazınmış değildir; yeni öğrendiğimiz ve deneyimlediğimiz şeyleri yansıtacak şekilde güncellendikçe sürekli değişirler. Mantıksız görünse de belleğin güncellenmesinin katalizörü, hatırlama eyleminin kendisidir. Hatırladığımızda, geçmişi pasif bir şekilde tekrarlamayız. Bir anıya erişmek, ‘oynat’ ve ‘kayıt’ tuşlarına aynı anda basmak gibidir. Zihnimizde geçmişi her ziyaret ettiğimizde, yanımızda şimdiki zamana ait ve anılarımızın içeriğini incelikli ve hatta derinden değiştirebilecek bilgiler taşırız… Sonuç olarak, bir deneyimi hatırladığımızda, hatırladığımız şey, onu en son hatırladığımız zamanın kalıntılarıyla doludur. Bu döngü böyle devam eder; her adım, düzenlemelere ve güncellemeleri tabi bir sinir zincirindeki bir halkadır; böylece zamanla, anılarımız o ilk olaydan daha da uzaklaşabilir.

Süreç nasıl ilerleyebilir? Kopyasının kopyasının kopyası… Anılar bozulmaya uğruyor demek ki. Dolayısıyla bazı anılara ulaşırken yanlış bilgilere de ulaşabiliyoruz. Sonrasında “hayal gücüne dayalı bir yeniden yapılandırma”dan bahsedilebilir elbette. “Uzak geçmişten gelen olaylar onları her çağırdığımızda daha uzak ve bulanık görünebilir ve gürültü daha da baskınlaşarak anıyı her hatırlandığında biraz daha bozar” diyor Ranganath. Acaba burası, unutmaya kapı açan yer mi? Zihnimiz bize, “artık hatırlamıyorsun, o hâlde unut” mu diyor? Birçok sinirbilimciye göre anı güncellemesi denen bu olayda genlerimizin büyük rolü var. Bir şeyi nasıl öğrendik, nasıl belleğimize yerleştirdik, bizden öncekiler yani atalarımız bu tip tecrübeler yaşadıklarında neler hissettiler, nasıl bir yol izlediler. Zihnimiz tüm bunları depoluyor, şekillendiriyor ve iyi hatırlayabilirsek bize öyle sunuyor. Bu da aslında tecrübe dediğimiz asıl şeyi oluşturuyor: Hatalardan ders çıkarmaya, acılardan yeni yol haritaları edinmeye, kötünün sonrasındaki güzele ulaşma hevesini yeniden kazanmaya.

​Yazar, kitabın son bölümündeki sosyal ilişkilerimizin de anılarımızı şekillendirdiğini söylüyor. Burada aklıma Carl Gustav Jung’un teorisi geldi. Ona göre insan sadece şahsi bilinçdışından oluşmuyor, kolektif bir bilinçdışı söz konusu. Yani tüm insanlığın paylaştığı ortak bir alan var. Hayat içinde takındığımız tavır, gösterdiğimiz tepkiler, yönelişlerimiz, duygusal vaziyetimiz… Tüm bunların arkası dolu, dopdolu. Görünmez ağlarla birbirine bağlı olan bir insanlık hikâyesi söz konusu. Yazar da burada şunu hatırlatıyor: hatırlama faaliyetini ne kadar etkin kullanırsak, kendimizi dramdan da o kadar kurtarır, gerçeğe yöneliriz. Sorunlarda takılı kalıp sızlanmak yerine, şikayetlere gömülüp hareketsiz kalmak yerine, çözümler için uğraşır, üretme faaliyetinden geri kalmaz, hayata katılırız. Böylece yaşayan bir benliğin, hatırlayan bir benliğin farkına varırız. Bizi gerçekten insan kılan bir zihin sürecinin ancak böyle tadını çıkarabiliriz.

0
641
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage