Uyuyamadığım gecelerin sayısı oldukça artmıştı. Bazı geceler yürüyecek halim kalmayacak kadar
kendimi yoruyor karşılığında ise deliksiz bir uyku düşlüyordum yalnızca. Fakat yastığıma gömdüğüm
vakit başımı, bir odun parçası ağırlıyordu başımı. Bu da yetmezmiş gibi yıllardım uykularıma eşlik eden
yatağımın boğazından yanlışlıkla geçmiş bir yemek artığıymışım gibi beni öğürdüğünü hissetmek,
canımı sıkıyordu. Bu öğürtünün sesini duyuyordum. Duyduğum ses bana yaşlı bir kadının can
çekişmesini andırıyordu. Tavanda ise çürüyüşün o köpüklü kokusu vardı. Islaktı tavan, su damlacıkları
oluşmuştu. Ben sıkışıyorum dostlarım. Seyretmeyi çok sevdiğimiz o vinç kadar ağır bir şeyler taşıyordu
içim. O vinç devriliyor, ben sendeliyordum. Adımlarım bir ileri iki geri gidiyordu. Gücüme gidiyor
dostlarım; yürüyememek. İçimde taşıdığım o ağır şey, her yerimi kaplamış sızlatıyordu. İçimi
çevreleyen yaralarım, pansuman dışında elinizden bir şey gelmeyen yaralarım, içimdeki coğrafyayı
oluşturuyordu. Adımlarım kısa ve yavaş, direniyordum. Ne zaman bir köşe başına ulaşsam, ağzıma
kan tadı geliyordu. Dönüp yeni bir sokağa koyulmak korkutuyordu beni. Mazgallar vardı o sokaklarda;
yıllarca kül tablası olarak kullandığım mazgallar, şimdi beni ürküten o mazgallar. O köşe başını
zorlukla dönmüştüm. Yan yana dizilmiş binalar, binaların kucaklarında balkonlar vardı. Balkona asılmış
kurumayı bekleyen çamaşırlar bana el sallıyorlardı. Solumda kalan eski binanın içine idrarını akıttığı o
mazgalı görmüştüm. Usulca yanaşıyordum mazgala doğru. Bu esnada dizlerim titriyor, dişlerim
birbirine çarpıyordu. Beni oluşturan parçalarım yavaş yavaş bedenimden kopuyor, sağa sola
savruluyordu. Dağılıyorum ben dostlarım. Mazgalın önüne geldiğimde içinde bana o aralıktan bakan
şey; kalbimdi. Kalbim bu eski binanın hemen önündeki o mazgala sığınmıştı. Eğer biraz bilince sahip
olsaydı atmaktan vazgeçerdi. Fakat direniyor aralıktan balkondaki çamaşırları seyrediyordu.
Dağılım başlamıştı, bunu iliklerime kadar hissediyordum. Bedenimde boşluklar oluşuyordu.
Saydamlaşıyorum ben dostlarım. Bu durumda hafiflemeyi beklerken, tam aksine daha ağır bir hal
alıyordu içimde taşıdığım şey. Yürümeye karşı olan direncim gittikçe azalıyordu. Bir öksürük almıştı
beni. Senkronize sesler çıkartıyordum. Bu esnada ben bir tütün sarmış, mazgalı geride bırakmış, bir
köşe başına yol alıyordum. Akciğerlerimi, en azından bir tanesini kusacağımdan korkuyordum.
Tütünümün dumanıyla doldurdukça ciğerlerimi, gürültü kesiliyor biraz daha uysallaşıyordum. Ağlayan
bir bebeğe emzik vermek gibiydi, ben derin bir nefes aldıkça içime, sesi kısılıyordu ciğerlerimin.
Başımı usulca kaldırdığımda, gördüm onları. Ben kustuğumu hatırlamıyorum. Fakat bir çift ciğer el ele
tutuşmuş süzülüyordu, sardığım tütünün dumanı peşinde. Az ileride bir ev vardı; yıkık dökük.
Dışarıdan içerisi görünüyor; ortasında bir soba, duvarda büyük bir tablo, tablonun önünde kırmızı bir
koltuk. Kırmızı koltuğun üzerinde karaciğerim; mavi bir battaniyeye sarınmış siroz olmanın peşinde.
Dağılıyorum ben dostlarım. Burnum ise geçmiş kokuların peşinde. Sizin de olmaz mı öyle hiç? Bir
sokağın kokusu, babaannemin tahta bavulunun içine sokar beni. Adını dahi bilmediğim bir çiçeğin
kokusu, çocukluğum tüter. Geçen kıştan kalan montumdan çıkan tütün kırıntılarının kokusu, terleyen
avuç içimin kokusu ve hatta bazen dölümün o hüzünlü kokusu; gençliğimin en güzel zamanlarının
kokusudur. Burnum benim, en dirençli ortağım. Kulaklarımı bıraktığım yeri hatırlamıyorum.
Hatırladığım; eskisinden daha az duyuyorlardı. Aşina seslere karşı eşiğini yükseltmiş, onları algılamaya
gerek duymuyordu. Kulağım; dört harf, iki hece nota dökümü. Bakın şimdi hatırladım dostlarım;
boşlukta yayılan sesi sinerse bir ağaca diye, bir ağaç topluluğu içersinde barksız dolanır kulaklarım
benden gittiklerinden beri.
İçimdeki boşluklar azımsanmayacak kadar çoğalmış, diğer taraftan içimde taşıdığım o şey ise
beklemediğim kadar ağırlaşmıştı. Tüm hücrelerim şehrin ara sokaklarına dağılmış, becerebilenler
kendini gördüğü köşe başına çiviliyordu.
Geri kalanlar ise sokaklarda caddelerde insanların bastıkları zemini yumuşatıyor, onlara bir an olsa da
plajda yürüme hissi veriyorlardı. Fakat her adımlarında yüzlercesi yok oluyordu. İçimde taşıdığım o
ağır şey; bu sessizlikti. Saydamlaşmıştım, insanoğlu içimden geçiyor, fark etmiyordu beni. Geriye
boşluklarımı delen damarlarım kalmıştı, görüyordum onları. Havası alınmış bir lastiği andırıyorlardı.
Ruhumu çepeçevre sarmış, sıkıyorlardı. Ruhum sıkışıyor dostlarım. Sonrası soğuk, çok üşüdüm,
üşüyorum. Üşümek; sevdiğim kadını evine bıraktığımda dönüş yolunda edindiğim bir alışkanlıktı.
Şimdi de uyuyamadığım gecelerin birinde çok üşüyorum. Ve şimdi bu sessizlikte, benim duygularım
sözcüklerimin üzerinde kalıyor.