14 KASIM, CUMA, 2025

“Bazı Kayıplar, Acılar, Ölümler Unutulmaz, Unutulmamalı”

Polat Özlüoğlu ile bir kadının, ülkenin yakın tarihiyle çarpışan ve yaralar alan hayat hikâyesini, unutmaya karşı hatırlamanın mücadelesini anlattığı ilk romanı Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar üzerine merak ettiklerimizi konuştuk.  

“Bazı Kayıplar, Acılar, Ölümler Unutulmaz, Unutulmamalı”

Öykü kitaplarıyla tanıdığımız Polat Özlüoğlu, geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları’ndan yayımlanan ilk romanı Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’da bizi tarihin anlatmadığı, sistemin sürekli yaraladığı bir kadın olan Meşhur Kara ile tanıştırıyor. Devletin ilk önce sahip çıktığı sonra ise unutamayacağı acılar yaşattığı biri Meşhur. Gençliğinin baharı 1980 darbesiyle karanlığa gömülen, o karanlıktan çıkışı ve hayata tutunması çok da kolay olmayan bir hikâye onunkisi. Bir kadının hafızası ile toplumsal bellekte gölgede bırakılan o günleri gün yüzüne çıkaran, katmanlı yapısıyla merak unsurunu canlı tutan, roman içinde farklı yazı türlerini barındıran, bizi bir direnişin ortağı yapan Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar’ı, ortaya çıkaran süreci, Meşhur’un temsil ettiklerini ve yazmak ile ilişkisini Polat Özlüoğlu’na sorduk.

Öykü kitaplarınızın ardından ilk kez bir romanınızı okurla paylaştınız. Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar ile bize kahramanınız Meşhur Kara’nın ülkenin yakın geçmişiyle “sertçe çarpışan” hayat hikâyesini anlatıyorsunuz. Meşhur’u, hikâyesini oluştururken, onun dünyasını eski Türkiye’den bugüne taşırken nasıl bir yaratım süreci geçirdiniz?

Zorlu bir yüzleşme ve karşılaşma hâliydi aslında. 1980 darbesi olduğunda henüz okuma yazma bilmiyordum, çocuktum, durumun vahametinin ve korkunçluğunun farkında değildim. Dehşet dolu karanlık, kötücül bir döneme girdiğimizin ayırdına yıllar sonra varabildim. Eski Türkiye’nin kırılmışlığı, yıkılmışlığı, parçalanmışlığı ve elleri, kolları, gözleri bağlı iğdiş edilmişliği yıllar sonra bizi zorlu hâllere sürükledi. Bir nesli ortadan kaldırmaya yönelik planlı bir girişimdi. Milyonlarca insan etkilendi, yara aldı, kayboldu, fişlendi, gözaltına alındı. İşte bu ruh hâli içinde aklımda bir kadın vardı, devrimci mücadele içinde savaşan, direnen, yara alan, kayıplar yaşayan ama hayata dört koldan tutunmaya çalışan bir kadın. Adını Meşhur koymuştum daha hikâye başlamadan. Meşhur aslında uzun zamandır hayal ettiğim bir karakterdi. Yazmaya başladığımda hikâyesinin geçmişten bugünlere taşacağını, dallanıp budaklanacağını ve öyküye sığmayacağını biliyordum. Onun peşine düşmek ve zorlu zamanlarından bugünkü hâline kadar arkasında bir gölge gibi dolaşmak yıllardır deneyimlemek istediğim bir yazarlık hâliydi. İlk yazılışı yirmi dört haftada gerçekleşti. Her hafta bir bölüm. Sonrasında yıllar içinde demlenmesini, çoğalmasını, büyümesini, yaş almasını hatta benimle birlikte olgunlaşmasını ve dağılıp toparlanmasını deneyimledim. Neredeyse yedi yıl Meşhur ile birlikte uyuduk uyandık.

Sizin de çocukluk yıllarınızı geçirdiğiniz, ülkenin en karanlık dönemlerinden biri olan 12 Eylül ve o dönem yaşananlar kitabın evreninin büyük bir kısmını oluşturuyor. Belleğini günbegün kaybeden bu toplumda 80’lere uzanan bir hikâyeyi anlatmayı seçmenizin nedeni neydi? Bir karakterin belleğiyle ülkenin belleği arasında nasıl bir köprü kurmakistediniz?

Aslında bellek, hatırlama ve unutma kavramları üzerine çokça düşünen özellikle bunu öykülerde irdelemeye çalışan bir yazar olarak romanın geniş zaman ve mekânında bunları masaya yatırmak fikri ilk etapta çok cazip geldi. Çağımızın en çok akıl tutulması yaşamamıza sebep olan hâli sanırım bellek meselesi. Unutmamız isteniyor, unutalım diye çaba gösteriliyor. Unutma çağının içinde bazen boşa kürek çektiğimizi düşünüyorum. Gücü elinde bulunduranlar sahip olduğumuz geçmişten günümüze gelen belleğin yerine kendileri başka bir bellek ikame etmeye çalışıyorlar. Yıllardır iktidarın resmi kayıtlarda dilediğince eğip büktüğü sahte bir bellek dayatılıyor. Oysa bizim hem toplumsal belleğimiz hem de bireysel hafızamız çok daha farklı bir kayıt tutuyor. Buradan yola çıkarak edebiyatın alternatif gayri resmi bir bellek yarattığını biliyoruz. Romanda Meşhur’un yaşanmışlıkları, hatıraları ve acılarından oluşan kişisel bellek ile resmi kayıtlarda yer alan sınırlı ve taraflı bellek arasında bir alternatif köprü kurmak istedim. Yakın geçmişte kapanmayan ve kanayan en büyük yara 1980 darbesi. Failler ne yargılandı ne ceza aldı ne de ifşa oldular. Hâlâ aramızda yaşayıp suçları, kabahatleri ve utançlarını gizliyorlar. Meşhur işte o suçlulardan biri ile yaklaşık kırk yıl sonra karşılaştığını zannediyor. İçinde biriken acı, korku ve öfke yeniden alevleniyor. Çoğumuzun o zamandan bu zamana kesişen bir acı hikâyesi var. Bir buçuk milyondan fazla insanın gözaltına alındığı, yargılandığı, fişlendiği, öldürüldüğü, işkence gördüğü bir ülkede kimse o yüzleşmeyi yaşamadı ve kaybıyla vedalaşamadı. Yasını layıkıyla tutamadı. Çünkü bu tür siyasal ve toplumsal kayıplarda adalet yerini bulmadıkça siz yas tutmaya devam ediyorsunuz. O hâlden azat olamıyorsunuz. Belleğini yitiren bir toplum, belleğini korumaya çalışan bir kadın var romanın zemininde.

Yakın tarihimizin karanlık sayfalarında önemli bir yer tutuyor bu dönem. 80’lere dair evreyi yazarken hangi kaynaklar, hangi tanıklıklar özellikle o döneme dair bakış açısı kazandırdı size? Kişisel tanıklıkların kurgunuzu biçimlendirmenizde desteği oldu mu?

Başladığımda hiçbir araştırma ve soruşturma yapmadım. O zamandan bu zamana darbeyi aklımda kaldığı kadarıyla kaleme aldım. Gazetecilik mezunu bir yazar olarak zaten toplumsal ve siyasal hayatımızda kırılmalar ve travmalar yaşatan olaylara karşı bir ön bilgim, ilgim ve hassasiyetim her daim vardı. Öykülerde de ele aldığım konular genellikle yakın tarihimize dair benzer yara, kayıp ve acılardan oluşuyordu. Bu yüzden hikâyeyi kurgularken ve karakteri yazarken zorluk çekmedim. Her zaman dert edindiğim, mesele ettiğim, yüzleşmeye çalıştığım dönemlerden biriydi 1980 darbesi. Yıllar sonrasında romanı teslim etmeye yakın bir zamanda özellikle işkence sahnelerini failin ağzından yazdığım kısımları karşılaştırmak amacı ile tanıklıkları, tutanakları okudum. Bir anlamda yazdıklarımın sağlamasını yapmaktı amacım. Acaba çok mu fazla yazdım diye düşünmüştüm. Ancak tanıklıklar inanılmaz acı, kötücül ve daha karanlık hikâyeler barındırıyordu. Az bile yazdığımı anladım. Gerçekler yine kurmacayı yenmişti. Daha sonra kitaplar, belgeseller ve filmler izledim dönemle ilgili. Benim esasen amaçladığım bir kadının devrimci mücadeledeki direnişine odaklanmaktı.

Meşhur Kara ile bir dönemi, yaşananları hatırlatıyorsunuz okura. Sizin de bahsettiğiniz gibi oldukça sert, sindirmesi okurken dahi zor olan olaylar yaşıyor. Bunları tersine bir zaman akışıyla, hatırlama ile geri getiriyor roman. Anlatıda zaman katmanları, geriye dönüşler önemli bir yer tutuyor. Karakterin hatırlama biçimi sizce aynı zamanda bir tür karşı tarih yazımı olarak görülebilir mi?

Elbette öyle de görülebilir. Sonuçta darbeden birebir etkilenen bir kadın var karşımızda. Gözaltına alınan, işkence gören, tecavüze uğrayan, kabuslara ve karanlığa teslim olan, bedensel ve ruhsal olarak kapanmayan yaralar taşıyan Meşhur karakteri unutma ve hatırlama arasında salınan bir belleğe sahip. Her zaman sınırda, zamansal ve mekânsal kayıplar, kaymalar yaşayan bir karakter. Kronolojik bir bellek bu hikâyenin anlatımını daha kısır ve dar bir çerçeveye hapsederdi. Dolayısı ile Meşhur’un ruh hâli ve duygu dünyası nasıl sürekli değişiyorsa hatırladıkları ve unuttukları da sürekli birbiriyle yer değiştirdi roman boyunca. Edebiyat dediğimiz biraz da belleğin yapboz şeklinde yeniden yeniden yazılabildiği bir alternatif kayıt değil mi? Tek bir anlatı şekli ile değil farklı tekniklerle hikâye katman kazandı.

Daha önce öykülerinizde de sıkça karşılaştığımız gibi bir kadın karakter başrolde bu romanda da. Meşhur’un varlığı, kadınlığı suskunlukla örülmüş. İç sesindeki “kızlar” onun bastırılan duyguları, bastırdığı sözleri. Bu hikâyeyi Meşhur’un üzerinden kurmak neden önemliydi sizin için? Romanınızda kadın kimliğini yaratırken nasıl bir yeniden inşa süreci geçirdiniz? Bu konuşan kızları bize anlatır mısınız?  

1980 Darbesi edebiyat yazınında daha çok erkekler tarafından ve yine erkek karakterlerin ataerkil bakış açısı ile kaleme alındı çoğunlukla. Özellikle devrimci mücadele içinde yer almış binlerce kadın göz ardı edildi, yaşadıkları yıkım ve kıyım layıkıyla aktarılmadı. Bunun elbette bazı sebepleri vardı, kadınlar yaşadıkları işkenceyi, maruz kaldıkları kötülüğü dillendiremedi, yazamadı, paylaşamadı. Çok doğaldı bu durum. Ancak yine de yaşanan bunca acının, açılan bunca yaranın, yapılan kötülüğün edebiyat aracılığı ile kaydının tutulması gerekiyordu. Bu karanlığın içine girip sağ salim ama yaralı çıkmış kadınların tanıklıklarına ve hikâyesine kulak vermek önemliydi benim için. Kadınların bir hikâyeyi kurarken çok daha farklı bir düşünsel sezgiye büründüğünü düşünüyorum. Meşhur ile bunu yakalamaya çalıştım aslında. Mücadele içinde yer almış ve direnişten hiçbir zaman caymamış bir kadının yaşadıklarına kırk beş yıl sonra tanıklık edelim istedim. Sessizliği, yalnızlığı, mücadeleyi seçmiş bir kadının içinde uyanan bir sürü kız var. Meşhur’a dönem dönem eşlik eden bu iç sesler aslında onu hayata bağlayan, canlı tutan ve yaşam içinde savrulsa da ayaklarını yere bastıran sesler. Bir anlamda toplum içine karışmasında ona rehberlik eden kızlar bunlar. Belki de sağduyusu. Kadınlık sezgisi. Zorlu bir süreçti Meşhur gibi bir kadını hem zihinde hem gözde etten kemikten, kanlı canlı bir hâlde hayal edip onunla yollara düşmek.

Karakterin hikâyesi de yaşadıkları gibi katmanlı. Meşhur Kara hayata bir kimsesiz olarak başlamış, daha sonra ülkesi tarafından kimsesiz bırakılmış ve sonunda kendi hayatına sahip çıkmış bir kadın. Onun hayatını değiştiren mekânlar var. Yetiştirme yurdu, okul, cezaevi, Mü’nün yuvası, peruk dükkânı. Mekânların fiziksel ve psikolojik sınırları ile Meşhur’un iç dünyasına dair neleri açmak istediniz?

Meşhur’un kimsesizliği ile başlayan, yersizliği, yurtsuzluğu ile evrensel boyuta ulaşan ve aidiyetsizliği ile toplumsal bağlamını koparan haleti ruhiyesi onun sığındığı bazı mekânlarla geçici olarak ikame yolları buldu roman içinde. Kimsesizler yurdunda hiç sahip olamayacağı bir anne babadan oluşan aile kavramını sorguladı ve özlem duydu. Okulda bir aşkın kıyısından döndü ve devrimci mücadeleye katıldı. Cezaevinde hayatın karanlığını ve kötülüğünü deneyimledi ve her daim devletin üvey evladı olacağının ayırdına vardı. Mü’nün yanında çakma bir aile inşa etti kendine. Peruk dükkanında ise toplum dışına itilen, öteki olan, kalabalıklara karışmayan kadın hâlinin insanlarla temas etmesine olanak verdi. Dış dünyaya bir şekilde mekânlarla açıldı. Ruhundaki ve yüreğindeki gedikleri, belleğindeki boşlukları mekânlar aracılığı ile doldurmaya çalıştı. Yaşam alanı yarattığı mekânlarla geçici olarak hayata karıştı. Bütün bu yaşamsal mekânlara rağmen romanın kendi içinde yersiz, yurtsuzluğuna, haritadaki belirsizliğine dair bir boşluk var. Yani mahalle, sokak, semt, şehir sınırlarının ötesinde bilinmeyen bir yerde geçer roman. Tıpkı Meşhur’un ruhsal ve fiziksel yersizliğine, yalnızlığına öykünen bir edimle.

Meşhur’u yeniden hayata döndüren Madam Eleni’nin peruk dükkânı oluyor. Peruk, kimlik açısından sembolik bir aksesuar. Peruk bu hikâyenin dünyasında nasıl yer buldu kendine, neleri temsil ediyor?

Aslında peruk dükkânı Meşhur karakterinin doğuşuyla, işkence sonrası hâlini düşündüğümde ortaya çıktı. Saçlarını kaybetmiş bir kadının sığınabileceği tek aksesuar peruktu. Şimdiki zamanda geçen hikâyenin bir peruk dükkanında olacağını böylece en başından kararlaştırmıştım. Peruk aslında insanları eşitleyen bir aksesuar. Zengini, fakiri, genci, ihtiyarı, hastası, erkeği, kadını peruk taktığında kimlik ve statü olarak denk hâle geliyor. Meşhur işkence sırasında kaybettiği saçlarını ve ruhundaki yaraları peruklar aracılığı ile tedavi etmeye çalıştı. Ve bir dönem o dükkân onun kurtuluşuna tanıklık eden ve hayata tutunduğu bir mekâna dönüştü. Peruklar onun ruh halinin, duygu durumunun, belleğinin tercümanı oldu âdeta. Kullandığı renkli peruklarla o aslında insanlarla, toplumla, dünyayla hatta kendi ile temas etti. Kalabalıkların arasına peruklar aracılığı ile karıştı. Kendini normal bir insan hatta sıradan bir kadın gibi, onlardan biri gibi hissetmesini sağladı peruklar. Peruk dükkânı bir karakter gibi ince ince romana sızdı yazarken. Peruk bir direniş, geri dönüş ve uyanış aksesuarı oldu roman boyunca.

Meşhur çok genç yaşta büyük acılar, korkular, kayıplar ve yas yaşıyor. Bunlarla yıkanan hafızası kadar unutmak isteği de güçlü. Unutmak onun için bir kaçış mı yoksa iyileşmenin bir yolu muydu sizce? 

Unutmanın elzem olduğu bir geçmişe sahip Meşhur. Yaşadığı karanlığı, peşindeki gölgeleri, uykularındaki kâbusları, geceleri hortlayan hayaletleri unutmak zorunda yoksa hayata tutunamayacak, insanların arasına karışamayacak, sıradan bir kadına dönüşemeyecek, bir anlamda iyileşemeyecek. Zaten tam manasıyla iyileşme hiçbir zaman mümkün olmaz bu tür bir geçmişe sahip karakterlerde. Meşhur bunun bilincinde, belleğindeki boşlukların, içindeki çukurların farkında. Unutamazsa hayatı hep korkularla geçecek. İyileşmek için unutuşa teslim olmalı. Ama bellek unutmayı değil hatırlamayı seçiyor her defasında. Belleğin labirentinde unutamadığı bir düzlem mevcut. Kaçamadığı, kurtulamadığı ve teslim olduğu bir hatırlayış hâli. Yine de unutmak için çabalayan bir kadın Meşhur. Bazı kayıplar, acılar, ölümler unutulmaz, unutulmamalı hatta. Romanda sorular ve şüpheler hep belleği yokluyor. Toplumun unutma çabasına rağmen Meşhur hatırlıyor.

Romanın akışında soluklanma noktaları olan “Külliyat” bölümlerini sormak istiyorum. Bu bölümlerde de farklı bir yazarlık sürdürüyorsunuz. Romana dair de pencereler açan, Meşhur’un farklı bir yönünü besleyen bir “işkence külliyatı” oluşturuyorsunuz. Külliyat bölümündeki hem kitaplar hem de eleştiriler için ayrı bir üretim söz konusu. Bu Külliyat’tan, romanda yer bulmasından bahseder misiniz?

Külliyat, roman neredeyse bitmek üzereyken ortaya çıktı. Bazı pasajlar, fragmanlar, alıntılar eklemek istedim romanı yazarken ancak bunlar Meşhur’un çevirmen olarak hassasiyetini, hayalini ve hünerini imlesin istiyordum. Çevirdiği romanlara dair kısa paragraflar yazdım ancak yeterli gelmedi. Sonra bu paragraflar romanlara, öykülere, oyunlara ve nihayetinde kitaplara dönüştü. Fragman şeklinde yazdıklarım kitapların hikâyesi, yazarın hayatı ve basılma süreci ile külliyatın parçalarını oluşturmaya başladı. Külliyatın parçalarını günümüze uygun hâle getirmek için bugünün kitap paylaşım mecralarından yararlanmaya karar verdim. Külliyatta yer alan her bir kitap için tanıtım yazıları, önerileri, incelemeleri, radyo programları, podcast parçaları, paylaşım videoları vb. şeyler kaleme aldım. Alıntıları bu yazıların içine serpiştirdim ve böylece kitap içinde kitaplar ortaya çıktı. Açıkçası zorlu bir süreçti külliyatı hayata geçirmek. Külliyat hem romanın dokusunu korumalı ve hikâyeye hizmet etmeliydi hem de Meşhur’un yaşadığı acı ve kötülüğe dair bir uyanış yolculuğunu ele vermesi gerekiyordu. Sanırım külliyat bütün bunlara imkân verdi.

Gerçekten romandan ayrı, türler arası bir üretim hâli olsa gerek “Külliyat”. Kitaptaki işkence sahneleri okuması oldukça zordu ancak bir diğer zor olan karşılaşma sahneleriydi. O anda o hücrede ya da o dükkandaymış gibi rahatsızlık veren bölümler oldu benim için. Yazarken sizi en çok sarsan, yazının başından kaldırıp biraz durma ihtiyacı hissettiren bölüm neresiydi?

Bugüne kadar işkence sahneleri genellikle mağdurun gözünden, dilinden anlatıldı edebiyatımızda. Romanda bunu ters yüz edip failin ağzından yazmak istedim bu sahneleri. Hem onun da sıradan bir insan, içimizden biri olduğunu vurgulamak hem de erk ve emir komuta zinciri ile nasıl bir canavara dönüştüğünü belirtmek istedim. Bazı seçimlerle insanlar iyiliğin ve kötülüğün sınırlarını ihlal edebilirler. Bahaneler ve özürlerle kendilerini aklayabilirler. İşkenceci de bu seçimi yapıyor. Bir yandan sıradan bir hayatı devam ettirirken, annesinin, sevgilisinin, arkadaşlarının karşısında kabahatini ve utancını gizlerken, bir yandan da dört duvar arasında, hücrede bir canavara dönüşüyor. Elbette en zorlayıcı sahneler hücrede gerçekleşen işkence sahneleriydi. Bazen durup bu kadar olmamıştır dediğim zamanlar oldu. Ancak daha kötüleri yapılmış elbette. Soluğumu kesen sahneler kesinlikle bu bölümlerdi. Karşılaşma hâli ise daha çok bir şüphe, öfke, intikam ve korku duygularının ifşası üzerine kurulmuştu. Meşhur’un zihinsel ve duygusal dünyasında bu dengeyi tutturmaya çalışmak oldukça yorucuydu.

Yayımlanan ilk romanınız olduğu için sürecini sormak istiyorum. Başlarken biraz bahsettiniz, kitapta da yazım sürecinin 2018’de başladığını ve bazı yıllar duraklayıp 2025’te tamamlandığını belirtiyorsunuz. Romanın zamana yayılan yazım sürecinden, bu süreçteki dönüm noktalarından bahseder misiniz?

İlk başladığımda her hafta bir bölüm yazmayı planlamıştım. Yirmi dört haftalık plana sadık kaldım. Ve yaklaşık yüz elli sayfaya yakın bir roman ortaya çıktı. İlk hâlinin üzerine çeşitli yıllarda çalıştım. Pek çok bölüm yeniden yazıldı. Yıllar içinde birlikte demlendik ve olgunlaştık sanırım. Özellikle dönüm noktalarından biri külliyat bölümlerine karar vermem ve yazmaya başlamamdı. Beklediğimden daha hızlı yazıldı bu bölümler. Kolay değildi. Kitap içinde benzersiz, daha önce bahsedilmemiş, var olmayan hikâyeler yazmam gerekti. Buna değdiğini düşünüyorum. Okur yorumlarında külliyat kitaplarını, yazarlarını Google’da araştırdıklarını söyleyen çok insana rastladım. Bu durum doğru karar verdiğimi gösteriyor. Bunun dışında üçüncü tekil şahısla yazılan romanın bazı bölümlerini birinci tekil ağızdan yeniden yazdım. Bazı duygular ve düşünceler için karakterin ağzından ve gözünden anlatılması elzemdi. Özellikle Meşhur’un cezaevinden çıkışını pek çok defa yeniden yazdım. Romana anlatı zenginliği kazandıran parçalardı bunlar.

Araştıran okurlardan biri de benim doğrusu, bahsettiğiniz eserlerin gerçekten var olabileceğine inandırıyorsunuz. Okurlarınız sizi öykülerinizle tanıdı ancak siz zaten hâlihazırda bu kitaplar yayımlanırken romanınızı yazıyormuşsunuz. Öykü formuyla roman arasında yazma refleksinizde neler değişiyor? Bu roman, sizin edebiyat anlayışınızda biçimsel bir dönüm noktası olduğu söylenebilir mi?

Türler arasında gezinmeyi seven ve ayrım yapmayan bir yazar olarak romana uzanmak aslında çok zor olmadı. Öykülerimde de uzun uzun anlatmayı, irdelemeyi ve soruşturmayı seviyorum, kısa öykü yazamıyorum. Ayrıca öyküye başladığımda başından bitirmeden kalkmayan biriyim. Dil işçiliğini ise daha sonra yapıyordum ancak roman elbette kısa sürede yazılacak bir metin formu değil. Dolayısı ile pek çok hikâyenin romana dönüşebileceğinin farkındaydım. Meşhur’un hikâyesi ise kesinlikle öyküye sığmayacaktı. Daha yazmaya başladığımda anladım. Ben de kendimi bıraktım. Meşhur nereye kadar giderse peşinden gitmeye karar verdim. Ayrıca öyle karanlık, ateşler içinde bir dönemin içinden çıkıp geliyordu ki asla kısaca anlatılıp geçilecek bir dönem değildi. Elbette yazarlığın yüzde sekseninin okurluktan geçtiğini bilen biri olarak bunun faydalarını fazlasıyla deneyimledim roman boyunca. Romanın devamlılığı, pek çok ana odaklanma, hikâyede tutarlılığı sağlama, yaratılan karakterlerin gücü, saydamlığı, aktarılan dönemlerin gerçekliği, kurgunun devinimi gibi roman formunun gereklerini gözetmek oldukça önemli detaylar. Roman zorlu ama oldukça keyifli bir süreçti.

Yazmaya ilk başladığınız günden beri sizi bu yolculukta teşvik eden tutkuyu tarif eder misiniz? Sizin yazarlık serüveninizin eşlikçileri kimler/neler?

Yazmak keyif verici ve umut yükleyen bir eylem benim için. Yüreğimi inciten, vicdanımı zorlayan, içimi acıtan, kafama taktığım, dert edindiğim olayları, dönemleri, süreçleri, insanları yazmak ve edebiyat aracılığı ile paylaşmak önemli. Bir yazar olarak ötekileştirilmiş, sistem dışına itilmiş, toplum tarafından dışlanmış, kabul görmemiş, görmezden gelinen, mağduriyet içine sürüklenmiş insanları, kadınları, çocukları, yoksulları, kayıpları, yoksunlukları, ötekileri, kısaca tüm iç acıtan adalet terazisinde hakkı yenmiş kişilere dair hikâyeleri yazmak, edebi kayıt altına almak, gayri resmi bir tarih oluşturmak peşindeyim. Kimsenin yazmadığı ya da yazmaya cesaret edemediği ya da tenezzül etmediği şeyleri birileri yazmalı. Bu serüvende bana eşlik eden tek şey kitaplardır. Peşinde olduğum, tutunduğum, sığındığım, kaçtığım pek çok yazar, şair var. Füruzan, Yusuf Atılgan, Turgut Uyar, Birhan Keskin, Gülten Akın, Sevgi Soysal, Didem Madak, Sait Faik Abasıyanık, Murathan Mungan, Latife Tekin, Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ferit Edgü ve elli kuşağının tüm yazarları ışık oluyor yazın evrenimde. Çağdaş dünya edebiyatından da çokça yazarım var peşinden koştuğum.

Kitabınızın ismi ilk okuyuşta duygusuyla tınlıyor ancak okurken bu duygu farklı anlamlarla çoğalıyor. İsimde Şamil Yılmaz’ın katkısı olduğunu söylüyorsunuz. Çağdaşınız yazarlarla üretim sürecinizde iletişim kurar, yazdıklarınızı, fikirlerinizi paylaşır mısınız?

Elbette paylaşırım. Bu romanı da okuyan pek çok yazar dostum oldu. Onlarla roman üzerine epey mesai harcadık. Deneyimlerini ve görüşlerini benimle paylaştıkları için teşekkür ederim her birine. İsim konusuna gelecek olursak yaklaşık bir yıldır sancısını çekiyordum. Genellikle öykü yazarken de isim bulmak zordur yazarlık serüvenimde. Dosyayı yayınevine teslim ederken bile kesin bir ismi yoktu. Sonrasında tiyatro oyun yazarı ve yönetmeni Şamil Yılmaz ile karşılaştık, roman üzerine konuştuk, uzun uzun yapılan sohbetlerin sonucunda roman için bu ismi önerdi. Ve söyler söylemez adeta vuruldum “Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar”a. Meşhur’un kalp ağrısını en güzel bu isim anlatıyordu.

Gerçekten romana çok yakışan, çok güzel bir isim. Son olarak yaşadığımız dünyanın, içinde bulunduğumuz zamanın yaşamınız ve yazarlığınız üzerindeki etkisine dair neler söylersiniz?

Çağa gözlerini ve yüreğini açan bir yazar olarak dünyada ve bu topraklarda neler oluyor, neler yaşıyoruz üzerine çokça düşünen ve kafa yoran biriyim. Umudumu kaybetmeden tanıklık ettiğim çağa dair bir şeyler karalamak bunu edebi bir form içinde yapabilmek önemli benim için. Sokağa çıkıyorum, insanları gözlemliyorum, kalabalıkların arasında olmayı önemsiyorum. Unutmadan, hatırlayarak, yazdıklarımla unutturmamaya çalışıyorum. Tek yapmak istediğim zamanın ruhuna dokunmak.

Tasarımdaki eser Jim Reitz'e aittir.

0
289
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage