İsmail Güzelsoy ile yıllar sonra yeniden kaleme aldığı Saf - Suya Anlat romanı, bir metni yeniden yazma süreci ve yazarlıkla kurduğu bağ üzerine konuştuk.
Türk edebiyatının usta yazarlarından İsmail Güzelsoy’un kaleminden çıkan Saf kitabı, yıllar sonra yepyeni bir biçimde Saf - Suya Anlat adıyla tekrar doğdu. Bu dönüşüm, sadece hikâyenin değil, yazarın da evrimine işaret ediyor: “Her romanı yazdıktan sonra başka birine dönüşürsünüz.” Güzelsoy’la bir metni yeniden yazmanın sancılı ve büyüleyici sürecini, kahramanı Subala’nın epik yolculuğunu ve yazarlıkla kurduğu kişisel bağı konuştuk. Yazmak bir varoluş biçimi mi? Evrensel bir hikâye yaratmanın sırrı ne? İsmail Güzelsoy’un samimi yanıtları, yazının arka planındaki yaratıcı derinliği gözler önüne seriyor.
İlk kez 2013’te okurla buluşan, sizin “romansı bir masal” diye tanımladığınız Saf’ı roman formunda yeniden kaleme aldınız ve Saf-Suya Anlat adlı bu yeni eser, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Aynı anlatıyı yeniden kurgulamanızın nedenlerini kitabın giriş kısmında yazmışsınız ama henüz okumamış olanlar için biraz anlatır mısınız bu sürprizin sebeplerini?
Bazı hikâyeler kendilerini sürdürür, bazıları kepengi çeker giderler. Bu roman yayımlandıktan sonra yakamdan düşmedi. Sürmek, derinleşmek, boyutlanmak istedi. Oysa yalnızca bir masal-roman yazmaktı niyetim başlangıçta. Yıllar içinde saplantıya ve giderek bir tutkuya dönüştü. Sonunda bendeki tortuları işleyip bu romanı yazdım. Bu yeniden yazma girişimi ilk anda ürkütücü görünmüştü gözüme. Yazılmış, okura sunulmuş bir hikâyeyi yeniden yazmak, önceki versiyona karşı bir haksızlık olmayacak mıydı? Aslında olmadı. Her biri, aynı hikâyeyi farklı bir perspektiften ve farklı katmanları gözeterek resmeder. İlkinde karakter şeması ve olay akışı daha masalsıyken yeni versiyon “daha” roman. Karakterler daha belirgin, anlatı daha sade.
“Hiçbir roman beni bu kadar yormadı ama hiçbir roman beni bu kadar heyecanlandırmadı da” demişsiniz önsözde. Bu “çifte kavrulmuş roman” sizin açınızdan bir tür meydan okuma mıydı?
Kendi adıma bir meydan okumadan ziyade, duygusal katmanların derinine yolculuk yapmayı tercih ediyorum. Yaşadığımız çağın en büyük sıkıntılarının kaynağı, hissediş biçimimizin sorunlu oluşu. İyi edebiyat külliyatı bu yüzleşmenin tarihidir. Aslında edebiyat bize yanlış yaşadığımızı fısıldar. Ezberlerimizi ve zihinsel ön kabullerimizi sorgulatır. Yani bizi dönüştürür. Hissetmenin bir eğitimi yok gibi gelir bize ama var. Sanat bize hissetmenin katmanlarına inme şansı verir. Roman sanatı bu anlamda muazzam imkânlar sunar bize. Ortaokul son sınıfta Suç ve Ceza’yı okurken bunu çok belirgin hissetmiştim. Bir cinayet işlemenin bütün aşamalarından geçmiş, ana karakterin hesaplaşmasını derinden yaşamıştım. Şimdi bir cinayet işlemenin psikodinamiklerini biliyorum. İşte romanın bize kattığı değerlerden biri de budur. Yaşamadığımız şeylerin duygularını edinmek... Emsalsiz bir şans bu.
On bir buçuk hayat yaşayan genç Şaman Subala’nın kutsal oyuncağı bulmak için çıktığı yolculuğu okuyoruz romanda. Subala’nın hikâyesinin çıkış noktası neydi? Fikir nasıl doğdu?
Şamanizm her zaman ilgimi çekmiştir. Orada, unuttuğumuz atladığımız yığınla önemli şey olduğunu hissediyordum. Araştırdıkça çok daha çekici hâle geldi benim için. İslam öncesi tasavvuf diye adlandırabileceğim bir nüveyle tanıştım bu süreçte. Evrenin canlı olması fikri muazzamdı benim için. Birer hücresi olduğumuz tanrısal bir oluşu roman olarak işleme fikriyle çıktım yola.
“On bir buçuk hayat” neyi ifade ediyor? O “yarım hayat” ne anlama geliyor?
Yarım hayat, henüz tamamlanmamış misyonlar, hedefler, işler... Her hevesin kursağımıza tıkıldığı bir maceranın ifadesi o yarım kalan hayat. Yaşadığımız şeylere bir baksanıza. Şimdi ölsek bir hayat yaşamış mı olacağız? Ben abartarak “buçuk” dedim. İnsani şartlarda yaşanabilecek bir hayatın onda biri bile değil yaşadıklarımız. İhtiyaçlarımızı karşıladığımız zaman kendimizi mutlu addediyoruz, olan bu. Acı çekmiyorsak mutlu sanıyoruz kendimizi. Mutluluk öyle bir şey değil işte. Onun için buçuk...
“Yazılmış sahnelerin yeniden işlenmesi, sıfırdan ele alınışından çok daha zordu.” Subala’nın yolculuğunu yıllar sonra yeniden kaleme alırken, sizi en çok zorlayan ve tatmin eden neydi? Bugünkü İsmail Güzelsoy’un kalemi, anlatının şeklini ve Subala karakterini nasıl etkiledi?
Her romanı yazdıktan sonra başka birine dönüşürsünüz. En azından ben öyle yaşadım bugüne kadar. Belki de bu kadar tutkuyla yazmamın bir nedeni de bu olageldi. İyi kurgulanmış romanlar birer hesaplaşma manzumesidir aynı zamanda. Zor olması bu hesaplaşmayı daha lezzetli ve dayanıklı kılar. Evvelden zor projelere girmekten korkardım. Bir an önce meramımı anlatmanın yollarını arardım. Zamanla şunu kavradım ki, iyi bir roman basit bir şeyi anlatmaz. Zor olan bir duyguyu, durumu, fikri basit anlatabilmenin mücadelesini de sırtlanmalı hikâyemiz. Okur metinle değil, metnin hikâye ettiği duygusal, fikri katmana ulaşabilmeli. Sadeliği yakalayabilmek bu nedenle önemli. Eğer söyleyecek sözünüz yoksa, kenar süsü yaparsınız ama sözünüz güçlüyse bunu en saydam şekilde anlatmanın yollarını ararsınız. Sanırım ikinci aşamadayım şimdi. Bundan sonra ne gelir, bilmiyorum ama bir süre daha bu yolda ilerleyeceğim. Bir müzisyen düşünün, “Daha dün annemizin” melodisini çalıyor bir süre. Sonra sıkılmaya başlar, değil mi? Daha iddialı şeyler çalmayı hayal eder. Bir sonraki aşamada, o melodileri çeşnilendirmenin yollarını arar. İşte tam orada büyük bir tehlike vardır. Çok çeşnilendirilmiş, süslenmiş icra melodiyi duyulmaz kılabilir. Beni en çok korkutan şey de budur. Melodimi kaybetmeden ilerlemek istiyorum. Bunun yolu sadelik, saydamlık. Şimdi vardığım nokta bu. Öyle olduğunu umuyorum, diyelim.
“Derdini insana değil, suya anlat” der eskiler. Subala’yı yetiştiren Mahimah, aynı öğüdü veriyor ona: “Meramını suya anlat. Bizi bir tek o anlar.” Yazmayı öğrendikten sonra başına gelen her şeyi, yazmaktan bitkin düşecek kadar kâğıda döken Subala da bir aydınlanma anı yaşıyor: “Anladım ki mürekkep sudur ve ben meramımı suya anlatıyormuşum hep.” Suyun simgesel anlamı sizin için neyi ifade ediyor?
NASA şu koca evrende ne arıyor farkında mısınız? Su olan bir gezegen... Elimizdeki neyimize yetmediyse! Neden demir, kömür madeni, granit falan değil de su olan bir gezegen arıyorlar sizce? Çünkü su hayatın cevheridir. Su gezegenin kalbidir. O durduğu zaman hayat biter burada. Eskiler onun için öyle bir öğüt vermiş. Çünkü su hiçbir zaman ihanet etmez. Gel ki bu muazzam gezegende en çok kirlenen şey de su. Yani saflığını kaybeden en kıymetli maden... Derdimizi ona anlatmamız gerekiyor ya da onu anlamamız gerekiyor. Suyun ne olduğunu daha tam anlayabildiğimizi sanmıyorum. Bir şeyin gerçek değeri, o şey kaybolup, geride derin ve aşılmaz bir boşluk bıraktığı zaman anlaşılır.
Romanın başında Sadî-i Şirazî’den bir epigraf karşılıyor okuru: “Yolun sonu aşktır ve aşkın sonu yoktur.” Subala’nın bilgeliğinden faydalanmak isteyen kervandakiler de ona en çok aşkla ilgili sorular soruyor. Aşkı o yolculukta henüz tatmış olmasına rağmen, bir “ehliaşk” olarak görüyorlar onu. Subala’nın değil ama “bilge” karakterler yaratan bir yazar olarak sizin aşka bakışınızı sormak istiyorum... “Ne çok şey istersin, tanrı seni duymazdan gelir ama aşk belasını gönderirken ne cömerttir o. Her aşk biraz acıtır. Acıtmıyorsa muhabbettir.” Acılı bir bela mıdır sahiden aşk?
Aşk insan icadı, iki kişilik bir dindir bir bakıma ama aynı zamanda kamusal bir şerrin, sahtekârlığın da kod adıdır o. Niye bu kadar hırçın bir laf ediyorum? Çünkü ne zaman bir film seyretsem, pop edebiyata baksam, sosyal ağlara şöyle göz atsam, tuhaf ve şekilsiz bir şey çıkıyor karşıma. Aşk! Gerçekte tanıdığım, bildiğim insanların hayatlarına bakıyorum bir de. Bir yıkım, kıyım ilişkisi yaşıyor herkes. Çiftlerin birbirine karşı öfke, nefret dolu yaklaşımı, yıkıcı, iğneleyici, incitici sözleri vs. Ee, aşk neresinde bunun? Kim yaşıyor da bizim haberimiz olmuyor? Düşünün ki dünyada hayat bitse ve bir uzay gemisi gelip buralarda bir arkeolojik kazı yapsa, sabah uyanıp akşama kadar aşk, şefkat, muhabbetle yanıp tutuştuğumuzu düşünürlerdi. Umarım o ziyaretçiler sosyal ağlarda yazılıp çizilenleri görmez. O zaman bizim ne kadar sahtekâr bir tür olduğumuzu düşüneceklerdir. Ya biri doğru ya öbürü. Ezcümle, aşk iki kişiyi ilgilendirdiği sürece kutsi ve ulvi bir dindir, üçüncü bir kişinin kulağına değdiği anda kirlenir. Hele de dudağına değerse, vay hâline onun!
Karakterin yaşadığı içsel dönüşüm, destansı bir macerayı felsefi bir sorgulamaya dönüştürüyor. Epik anlatılar çoğu zaman toplumsal değerleri ön plana çıkarır. Sizin romanınızın merkezinde ise Subala’nın yaşadığı iç çatışma, geçirdiği bireysel dönüşüm var. Bu açıdan Saf - Suya Anlat için modern zamanlara ait bir epik diyebilir miyiz?
Güzel bir tanım. En azından romanın arka planını bu dediğiniz epik yapı oluşturuyor galiba. Ancak biraz Brecht epiği de var işin içinde, yani Subala, kendisine pek inanmıyor dikkat ederseniz. Bilgelik aşamasına vardığında kendi sözlerini anlamadığını iddia ediyor. Bu önemli bana kalırsa. Öte yandan sergilediği hünerlere de kuşkuyla bakıyor. Herkesin bunları yapamayışını anlamakta zorlanıyor mesela. İlk anda epik olan şema pek çok kez ince görülmüş bir yabancılaştırmayla sürüyor. Okura, epik yapının sorgulanması için bir soluk zaman tanır Subala.
Subala’nın başına gelenlere bakınca, “bilgi”nin aslında tehlikeli de olabileceğini görüyoruz. Cehalet mutluluk, bilmek de bir tür lanet sayılabilir mi gerçekten? Özellikle de günümüz Türkiye’sinde...
Modernizmin en büyük vurgusu, bilginin kutsiyeti üzerineydi. “Bilgi güçtür” eksenli bir dünya algısı... Bana kalırsa son yıllarda, bilgili olanın bir adım önde olduğu itikadı sarsılmaya başladı. Yeni bir eşiğe geldik gibi. Burada artık bilgi değil, bilgelik konuşacak. Yani bilgi artı şefkat, sevgi... Dönüşüme imkân veren bir akıl yetisi konuşacak artık. Bilgi de bir iktidar aracı olmaktan çıkıyor hızla. Üç kuruşa akıllı telefon alıp dünyanın pek çok bilgisine ulaşabilirsiniz ama bilgelik öyle bir şey değil. Bir yaşam estetiği oluşturmanız gerekiyor bunun için. İşte orada her şey değişecek. Yani bilgiye karşı çıkarken cehaleti işaret etmiyorum (Subala da benimle hemfikir), yeni bir paradigma, yeni bir model var aklımda. Bilgi üretim ve tüketim süreçleriyle ilgilidir, bilgelik kendini gerçekleştirmeyle, duygusal bir olgunlaşmayla...
Cehalet diye bir şeye de inanmıyorum bu arada. Cehalet, özellikle günümüz dünyasında, “Benim gibi düşünmeyen” anlamına geliyor. Her toplumsal öbek ötekini cahillikle suçluyor. Kimse cahil değil. Herkes her şeyi bilerek yapıyor. Kötülük diye bir şey var elbette. O da asgari ihtiyaçları, estetik bir varoluşa tercih eden, ettiren ve dayatan iktidar bloğu. Tam isim vermek gerekirse neoliberal yağmacılar kötüdür, çünkü insanın bu gezegendeki duygusal, ruhsal olgunlaşmasının önüne sayısız tuzaklar kurdular ki bunların en acımasızı, bizi gündelik ihtiyaçları karşılamaya çabalayan bir yoksunlar ordusuna dönüştürmeleri. Burada cehalet falan yok, kutsanacak bir bilgi de... Burada olan tek şey, kendini gerçekleştirme gailesi ile dünyevi çıkarlar adına milyarlarca insanı betona gömenler arasındaki savaş. Dünyayı arsa olarak görenlerle onu bir ana kucağı, yuva olarak görenler arasındaki savaş... Biz kazanırsak onlar da kazanmış olacak. Onlar kazanırsa herkes kaybedecek. Üzerinde yaşanacak bir gezegen kalmayacak çünkü.
“Yazı bir büyü. İçinde hayatı saklayan bir muskanın sihirli dünyası. Belki de tanrı bu dünyayı yazarak va’zetmiştir. Yazı yaratmanın sihri, varlığın tohumu...” Subala’nın yazıya yüklediği bu anlam, sizin için de aynı mı? Yazmak, bir varoluş biçimi mi?
Evet. Anladığım kadarıyla teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, yazı kadar ileri bir teknoloji seviyesine kolay ulaşamayacağız. Uygarlık tarihinde çok keskin bir virajdır yazının icadı. Belki de en büyük üst yapısal devrimdi. Örneğin karada giden bir araba için tekerlek nasıl aşılamıyorsa yazı da o kadar elzem ve aşılması zor bir ifade aracı. Günün birinde aşılabilir mi, elbette ama anladığım kadarıyla henüz değil.
Romanda günümüze temas eden öğeler de var. Subala’nın Mısırlı aşkı için erhu ile bestelediği “Misirlou” gibi. Böyle zamansız bir şarkıyı romanınıza dahil etme fikri nasıl ortaya çıktı? Neden bu şarkı, neden bu enstrüman?
O şarkı 16. yüzyıldan beri dünyanın pek çok yerinde yankılandı. İnanılmaz bir beste çünkü. Bir bakıyorsunuz Balkanlar’da bir kilise ilahisi, bir bakıyorsunuz Batı Anadolu’da bir Rebet şarkı, ardından bir caz parçası, bir klasik yorum, rock-n-roll eser... Aynı bestenin bu kadar çok zaman boyunca yaşaması ve her müzikal forma yakışması bana büyüleyici geliyor. Nasıl sağlam bir melodisi varsa! Her şeyden önce, Hicaz bir eser ve aslında Batı müzik formlarına da uyum sağlayabilecek bir usul yapısına sahip. YouTube’da o eserle yapılan farklı yorumları dinleyin, şaşıracaksınız. Erhu dinlediniz mi hiç? Dinlerseniz neden onu seçtiğimi anlayacaksınız. Pek çok enstrüman inceledim bu romanı yazmadan. Hiçbiri erhunun tınısıyla yarışamaz. Çok derin ve insanı sarsan bir ses yapısına sahip. İnternette inceleyin, hak vereceğinizden eminim. Bir ara takıntı yapmıştım. Şunu dinlesenize: Erhu solo.
Subala’nın hikâyesinde müziğin önemli bir yeri var. Sizin de müzikle yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Peki müzik, yazarlığınızın neresinde duruyor? Müzik eşliğinde yazanlardan mısınız?
Müzik eşliğinde yazamam. Müzik dinlemek istediğim zaman başka bir şey yapmıyorum. Yemekte de sade tatları seviyorum. Tencere yemeklerini bile fazla malzeme karıştırmadan yapmayı ve yemeyi seviyorum. Her alanın kendi yarattığı haz evreninde yolculuk yaparak bir dünya oluşturmak, orada gezinmek şahane bir duygu. Ancak bunu yaparak, diyelim ki müzikten öğrendiklerimi edebiyata, resimde gördüğüm şeyleri müziğe taşıyabiliyorum.
Sizin gibi Iğdır’da doğmuş bir gazeteci olarak, bu şehrin hayatınızdaki yerini sormadan edemedim. “Iğdır benim için bir coğrafya değil, bir rüya enkazıdır” demişsiniz bir röportajınızda. O “enkaz” sizde nasıl izler bıraktı?
Iğdır gibi eşsiz güzellikte, küçük bir cennet köşesinin böylesine kirletilmesi... Küçük bir kız çocuğu tanıyorsunuz, tatlı dilli, sevimli, bıcırık bir şey. Yıllar sonra onun düşkün, yaşlı bir şarapçı olarak banklarda yatıp kalktığına tanık oluyorsunuz. Nasıl hissederdiniz? Aynı duygu işte. Iğdır’ı taşımayı düşünüyorlarmış, havası o derece ölümcül olmuş. Ülkenin en büyük ikinci ovası... Büyüdüğüm evi aramaya kalkıştım, fikir sorduğum biri bana, gülerek, o sokağın bile ortadan kalktığını söyledi. Sade Iğdır değil ki, bütün yerel lezzetler, mimari, doku vs. katledilmiş durumda. Anadolu’da herhangi bir kasabaya gidin, İstanbul’un bir varoşunu görürsünüz. İstanbul dükalığı, Anadolu kent mimarisini, lezzet anlayışını, müziğini, giyim kuşam tarzını ortadan kaldırmış durumda. Her yer Şirinevler...
Yıllarca rehberlik yaptınız. Özellikle Anadolu’da karşılaştığınız kültürel çeşitliliğin yazın dünyanıza kattıkları hakkında neler söylemek istersiniz?
Anadolu dediğiniz zaman, indirgenmiş, yavan, tezek kokan, az önce söylediğim Şirinevlervari bir şey canlanıyor insanların aklında artık. Özellikle genç kuşaklar için Anadolu, kasvetli, lezzetsiz, yavan bir yer. Öyle de hakikaten. Elin ekmek tutsun istiyorsan büyük kentlere yerleşeceksin. Bir de başını sokacak bir daire aldın mı, tamamsın. Bu anlayış yüzünden Hititlerden, Urartu’dan, Çatalhöyük’ten, Helenizm’den gelen onca cevheri çöpe attık. İnsanlık tarihinin en büyük reddi mirasıdır bu. Anadolu dediğiniz zaman benim gördüğüm, işittiğim, damağıma değen lezzet ile şu anda yaşanan şeyler öylesine farklı ki, bazen dağılıp gitmiş soylu bir ailenin, sayfaları dökülen bir albümüne bakar gibi oluyorum. Kültürel kıyımın en büyüğüne Türkiye kırsalı uğradı. Kırsal yaşamın ne olduğunu anlamak isteyen şöyle bir Almanya’ya baksın. 70’li yıllarda kentli nüfus oranı Türkiye’de yüzde 30’ken, Almanya’da yüzde 70’ti. Şimdi tersine çevrilmiş durumda. Üstelik Almanya dünyanın en büyük sanayi devletlerinden biri. Kentli nüfus oranı yüzde 30’lara geriletilmiş. Zekice ve olması gereken... Şimdi burada kalkınmacı ideolojiye laf etsem kasabanın delisi muamelesi görürüm, onun için susmak en iyisi. Kalkınmacılık bütün siyasal yapıların ortak paydası. Buna karşı çıktığın zaman, “Ne yani tezek mi yakalım?” diyorlar. Seviye bu, ben de susuyorum. Belki romanlarım bir şeyler söyler.
İstanbul Üniversitesi’nde okurken İsveç’e gidip İsveç dili ve edebiyatıyla tanışmış, 90’lı yıllarda Rus, Avrupa ve Latin Amerika edebiyatı, 2000’lerde de İran edebiyatıyla ilgilenmişsiniz. Farklı kültür ve dilleri deneyimlemiş biri olarak, evrensel bir hikâye yaratmanın sırrı nedir sizce?
Evrensel hikâye, insanın en yalın hâliyle temas kurabileceğimiz hikâyedir. Rus romancılığında biz bir Rus insanı görmeyiz. Onun gerisinde saf, çıplak bir insan vardır, değil mi? Yani Raskolnikov, Anna Karanina Rus değildir, insanın en billuri hâlidir bunlar aynı zamanda. Latin Amerika edebiyatına bakın, Albay Aureliano Buendía her toplumda, her kültürde karşılaşabileceğiniz biridir. Bu anlamda evrensel sorunsal ile yerel hikâyeciliğin bir bileşimini görürüz buralarda. Balzac’ın, Dickens’ın karakterlerinde, şu anda yaşanan ilişkilerin bir izdüşümü vardır, çünkü insanın en temel vasıfları üzerine inşa edilmiş hikâyelerdir bunlar. Ne kadar yerel olursa olsun, bir yerde hepimizi ortak kılan meseleler vardır. Neden aşk bu kadar çok işleniyor söz gelimi? Çok mu ihtiyacımız var bir tane daha aşk hikâyesine? Merak ederiz; başkalarının nasıl sevdiğini, severken ne hissettiğini bilmek isteriz. O olmak, onun sevdiği olmak, onu seven olmak isteriz. İşte bu bizim derimizin altındaki benliğin temel yönelimidir. İyi romancı oraları görmek ve göstermek ister. İstemeli...