Beatrice Alamanga’nın yazdığı ve resimlediği çocukluğun benzersiz, tuhaf, şakacı özünü keşfeden Biber ve Ben kitabı üzerine bir yazı.
Beatrice Alemagna, resimli kitapseverlerin gözünden kaçmayacak bir sanatçı. Türk okurlar kendisini daha çok Aylak Kitap’tan çıkan Hiçbir Şey Yapmama Günü ve Nobel Çocuk’un yayımladığı Çocuk Nedir? ile tanıyor olabilir ama henüz Türkçeye kazandırılmamış pek çok güzel kitabı var. Pepper and Me de onlardan biriydi. Neyse ki Can Çocuk sayesinde şimdi o da Türkçe hem de Tuğçe Özdeniz çevirisiyle.
Beatrice, illüstrasyon üslubuyla istisnasız her kitabında kendini ilk bakışta gösteren bir sanatçı. “Bak, bu Beatrice işte!” dedirtiyor adeta. Kimi zaman fosfora kaçan capcanlı renkler, kontürsüz karakterler, renksiz arka planlar, baskın çizgiler, buğulu geçişler, pastel dokular…
Biber ve Ben’in de daha kapağından sanatçının kendi üslubunda bize yine harika bir kitap hazırladığını anlıyoruz. Ana karakter olduğunu anladığımız kızıl saçlı kız baş aşağı eğiliyor, saçları yerleri süpürürken yarasına bakıyor. Yarasının bir suratı var.
Kitabı açınca yan kâğıtlarda kızın saçlarının arasında kalıyoruz. Ve ithaf geliyor ardından: “Sevgili Patricia’ya, umarım mutludur gittiği yerde.” Arka planda hikâye başlıyor: Kız, sırtında çantası, kaldırımda yürüyor. Ve bir sonraki sayfada taşa takılıp düşüveriyor. Ayağa kalktığında dizindeki sıyrığı görüyor, hemen ardından acısı geliyor. Tabii gözlerinden de yaşlar… Ama ağlamanın bebeksi olduğu bir çocuk yaşta karakterimiz, bunu da belirtmeden geçmeyeyim.
Maalesef küçük bir sıyrık değil bu, akan kanlardan anlıyoruz. Beatrice kan görünce duyulan korkuyu metninde çocuk bakışıyla bence inanılmaz güzel ifade etmiş: “Bacağımdan damlayan –ismi lazım değil– o şey yüzünden ortalık korku filmine döndü.” Beni hâlâ kan tutar, o yüzden okurken bu kısım benim içime ayrı işliyor.
Babası, yarasının yakında bir güzel kabuk bağlayacağını, annesiyse birkaç güne geçeceğini söylese de kabuk beklediği kadar güzel görünmüyor ve hiç de öyle birkaç güne geçmiyor. Üstüne üstlük gittikçe çirkinleşiyor, sonsuza kadar olduğu yerde kalacakmış gibi duruyor.
En kötüsüyse, nereye giderse gitsin her yere onunla birlikte gidiyor. Bunun için ismini Biber koyuyor: Bir türlü sahiplenemediği yavru köpeğin ismi. İstese de istemese de o eciş bücüş kırmızı varlığa alışmaya başlıyor kız, hatta kendini yalnız hissettiği zamanlarda fark etmeden içini açıyor Biber’e, onunla dertleşiyor, korkularını anlatıyor ona, hayallerini… Ve zamanla küçülüyor Biber, öyle ki bir sabah uyandığında kendisinden geriye küçücük bir kabuk parçası kalıyor kızın çarşaflarının arasında; bacağındaysa pürüzsüz, parlak bir iz. O acılı düşüşü, anneannesi ve dedesiyle geçirdiği günlerin kokularını hatırlatan bir iz.
Hikâyenin gerisini okura bırakayım artık, şimdiden çok bile anlattım kendimi kaptırıp.
Son sayfanın ardından kapağı kapattığımda kendi kendime düşünmeden edemiyorum: Acıyı ve kaybı kabuk tutmuş bir yarayla anlatmak… Ne kadar derin, ne sarsıcı… Beatrice Alemagna bunu nasıl aklına getirdi? Nitelikli bir çocuk kitabında olmazsa olmaz unsurlardan belki de ilki olan yaratıcılığın başarılı bir örneğini sunuyor Biber ve Ben.
Yalnız yaratıcılıkla kalmıyor elbet, çocuğun hâlinden ve dilinden anlıyor. Çocuğu ve onun derdini ciddiye alıyor. Çünkü yalnızken düşünce hemen kalkmak kolay olmaz; ebeveynin yardım eli yoktur, kendini ayağa kalkmaya zorlaman gerekir. Yaranın acısı ağır basar, akan kan gözümüzü korkutur. Ve hayat ebeveynlerin vaat ettiği gibi olmaz hep, zaman onlara aktığı kadar hızlı akmaz.
Yine de yarandan öğrenirsin; beklemeyi ve zor olsa da zamana güvenmeyi, pek çok şeyin geçici olduğunu ama ardında muhakkak bir iz bıraktığını. Ve o izlerin varlığına/hayatına kattığı anlamı.