
İsmet Vural ile “İnsan, yaşamı boyunca kendini gerçek anlamda, bir bütün olarak ne kadar iyi tanıyabilir?” sorusunun peşinden gittiği ilk romanı Ayna Çıkmazı üzerine konuştuk.
Dil edebiyatı, edebiyat hayali mekânları yaratır. Her mekânın da farklı üslubu vardır. Mekân sadece görsel bir imge yaratmaz, sakinlerini kendine benzetir. Evimizin dağınıklığında biraz da bizim düşünsel/mental dağınıklığımız saklanmıyor mudur? Sokağımızın yokuşu temkinli adımlar atmayı öğretmez mi? Mekân yaşanılan yer olmakla kalmaz, yaşatan, dönüştüren, değiştiren yer olur.
Birbirine benzemez karakterlerinin kesiştiği sokaktan ismini alan roman Ayna Çıkmazı, İsmet Vural’ın ilk romanı. Okurla Mona Kitap etiketiyle geride bıraktığımız eylül ayında buluştu. Bütün “iyi kitaplar” sezon başını, eylülü bekler; Vural’ın da titiz çalışmalarının ve uzun bekleyişlerinin eseri Ayna Çıkmaz’ı bize iyi edebiyat vaat ediyor.
Oğuz Atay’ın izinde, edebi göndermeleri dikkatli okurun gözünden kaçmayacak romanı yazarıyla konuştuk. İsmet Vural’ı dinledikçe öğrendik ki, tiyatro yönetmeni – yazarı – oyuncusu – dramaturgu olan mektepli bir tiyatro emekçisiyle karşı karşıyayız. (Kitabında biyografisinin olmamasına şaşırdık, bu bilgileri pekala biyografisinden öğrenebilirdik zira).
Edebiyattan önce sanatta ifade alanın tiyatro; küçük yaştan beri yapmak istediğin ama hem dış hem içsel koşulların seni “gerçek bir işe” zorladığı bir süreçten geçip nihayetinde kendini sahnede buldun.
Evet, tiyatro ilk göz ağrım, oyuncu olmak da çocukluk hayalimdi. Sahneye çıkmayı, başka bir karaktere hayat vermeyi düşündükçe içim içime sığmıyordu. Ama bunun önünde büyük bir engel vardı: Çok utangaç bir çocuktum. Yıllarca bu hayali içime attım, kimselere bahsetmedim. Odama kapanıp hayali karakterler yaratıyor, onları tiyatro sahnesindeymiş gibi canlandırıyordum. Neyse ki “evcilik” ve “doktorculuk” gibi çocuk oyunları vardı da ara sıra odamdan çıkıp yakın arkadaşlarımın yanında doktor, hasta, koca, oğul olabiliyordum.
Dış koşullar konusunda çok avantajlı bir çocuktum oysa. Babam gençliğinde oyuncu olmak istemiş ama dedem izin vermemişti. Bunun ceremesini çeken babam da beni aile mesleğimizi yapmaya hiç zorlamadı. Oyuncu olmak istesem önümde duracak kimse yoktu, kendimden başka. Utangaçlığımı yenemediğinden konservatuar sınavına girmeye cesaret edemedim, Reklamcılık ve Halkla İlişkiler okudum. Üniversitede yavaş yavaş utangaçlığımı üzerimden attıktan sonra amatör olarak tiyatroyla uğraşmaya başladım. Hafta sonları İzmir’den İstanbul’a gidip Vahide Gördüm’den oyunculuk eğitimi aldım. Kendisinin yönettiği bir çocuk oyununda sahneye ilk adımımı atmış oldum.

Sanatla alakadar bir çevrede mi büyüdün? Babandan mı geçti sanat virüsü sana?
Etkisi büyüktür tabii ki. Görece olarak sanatla alakadar bir çevrede büyüdüğümü söyleyebilirim. Bana bu virüsü bulaştıran, sonrasında bunun yayılmasına yol açan iki tiyatro insanı oldu. Birincisi Haluk Bilginer... Kendisi babamın liseden okul arkadaşıydı ve çocukluğumdan beri hiçbir oyununu kaçırmadım. Onun gibi donanımlı bir oyuncunun bir yandan bu kadar çalışkan olup, diğer yandan sahnede bir çocuk naifliğinde “oynaması” her izlediğimde beni büyülerdi. İkinci kişiyse Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama bölümündeki yüksek lisans hocam Müge Gürman’dır. Bugün tiyatroya ve sanata dair bildiğim çoğu şeyi ona borçluyum. Onun İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahneye koyduğu Çehov Makinesi oyununda reji asistanlığı ve oyunculuk yapma şansı buldum. Aramızda yıllarca süren bir usta-çırak ilişkisi oldu diyebilirim. Özellikle yazılı tiyatro metnini sahneye kalıpların dışında taşıyış şekline, tabiri caizse metni sahnede “yeniden yazdığı” o anlara şahit olmak sadece tiyatroya değil, aynı zamanda yazmaya dair de ufkumun açılmasını sağladı.
Romanın detaylarına inmeden önce yazma sürecini biraz konuşalım… Kaç kez baştan yazdın, kaç senedir kafanda dönen bir metin, nasıl çalıştın?
Ben metnin ana hatlarını ilk önce kafamın içinde tasarlamayı seviyorum. Bu romanda da masanın başına oturmadan önce uzun bir süre, yedi, belki de sekiz yıl fikrimin üstüne yattım; üzerine düşünüp, okumalar yapıp notlar aldım. Bu kadar uzun sürmesinin nedeni ise bir yandan oyunculuk kariyerime, diğer yandan Almanca öğrenmeye odaklanmamdı. Sonrasında birden ve kendiliğinden doğru zaman geldi ve romanın ilk cümlesini yazdım. Devamında kaç kez baştan yazdığımı açıkçası saymadım, daha doğrusu sayamadım. Metnin başına geçtiğim her sefer birçok yeri silip baştan yazdım çünkü. Benim için her yeni gün bir baştan yazım süreciydi. Romanı yazmamın bilfiil üç yıl sürdüğünü göz önüne alırsak birçok kez baştan yazdığımı söyleyebilirim.
Yayınevlerinin eskisi gibi ilk dosyalara şans vermediği, celebrity ve satış garantisi istediği bir süreçten geçiyoruz. Bu durumdan en büyük zarara dönemin edebiyatı uğruyor. Önceliği nitelik olmayan metinlere maddi kaygılarla daha fazla şans veriliyor. İlk romanıyla birlikte yayın dünyasıyla tanışan bir yazar olarak deneyimin nasıldı?
Çok zor ve sancılı bir süreçti. Romanı yazmaktan bile daha zorluydu desem abartmış olmam herhalde. En fenası da uzun süren, bitmek bilmeyen bekleyişti. Godot’yu beklemek gibi… Yayınevlerinin ekonomik kaygılarla satış garantisi olan kitaplara öncelik vermesini anlıyorum elbette ama bu stratejinin de dengeleri bozmadan, nitelikli olan ilk eserlere yer açacak şekilde uygulanması gerektiği kanaatindeyim. Ancak üzülerek söylüyorum ki, günümüzde kantarın topuzu bir hayli kaçtı. Artık sahnelerde ya da ekranlarda görmeye aşina olduğumuz ünlülerin yanında bir de nurtopu gibi “fenomen yazarlarımız” var. Geçtiğimiz ekim ayında katıldığım İzmir Kitap Fuarı’nda bazı uzun kuyrukların başında kitabını imzalayan Instagram fenomenlerini görünce kendi kendime şunu sordum: “Acaba önce fenomen olup sonra kitabımı yayınlatsam daha mı iyiydi?” Şaka tabii ki… Yoksa, değil mi?
Hikâyeni çok farklı mecralarda anlatabilecek alana ve yeteneğe sahipsin, Ayna Çıkmazı’nın roman olmasını gerektiren şeyler nelerdir? Pekala elindeki imkânları kullanıp “fenomen yazar” da olabilirdin.
Aslında ben yazmaya film senaryoları ve tiyatro oyunları denemeleriyle başladım. Özellikle “deneme” diyorum çünkü hiçbiri istediğim gibi olmuyordu. Aklıma parlak bir fikir geliyor, heyecanla masanın başına oturuyordum ama bir türlü hayal ettiğimi tam olarak kâğıda aktaramıyordum. Sonra aklımdaki bu fikirleri düzyazı olarak kaleme almaya karar verdim. Öyküler hâlinde belki bir roman olarak yazayım sonra zaten uyarlanır diye düşündüm. İyi ki de öyle düşünmüşüm. Ne zaman bu şekilde yazmaya başladım, işte o zaman hayalim kâğıda su gibi aktı. Yazarlık kitaplarında ve atölyelerinde kafamıza kakılan bir kural vardır: “Anlatma, göster!” Kendimi bu kurala bağlı hissetmediğim an kilidim açıldı. Aynı dönemde Kleber Haedens’in Roman Sanatı kitabında söylediği bir cümleyle iyiden iyiye rahatladım: “Roman yazarı tamamen özgürdür.” Müthiş, değil mi! Bununla beraber roman yazarken fazla anlatmamak okuru sıkmamak için araya sahneler koymak tabii ki elzemdir, buna katılıyorum. Gelgelelim karakterin iç dünyasını aktarmak, tabiri caizse beyninin içine girmek için onun sesini duymak, anlattıklarını dinlemek gerekir.
Roman dünyan gerçekliğine ne kadar taşındı ya da gerçekliğin romana?
Romanı yazdığım dönem hayatım tam anlamıyla çıkmaza girmişti. Derin bir depresyonun pençesinde, uykusuzluk problemiyle cebelleşiyordum. Koca bir boşluğun içindeydim ve oradan nasıl çıkacağımı bilemiyordum. Derken romana devam ettikçe ben de yavaş yavaş Âdem, Rabia ve Musa’yla Ayna Çıkmazı Sokağı’na girdim, onlarla birlikte kendi çıkmazımdan kurtulmanın içsel mücadelesini verdim. Ayna Çıkmazı benim için romandan fazlası; hayata karşı, kendime karşı verdiğim savaşın bir yansıması. Bu sebeple roman dünyam ve gerçekliğimin birbirine iyiden iyiye taşındığını düşünüyorum. Hatta buna gerek bile kalmadı çünkü ikisi el ele verip aynı yolda yürüdü.
Wayne C. Booth Kurmacanın Retoriği kitabında “güvenilmez anlatıcı” diyerek okuru istediği gibi manipüle eden anlatıcıyı tarif ediyor. Âdem güvenilmez bir anlatıcı. Bana kalırsa tek başına Âdem de değil güvenilmez olan. Romanın gerçekliğe en yakın olduğu yerlerden biri de bu “herkesin haklı/haksız olması”. Özellikle Âdem’in aslında “anlamak” olarak görünen ama bana kalırsa “umursamamak” ya da daha doğrusu içindeki karmaşadan dış dünyanın güncel karmaşalarına takılıp politize olamaması, hiçbir konuda radikalleşmeyi bırak tutkuyla savunamaması bizim de içinde bulunduğumuz kuşağın bir temsili. Fakat Âdem’i sadece bu temsille sınırlayamayız.
Evet, Âdem güvenilmez bir anlatıcı, zaten istese de güvenilir bir anlatıcı olamaz çünkü dediğiniz gibi kendi içsel karmaşasında boğulmuş vaziyette. Aslında ben bunu Booth’un dediği gibi, okuru manipüle etme maksadıyla yapmadım. Âdem’in manipüle ettiği kişi okurdan evvel kendisi. Çelişkilerle dolu bir karakter. Sadece Âdem özelinde değil, ben genelde “tutarsız” karakterler yaratmayı seviyorum. Onların daha kanlı canlı, hayatın içinden, daha insani olduğunu düşünüyorum. Şöyle etrafımıza bakıp yakın çevremizdekileri gözlemler yahut gözümüzdeki perdeleri kaldırıp kendimize dönüp bakarsak her birimizin çelişkilerle dolu ve tutarsız canlılar olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz.

Ayna Çıkmazı için “yüzleşme hikâyesi” diyorsun; yakın tarih ve günümüz “ötekileri”nin temaslarından doğan bu yüzleşme aynı zamanda bir tanıklık anlatısı. Romanların politik işlevleriyle ilgili ne düşünüyorsun? Slogan atmayan, propaganda yapmayan bir metin, ki sen de öyle biri değilsin ama yine de politik bir metin.
Doğrudur, Ayna Çıkmazı bir yüzleşme hikâyesi. Ana hat olarak kişinin kendisiyle ve kendi içindeki ötekilerle yüzleşmesi olsa da bu durum elbette dış etmenlerden bağımsız değil. Bunun en belirgin örneğini de Rabia’da görüyoruz. Karakterin ismi Rabia olunca hâliyle amacınız bu olmasa da metin bir anda politik bir noktaya kayıyor. Ama dediğin gibi slogan atmayan, propaganda yapmayan ama güçlü bir politik zemine oturan bir metin Ayna Çıkmazı. Ben, durumları ve karakterleri sosyolojik ve psikolojik tahliller ışığında anlatmayı seviyorum. Rabia’da bu böyle oldu. Günümüzde ciddi bir kesim hâlâ kadının yaşam tarzını, yaşam alanını, hatta düşüncelerini bile kısıtlama gayreti içerisinde. Rabia tam olarak bu duruma bir tepki olarak doğdu. Son yirmi beş yıldır sosyolojik bir çürümenin içinde yaşamaya çalışıyoruz. Özellikle politik demiyorum. Yaşadığımız sorunlar günün sonunda politik gibi görünse de altında yatan sosyolojik ve psikolojik nedenlere odaklandıkça kendi adıma gerçeğe daha çok yaklaşabildiğimi hissediyorum.
Kitaba ismini veren sokak gerçekten var mı?
Hayır, Ayna Çıkmazı Sokağı zihnimde yarattığım bir yer. Ama şayet bir yerlerde böyle bir sokak varsa gidip görmek isterim.
Yukarıda giriş yaptık, biraz daha karakterlerden bahsedelim istiyorum. Âdem “ya o ya da bu” seçimi yapamayan “hem o hem de bu” diyerek kendisini zora koşan biri; babalığı, evliliği, eşiyle/komşularıyla ilişkisi, daha da önemlisi kendisiyle ilişkisi bile çelişen/değişen/dönüşen/tartışan/gelişen ama asla tutarlı olmayan bir yapıya sahip. İdeal dünya bizden tutarlık, istikrar, verimlilik bekliyor. Ve tabii roman karakteri olması Âdem’i de bu beklentilerden azade kılmıyor. Karakterlerinin tamamında bu tarz tekinsizliklere, öngörülemezliklere şahit oluyoruz. Okura kimi zaman “laf kalabalığı” gibi gelebilecek bölümler de karakterlerin bu özelliklerinin altını çizmek için var. Bu hâliyle Oğuz Atay’ın kurgusal dünyasından öte zihninde yaşıyor gibisin.
Yazarın romanda ideal dünyaya ve tutarlı karakterlere yer vermesini, okurun da bu tarz eserleri okuma isteğini açıkçası çağdışı buluyorum. Eğer amacımız sahiden hayata dair “gerçek” hikâyelere tanıklık etmekse, bu ideal dünya anlatısı üzerinden olamaz. Gerçeğe ama yalandan, göstermelik gerçeğe değil, hakiki gerçeğe ancak ve ancak ideal olmayanı anladığımızda ulaşabiliriz. Bu da gerçeküstücü bir bakış açısıyla mümkündür. İnsanlar hâlâ daha sürrealizmin hayalperestlik olduğunu, gerçekdışı öğelerle kurulu bir akım olduğu gibi bir yanılgı içerisindeler. Hâlbuki sürrealizmin kelime anlamı “gerçeğin ötesi”dir. Ve biz buraya, gerçeğin ötesine ulaşmak istiyorsak, o çok sevdiğimiz ama bugüne kadar bir hayrını göremediğimiz “akıl”dan, tutarlılık ve istikrar fetişinden uzaklaşmalıyız. Sahici olan şeyler tekinsizlikte, öngörülemezlikte saklıdır. Bu bakımdan evet, kendimi Oğuz Atay’ın zihninde yaşıyor gibi hissediyorum ve bundan gayet memnunum.
Çıkmaz sokakta yaşayan hayatı da dili de bir döngüye girmiş karakterler… Nereden mülhem olduğu belirsiz hisler, sapmalar, sıçramalar, uçmalar, hayaller ama gerçekler çıkmaz sokak! Bir duvar gibi çarpıyor karakterlerin yüzüne. Hizaya sokan abiler, cevap vermeyen eski fotoğraflar, hiç gerçek anlamda ilişki kuramayan çiftler komşu oluyorlar. Adeta binbenzemezler. Birbirini tanıdıkça aşınan benlikler. İlişmenin acısı, temas yaraları… Bireyselliğe bir övgü mü Ayna Çıkmazı?
Bireyselliğe ya da başka bir şeye bir övgü mü, açıkçası bunu hiç düşünmedim. Benim Ayna Çıkmazı’nı yaratmama içinde bulunduğumuz “toksik olumluluk” çağı katkı sağladı. Bu çağda artık herkes negatif düşüncelerden arınmalı, sürekli pozitif düşünmeli ve içinde saklı o ideal, “mutlu” benliğe ulaşmalı. Peki ya içimizde saklı benliğin karanlık bir yanı varsa? Hemen kovmalı, defetmeli! Bence tam tersi, ona yaklaşmalı ve onu kucaklamalı. İnsan kendini tüm yanlarıyla, ideal olmayan, karanlık taraflarıyla da tanıyıp, onlarla yüzleşip barıştığında mutlu olabilir. Böyle düşünürsek evet Ayna Çıkmazı bireyselliğe bir övgü olabilir ama alışık olmadığımız bir anlamda.
Karakterlerini okuyup tanıdığımız ilk sahneyle onlarla vedalaşıp kitabı kapattığımızda aklımızda kalan son hâlleri bir döngünün tamamlanması ama beklenmedik. Yazarken hep şunu düşünürüm, senin yazar olarak içinden çıkamadığın, en az olmasını istediğin neyi yaparsan, sen de ortaya çıkan -önce- üstesinden gelememe korkusu, -sonra- şaşkına çevirmenin tatmini, okurda da aynı duyguyu uyandırırsın; bir yazar olarak her şeyden önce çok iyi bir okursun ve bu okurluk sezgisi hiç kaybolmaz. Kendini bu anlamda zora koştuğun kırılma anları var mı?
Şunu samimiyetle söyleyebilirim ki, Ayna Çıkmazı’nı yazarken hiç zora koştuğum bir an olmadı. Bunun sebebi sanırım kitabı yazmaya başlamadan evvel yedi sekiz sene üzerine düşünmem, araştırma yapmamdı. Başladığımda meseleyi içselleştirmiştim ve yazmaya artık tamamen hazırdım. Elbette yazım sürecinde bana da sürpriz olan değişimler, gelişmeler oldu ve bundan olağanüstü bir haz aldım. Bu bağlamda içinden çıkamadığım bir durum olmadı. Ben, kurduğum planı aşan gelişmeleri, sürprizleri seviyorum, bunların olmasına izin vermiyorum çünkü bunları hâlihazırda zihnimin arka planında, bilinçdışında düşündüğümü biliyorum.
Edebi oyuncakları kuşanan bir metin ortaya koydun, okuru da ayık olmaya, kendinden başka bir şeyle ilgilenmemeye davet ediyor romanın. Fontların, puntoların bile ayrı ayrı anlamları, sahipleri var. Çağın okurunun pandemiden sonra çalınıp kaybolan dikkatiyle epey zorlanacağı bir metin bu.
Yıllarca başkalarının neyi okumaktan zevk alacağını, müstakbel okuruma kendimi nasıl beğendirebileceğimi düşünerek yazdım ve hiçbir yol alamadım. Ne zaman ki, kendimi bu düşünceden azat ettim ve bir okur olarak okumayı sevdiğim tarzda şeyler yazmaya başladım, o zaman içime sinen eserler ortaya koymaya başladım. Okur olarak ben öyle kolay okunan, “su gibi akan” metinler okumaktan haz almıyorum. O tarz öykü ve roman kitaplarını da okuyorum elbette ama beni asıl heyecanlandıran metinler, beni düşünmeye teşvik eden, zorlayan metinler. Çağın okurunun kaybolan dikkatiyle zorlanacağını bildiğim bir metin yazdım, evet bunun farkındayım. Yapmak istediğim de tam olarak buydu: Okuru zorlamak.
Teşekkür etmeden önce adettendir, mutfakta ne var? Tiyatro oyunu, senaryo, roman… Hangisi kafanda dolanıyor?
Çok şey var ve bir sıraya koymaya çalışıyorum. İkinci romanımın ilk taslağını yazdım ama onunla daha çok işim var. Tema olarak Ayna Çıkmazı’ndan da zorlayıcı bir metin. Yazdığım birçok öykü var, aralarından bazılarını derleyip toparlayıp okuyucunun karşısına bu defa bir öykü kitabıyla çıkabilirim. Bir de sevdiğim bir yazarın bir kitabını tiyatro oyununa uyarlama düşüncem var ama henüz başlangıç aşamasında. Sözün özü, her an her şey olabilir. Beni izlemeye devam edin.

Kısa sorularım var…
İlk yazdığın edebi metin neydi, kaç yaşındaydın, ilk cümleni hatırlıyor musun?
“Güzel Olma İhtimali Olan Gözlüklü Kız” öyküsü. On altı yaşındaydım. İlk cümlem: “Kendimi anlatmaktan hep nefret etmişimdir.”
Yazılmış bir karakter olsan kim olurdun?
Albert Camus’nun Yabancı romanındaki Meursault.
Hangi yazarla, nereye tatile giderdin?
Georgi Gospodinov ile Norveç’e, kuzey ışıklarını seyretmeye.
Hak ettiğinden fazla - az ilgi görmüş yazarlar?
Hak ettiğinden fazla ilgi görenler: Sally Rooney.
Hak ettiğinden az ilgi gören: Vüsat O. Bener.
Edebi guilty pleasure’ın nedir?
Matt Haig’in Gece Yarısı Kütüphanesi kitabı.