21 ARALIK, PERŞEMBE, 2023

“Hepimiz Doğar Doğmaz Zamanın Kucağına Veriliyoruz”

Aslı Ilgın Kopuz ile Zaman Zaman Güneşli romanı odağında ilişkiler, evlilik, aile, kadınların yalnızlık duygusu, mücadeleleri, çocukluğun yetişkin hâllerimize etkisi üzerine konuştuk.

“Hepimiz Doğar Doğmaz Zamanın Kucağına Veriliyoruz”

Aslı Ilgın Kopuz genellikle bulutlu, zaman zaman güneşli hayatlarımızı aile, ilişkiler, evlilik, çocukluk meseleleri odağında bir otopsi masasına yatırıyor. Gün geliyor bu otopsi masasından kalkamayıp, gerçekte neler olup bittiğini anlıyoruz fakat zaman her şeyin ilacı olmaya da biliyor.

Çeşitli mecralarda dış haberler editörü olarak çalışmışsınız ve hâlihazırda senaryo yazarlığı yapmaktasınız. İlk olarak 2019 yılında atıyorsunuz adımlarınızı edebiyat dünyasına. Edebiyatla olan bağınızı ne zaman fark ettiniz, nasıl başladı bu süreç?

Edebiyatla olan bağ dendiğinde aklıma ister istemez çok daha erken kurulan bir ilişki geliyor. Bir okur olarak edebiyatla ilk temasım babam sayesinde oldu. Babamın darbe koşullarında büyük bir kısmı ne yazık ki yitip gitmiş olan kütüphanesinden geriye kalan (yine de pek çok) kitaptan oluşan kitaplığı sayesinde, Füruzan, Sevgi Soysal, Fakir Baykurt, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Steinbeck, Hemingway, Zweig, Dostoyevski ve niceleri bir kol uzağımdaydı her zaman.

Yazmak ise benim açımdan kendiliğinden gelişen bir durum, esasen bir ihtiyaç meselesiydi. Yazmak her zaman söylemekten daha yakın, daha güvenli ve daha üstesinden gelinebilir bir yöntem olarak göründü bana. Hâlâ da öyle... Çocukluk ve ilk gençlik dönemleri boyunca sığınağım yazmak, ilk güvenli limanlarım da tuttuğum günlükler oldu.

Dış haberler editörlüğü yaptığım, sürekli metinlerle iştigal ettiğim, dünya haberlerini tercüme ettiğim dönemde, mesai dışında bir an önce eve dönüp sadece yazmak istediğim bir sürece girdim. Bunu tetikleyen tam olarak neydi bilmiyorum. Fazlaca bakmanın, görmenin, izlemenin bir birikimi veya dümdüz ilham diyebiliriz belki. Ama başlangıçta kitap yazmak gibi bir niyetim yoktu. Yazdıklarım da birbirinden bağımsız görünen, parça parça metinlerdi. Aşağı yukarı bir kitap oluşturabilecek hacme ulaştıklarında da bir kenara bıraktım. Neden sonra yakınımdakilerin de cesaretlendirmesiyle belli başlı iki yayınevine gönderdim dosyayı. Olumlu yanıt almadığımda üzüldüm elbette, ama çok da üzerinde durmadım, olmuyorsa olmuyordur dedim, hatta vazgeçtim. Yine de metinden kopamadım. Uzunca bir zaman boyunca o da benimle birlikte değişti, dönüştü. Nihayet onunla vedalaşma ve insanlarla paylaşma arzusu ağır bastı. Yitik Ülke Yayınları’na gönderdim, ilgilendiler ve böylece 2019 yılı sonunda ilk romanım Kış Salkımı yayımlandı.

Geçtiğimiz aylarda ikinci romanınız Zaman Zaman Güneşli buluştu okurlarla. Kış Salkımı ve Zaman Zaman Güneşli; iki romanınız arasındaki “temel fark” ya da farkların neler olmasını istediniz?

Kış Salkımı’nın yayımlanmasından kısa süre sonra pandemi patladı. Bir yandan ekonomik kriz bilhassa butik yayınevlerini iyiden iyiye zora soktu. Pandemi ve kriz koşulları hayatı, planları altüst ederken elbette ilk kitabım da bundan nasibini aldı. Öte yandan Kış Salkımı’nın yazılması ile yayımlanması arasında epey uzun bir süreç var. Ben bu sürecin sonlarına doğru yeni bir şey yazmaya başlamıştım. O zamanlar bunu bilmesem de yazmaya başladığım metin sonradan yeni romanım Zaman Zaman Güneşli’ye temel oldu. İlk kitaptan sonra yazmayı hiç bırakmadım. Pandemi sürecinde tam anlamıyla odaklanabildim, çok okudum, metnin üzerinde çok çalıştım. Birkaç kez silip baştan yazdım. Yıpratıcı ve trajik pandemi sürecinde yazdığım roman tutunduğum bir dal oldu diyebilirim.

​Her kitabın yazılma süreci, yazarın içinde bulunduğu fiziksel ve duygusal koşullar apayrı şüphesiz. Bu evreler arasında hiyerarşi kurmayı, kıyaslama yapmayı pek doğru bulmuyorum. Birbirine benzemeyen dönemlerde, farklı koşullarda, iki ayrı ben tarafından yazılmış iki ayrı metin olarak görüyorum kitaplarımı. İkisi arasındaki farklılıkları ya da varsa benzerlikleri benden ziyade okurun daha net ve doğru ifade edebileceği kanısındayım. Beni yeniden bir romanın başına oturtan sebep ise kuşkusuz yazmak, anlatmak, paylaşmak isteğiydi. Yazmak ve yazdıklarının başkaları tarafından okunmasının verdiği haz bir tür bağımlılığa yol açıyor sanırım.

Roman bittiğinde, evlilik, ilişkiler (Burada sadece evlilikteki ilişkileri değil, anne-kız, teyze-yeğen, arkadaşlık vb. ilişkiler adına) temaslar, ortaya çıkan duygular bağlamında evet Zaman Zaman Güneşli, hep değil maalesef, hep aydınlık değil diye düşündüm. Fakat romanın son paragrafında “İhtiyacın olan küçük bir zaman” diyorsunuz. Tüm inişlerine çıkışlarına, anlaşmazlıklarına, sevgi arayışına ve ilişkide yaşanılan tüm mücadelesine rağmen anlattığınız hikâye adına zaman en öne çıkan kavram aslında.

Hepimiz doğar doğmaz zamanın kucağına veriliyoruz. Ömrümüzün sonuna kadar da ona tabiyiz, ne kadar çabalasak da zamanın üzerimizdeki hükmünün dışına çıkmamız söz konusu değil. Gençlik dönemine kadar zamanın otoritesini çok hissetmiyoruz belki ama eninde sonunda bütün bir yaşamın zamanla bir nevi cebelleşme hâlinde geçtiğini anladığımız o an çok geçmeden geliyor. Şahsen zamanla her zaman sorunlu bir ilişkim oldu. Küçük yaştan itibaren anın geçiciliğinin bilincinde olmak ve bu yüzden ince bir sızı duymak bu sorunlu ilişkinin bir parçasıydı mesela. Çok mutlu bir anda bunun geçmekte olduğunu düşünmekten bahsediyorum ya da başkalarından farklı bir zaman mefhumuna sahip olmak, zamanın başkalarına göre çok hızlı ya da çok yavaş akması, bir yerlere yetişememek, bir yerlerde fazla duramamak ya da bir yerlere fazla erken gitmek, doğru sözlerin söyleneceği o doğru anları hep kaçırmak, gece yatağa girince on yıl evvel söylenememiş sözleri prova etmek gibi… Bunlara kimsenin yabancı olduğunu zannetmiyorum. Velhasıl bocalıyoruz, sarsılıyoruz, düşüyoruz, dibe vuruyoruz, yeniden ayaklanıyoruz ve yalnızca var olarak zaten başarıyoruz. Bütün bu hengamede küçük soluklanmalara, küçük zamanlara ihtiyacımız oluyor. Mucizevi bir şekilde bir sürü şeyin altından kalkabildiğimiz, bir sürü şeyi ve kendimizi tamir edebildiğimiz bir küçük zamanı ve elbette daha da fazlasını istemek, sahip olmak hakkımız şüphesiz. Dolayısıyla, evet, zamanın kucağında olmaya devam ettiğimiz sürece, kimi zaman güneşli kimi zaman gölgeli, mücadelesi daim ama aynı zamanda umutlu bir hikâye bu.

Çağdaş metinler için çok söylenen bir tespit; deneysel metin. Zaman Zaman Güneşli için deneysel bir kısa roman diyebilir miyiz? 

Yazarken şu tekniği veya bu üslubu deneyeyim diye planladığım bir metin olmadı Zaman Zaman Güneşli. Ama üstünde çok çalıştığım, çok değişen, kendini “dayatan” bir metin olduğunu söyleyebilirim. Hikâyenin yazardan talep ettiğini, yazarı bir üsluba, bir akışa, bir tekniğe yönlendirdiğini düşünüyorum. Kulağa doğru gelen söz gibi hikâyenin de istekleri oluyor yazarken. Kulak verip vermemek yazara kalmış. Deneysel bir metin olup olmadığını ise gerçekten bilmiyorum, bunu da okurun takdirine bırakıyorum naçizane.

Hikâyenin isimsiz kadın anlatıcısı, hikâyede geriye (çocukluğuna) hikâyede şimdiki zamandaki mutsuz evliliğine ve zaman zaman da geleceğe giderek anlatıyor hikâyesini. Mutsuz bir evlilik bu. Kadın sonsuz bir çabayla ilişkide farkına vardığı mutsuzlukları düzeltmeye çalışıyor. Tereddütler var bu süreç içerisinde korkular var, depresyon var, paranoya var. Erkek ise sadece sıkıldım diyebiliyor mesela hiçbir şeyi düzeltmek istemeyerek. Kadınlar olmaksızın, kadınların fark ettiği (veya edemediği) şeyler olmaksızın bir ilişki gerçek anlamda ilişki olamaz, diyebilir miyiz?

Zaman Zaman Güneşli’nin hikâyesini bir evliliği ve bir kadını merkeze alarak kurgulamış olsam da aslında mesele yukarıda da bahsettiğimiz, iç içe olduğumuz bütün ilişkiler ağı. Sadece evlilikte değil, sevgililikte olsun, aile, arkadaşlık ve hatta iş ilişkilerimizde olsun, bütün bu süreçleri, korkuyu, paranoyayı, depresyonu yaşayabiliyoruz. Bitimsiz bir çaba içerisinde bir şeyleri düzeltmeye çalışırken bulabiliyoruz kendimizi. Harap ve bitap düşebiliyoruz bu yüzden. Roman esas olarak bir evlilik ve o evlilik içinde sürekli bir çaba içindeki kırgın bir kadının hikâyesini esas alıyor. İlişkideki erkek karakterin umursamazlığı ve gücü ise temelde ataerkinin sağladığı avantajlara, bir yanıyla da kadının vazgeçmemesine dayanıyor. Ama dediğim gibi aslında bunları yaşamak için bir evliliğe ya da sevgililiğe gerek yok. Birçok ilişkide benzer hatta bazen neredeyse aynı türden yıpranmalara maruz kalabiliyoruz. Sanırım önemli olan bir ilişki biçiminin bize zarar verdiğini fark ettiğimiz anda bunu önlemeye, kendimizi korumaya yönelik adımları mümkün mertebe erken atabilmek. Velhasıl kadınların, “ilişkiyi gerçek kılmak” ya da ilişkide tek taraflı olarak “yapıcılık” “farkındalık” gibi zorunluluklarının asla olmadığı gerçeğini bir yana koyarsak, kadınların farkındalıklarının artmasının daha güzel bir dünyanın yapı taşı olduğuna inanıyorum.

İsimsiz kadın karakterimizin dışında deli var, kahin var, bir yazar var hikâyenin içinde. Şiirlerin de hikâye içerisinde sürekli dolaşması, deliliğin varlığı, kahinin farklı bir şekilde ataerki çağrıştırması, ayrıca kadınla sürekli çatışan bir anne, teyzenin bir yardımcı unsur, sonsuz bir destek, sevgi olarak yansıması. Kadının etrafındaki bu karakterleri konuşabilir miyiz? Hepsini bir arada düşündüğümüzde kalabalık bir etki alanı, dolayısıyla girift bir algı oluşturuyorlar bir derdi olan ve bunu çözemeyen kadının üzerinde.

Şiir metin boyunca karakterin derdini ifade edebilmek için kullandığı kurtarıcı bir araç. Zira çok pespaye veya kaba saba hâllerin bile şiir sayesinde hem zarafetle hem de bütün gerçekliği ve kuvvetiyle göz önüne serilebildiğini düşünüyorum.

Bu sorunuz tam da hikâyede anlatmak istediğim duyguya işaret ediyor. Bu ilişkiler yumağının - ki bunlar çok sevdiğimiz değer verdiğimiz insanlarla olan ilişkilerimiz bile olsalar - derdimize çare olmak şöyle dursun, bizi kuşatıp daha da çok sıkıştırması, alenen ya da zımnen bize sürekli sorumluluklar ve mecburiyetler dayatan mekanizmalara dönüşmesi… Toplumun, ailenin dayatmalarından oluşan bu çarkın dişlileri arasında yapayalnız kalışımız. Duygularımızı ifade edip, yeter diyecek, yardım talep edecek fırsatı ya da cesareti bulamayışımız… Kendimizi ortaya koyamayışımız… Derken nihayet ihtiyacımız olan o küçük zamanı çekip aldığımız an gelir.

Hikâye boyunca bize eşlik eden masalları çağrıştıran minik aforizmalar fragmanlar hâlinde karşımıza çıkıyor. Biraz hikâyenin –kurguyu da etkileyen- bu kısımlarından bahsedebilir miyiz?   

Masalsı ve fantastik bu fragmanlar hikâyenin erkek karakterinin yaşadığı serüveni anlatmanın uygun bir yolu olarak göründü bana. Dümdüz, doğruca anlatmanın hikâyeyi yavan kılacağını hissettiğim bölümlerdi bunlar. Bu parçalarda anlatıya masalsı bir filtre koymak iyi geldi bu yüzden. Zaten söz konusu bölümler, kadın karakterin erkeğin yol açtığı gerçeklikle başa çıkabilmenin bir yolu olarak kurguladığı fantastik evrenin bir sonucu.

Dış haberler editörlüğü, kitaplarınız, senaryo çalışmalarınız. Gerçekten tanık olduğunuz, gördüğünüz, yazdığınız hikâyelere baktığınızda dünyanın gidişatıyla ilgili umudunuz var mı? Pandemi sonrası neredeyse dünya savaşı benzeri sıcak savaşlar arttı, ekonomi berbat, belirsizlikler hiç olmadığı kadar dipsiz bir kuyu.

Dünya hiçbir zaman güllük gülistanlık bir yer olmadı maalesef, ama içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşadıklarımız, tanık olduklarımız gerçekten korkunç. Doğanın ve insan dahil tüm canlıların sömürü kaynağı olmak haricinde hiçbir değer taşımadığı bu düzenin sürdürülebilir olmadığı ortada. Doğanın insanlığa  kredisi çoktan tükendi aslında. Korkunç bir tablo çizip umutsuz konuşmak istemezdim ama ne yazık ki manzara bu. Görmezden gelince de yok olmuyor maalesef. Umutlu olmak günümüzde ciddi bir çaba istiyor. Yine de insanın yaşamaya devam edebilmek için asgari düzeyde de olsa umutlu olması gerekiyor sanırım. Şahsen, yıkan da yıkılan da insan ise günün birinde yaşatan olmaya karar vermesini umut ediyorum.

0
1753
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage