17 MAYIS, PERŞEMBE, 2018

Hatırlamak ve Jane

"Zihnine ansı, ansı  diye sesler gelen bir geceydi. Sense ansımamak için elinden geleni bir bir yapıyordun. Önüne bir metrelik bez açtın, boyamaya başladın. Renkler başka renkleri çağırdı, çizdiğin surette iyilik ve kötülüğü bilmenin ışığının büktüğü anı resmettin. Hepsini bir köşeye çektin, yere karın üstü uzanıp yazmaya başladın; olmadı, sesler gitmedi ve sen bir hikâyenin akışına kapılamadın. Uyumak istedin, gittin hap aldın. Bekledin. Uyku gelmedi. Yatak odanın içinde uçuyor, sonra yürüyor, sana ansı diyenlerle kavga ediyor, sonra bekliyordun. Kendi kısırdöngünü kusurca yarattın ve orada hapis kaldın." Jane Austen'a bir ev ziyareti.

Hatırlamak ve Jane

Alton istasyonunda indim. Chawton’a varan Gasport yolunda yürümeye başladım. Burası üç yolun kavuştuğu geniş bulvarından nadiren birinin geçtiği bir köydü. Gasport yolu yavaş adımlarla bir saatte kat edebilecek bir yoldu. Bense yolu iki saatte yürüdüm, etrafımdaki tek katlı evlerin geniş bahçelerine bakıp uzanıp atlarını keçilerini sevip köpekleriyle konuştum. Burada yürüdükçe niçin hep taşrada kalma arzusunda olduklarını anladım. 1808’de taşınılan bu masrafsız evi çeviren patikanın sağında kalan L şeklindeki, kırmızı evi uzaktan gördüm. Sonsuz çayırla kaplı, ağaçlarla, sakin evlerle bezenmiş bir yeryüzü köşesiydi burası. Çok ileride çıldırtıcı tepeler, uğultular... Yürüdükçe zihnimdeki görüntüler netleşti, o romanlarda yürüyen kim varsa artık nasıl yollarda yürüdüklerini biliyordum. O romanların neden dehşetli, karanlık, gotik yahut esrarlı atmosferlere sahip olduklarını. Mütevazı ve kırılgan.

Tuğlalarla örülmüş o güzel evin, çocuklukta resmini çizdiğim. Bahçe kapısından girdim. Bir teşekkürle borç ödemek için. Evin dışında, küçük işlikte, kuyunun ardındaki, domuzlarla tavukların yaşadığı küçük işlikte Cassandra eteklerini toplamış, domuzları doyuruyordu. Bana gülümsedi. Kız kardeşinin mutfakta olduğunu söyledi. Bahçeyi yürüdüm, koca ağacın yanından geçip eve girdim, hemen önümdeki merdivenlerden bir kat aşağı indim. Arkası bana dönük, ocağın önündeki tezgâhta ekmek hamurunu yoğuruyordu.

Ona ardından yaklaştım, bir elimi omzuna koyup diğer elimi hamura daldırdım. Hamurun içinde birleşen parmaklarımız. İkimizin de baş, işaret ve orta parmağı mürekkepli, orta parmak ortasından şişik. Başımı omzuma dayadım, öylece kaldık. Bunu tahmin etmezdim, ben ağlamaya başladım. Ocağın etrafına asılmış başak demetleri, ateşin rüzgârından hışırdıyor, boş taşlık mutfak ağlayışımla yankılanıyordu. Ellerimizi hamurdan çıkardı, bana sımsıkı sarıldı. Göğsüne başımı.

“Jane,” demeye çabaladım. O beni susturdu. Uzunca bir süre daha kollarında ağlamama izin. Sonra nasıl yukarı çıktık, nasıl o beyaz yatağa başımı koydum ve üstüm örtüldü… Şükür ki rüyasız uykuya Austenların bahçeli, altı odalı, ambara dönüştürdükleri tavan aralı evinde daldım.

Geldiğimde perşembeydi, ben pazara uyandım. Evde kimse yoktu, Bay Austen’ın peşi sıra hepsi yolun az ilerisindeki kilisede olmalıydı. Kalktım, onun elbiselerinden birini giydim. Bu beyaz, göğüs altında sıkılaşan, etekleri bol, göğsü oldukça açık, yarım kollu bir elbiseydi. Cassandra’yla uyudukları odadan çıktım.

Ufarak kitaplığın durduğu odaya girdim. Gurur ve Önyargı’nın, Emma’nın, Northanger Manastırı’nın, Lady Susan’ın el yazmalarının olduğu çekmeceyi açtım. Kâğıtların üzerinde ellerimi gezdirdim. Külahın üstünde top sektiren oyuncakla oynadım. Hugh Thomson’un çizimlerine göz gezdirdim, yığınla mektup buldum. Hepsini okumama imkân yoktu, ben de birkaçını göğsüme sakladım. Udolpho Kalesi’nin üstündeki parmak izlerinin üzerinden geçtim, Bayan Radcliffe’in imzasını ilk kez gördüm. Piyanonun durduğu oturma odasına indim, orada tekli bir koltuğa oturup Austenların dönüşünü bekledim.

Southampton’dan taşındıklarından itibaren, buraya yerleşene kadar neredeyse on yıl, onun hiçbir şey yazmadığını biliyordum. Yirmi beşinde üç koca roman yazıp doğup büyüdüğü evi anne babasının isteğiyle terk etmeye mecbur edildiğinde, artık aynı pencereden bakamayacağını düşünüp roman taslaklarını tahta bavuluna yerleştirmiş.

​Yarım perdeli camlardan, ailenin bahçeye girdiğini görünce diğeriyle karşılaşmamak için uyuduğum odaya koşarak çıktım. Biraz sonra o içeri girdi. Nihayet iyileştiğime, yanaklarımın kızardığına sevindiğini, bana süt, peynir ve ekmek getirmek için mutfağa gideceğini, benimse yatağa geri girip onu beklemem gerektiğini söyledi. İtaat edilmemesi olanaksız söyleyişine kulak verdim, yatağını ondan bir kez daha çalmak üzere yorganın altına girdim.

Döndüğünde elinde tepsiyi dizlerime bıraktı, beni lokma lokma doyurdu. Sonra yanıma uzanıp yorganı üzerimize kapadı. Birbirimize başucumuzdan girip yorganla kesilen ışığın altında baktık. Gözlerinin bademsiliğini, burnunun yamuk kısmını, etsiz yanaklarını okşadım. Ona bir şey söylemek istedim, herhangi bir şey. O açılmadan ağzımı kapadı, bana sarıldı. Bedeninden yükselen gücün hepsini bedenimle emdim.

Jane Austen'ın Chawton'daki Evi

Jane’i kavrayışım kısa bir yarıçapta gerçekleşti; bunun sebebi yazı masasının bir dirsek boyunu geçmeyen boyutundandı. Yuvarlak, ahşap, üç ayaklı masanın önünde durup konforunu bunca hiçe sayan kadının zamanı kullanışına hayran kaldım. Roman, ekmek yapmaktan, kuzenlerle uğraşmaktan, komşuları eğlemekten, domuzları beslemekten arta kalan zamanlarda sürdürülebilir bir anlatı biçemi sunduğu için ona uygundu. Ne zaman yazacağı belli olmazdı; bir haykırışın, bir kapı çalışının, bir dua zorunluluğun böldüğü anlarda her an bırakıp dönebileceği karakterlerine sahip çıktı. Kız kardeşiyle paylaştığı odanın pencere kenarında, sonra oturma odasının piyano yanı köşesinde, daha sonra holün güneş girmeyen gölgesinde konuşlandırdığı ufak masanın önüne çektiği sandalye. Bu kadar küçük bir masanın o büyük romanları nasıl var edebildiğine şaşırdığım her ânı eşsiz buldum.

Uzun ve iri Jane. Doğduktan sonra süt anneye verilmesinden, anasına uzak Jane. Papaz babasının işlettiği erkek çocuklarına özel okulun bahçesinde onlarla beraber ve onlar kadar. Çamur kaplı bacakların on dört yaşında, kadınla erkeği ayıramamanın saf ayrımında. Karışılan her erkek çocuk oyununda Catherine Morland’ı inşa edebileceğini bilmiyordu daha. Erkek okulunda büyümek onun erkeklerin beklentilerine karşı bir liste çıkarmasını sağladı mı? Şakalar, atlar, gizli sarhoşluklar ve yaşamın erkeklere bahşedebileceği bütün deneyim alanlarını kapsayan anlatıların düzleminde özlemini çektiği duygunun adını koymakta zorlanıyorum. Yatılı okulda öğretmen gözleminden sonra “hoşlanmadığım bir adamla evleneceğime bir okulda öğretmen (daha kötüsünü düşünemiyorum) olmayı tercih ederim” diyebilen dimağın zamansal bakış üstünlüğünün karşısında eğildim. Yine de anlayabiliyordum, bir kadın için tanımlanan “çok çalışmak, hayvanlara ve hizmetkârlara iyi muamele etmek, ihtiyatlı davranmak, şüpheye düştüğünde annesine danışmak” hususlarında denilene ne kadar sadık olduğunu. Reveranslarını adabıyla yaptığını, bunları hiç aksatmadığını, yine de aile dostları arasında geleneksel kızlık kalıbına uymadığı için hor görüldüğünü. Ne kadar iyi bir şeydi. Bunca kemikleşmiş kural arasından başını çıkarıp onu dimdik tutabilmek.

Badem gözlü Jane. Onu da babasının doğurduğunu düşünmeme sebep olan hikâyeler anlattı bana. Hikâyeler karalayıp aile arasında ya da tanış toplantılarında yüksek sesle okuduğunda hayranlıkların büyümesinden sonra, nasıl masasına oturup daha nitelikli şeyler yazmaya çalıştığını. Bir yazar olmak hayalinin zamanla bir talebe, sonra da dirence dönüştüğü o hayati anda, en büyük desteğin babasından geldiği gerçeğine öyle tutundum ki, Bay Austen’ı bulsam dizlerine başımı koyup belki bir iki damla gözyaşı dökecektim. Hikâyesini yazdığı defterin ön yüzüne zarif övgüsünü yazan babası. “İçinde tamamen yeni bir üsluba sahip hikâyeler barındıran, çok genç bir kızın kaleminden çıkma hayal gücü taşkınları.” İyi baba, güzel baba. Kütüphanesini sansürsüzce kızına açan baba. Dr. Johnson’ı ve Samuel Jackson’ı kızına sunan baba.

Yine de para, para, para. Bir kadının evli olmadığı sürece kendi yaşamını idame ettirmesine ailesi çokça zengin olmadığı sürece izin verilmeyen dünya. Evliliği bunca reddetmesini sordum. Bana tutkudan ve parçalayıcı aşktan bahsetti, bunu soluk benizli erkeklerde bulamadığından ve içindeki coşkunun zayıfça karşılanmasındansa kaldığı yerde katılaşıp gitmesinin daha sahih olacağından. Büyük bedensel hazları karşılamakla karşılamamak arasındaki saydam doygun noktadan.

Köy dansları, salonlar, birbirleriyle dans eden kızlar. Jane, dokunuşun büyüsünü tartmayı bu danslarda tecrübe ettiğini anlattı bana. Bir araya gelen avuçlarda biriken elektriğin etten çıkıp zihne girdiği nadir anları yakalamak için bir ömür harcanmasının gaddarlığından dem vurdu. Oysa avucunda titreşimi hissettiği çok hoş anlar yaşamış, onlarla çimenliklere gitmek istemiş ama yalnızca başını eğip kız kardeşlerinin bakışları altında partnerlerine selam verebilmişti. Bu birikmiş libidonun bastırılırken yine adaba uygun ifade bulmasıydı. Birleşme, küçük aidatlar ödeyerek kayıt olunan balolarda ellerle mümkün olabiliyor, buna biraz göz biraz da inip kalkan göğüs eşlik edebiliyordu. Hâlbuki o kucaklanmak isterdi, ani ve sert, boynunun koklanmasını, saçlarının hızlıca çekilip dudaklarına kapanan dudakların ısırışında kan tadı almak. Sivri dilini bir kez de öpüşmekte kullanmak.

Biri onun için kumral ve güzel dedi, bir başkası açık kahve tenli, büyük kara gözlere parlak bir tene sahip olduğunu aktaranlar oldu. Uzun mu uzun siyah saçlarının dalgalanışını tasvir etti biri ve bir başkası onun inatçı olduğunu söyledi. Kim ne derse desin o kadınların güzel tarafından var olmuştu. İçinde hazmedip yaşayamadığı ne varsa, o zamanın kurallarına uydurarak yaşamasını bilen bir kadının güzel olmadığını kim söyleyebilir?

Jane, yuvarlak yüz. Kız kardeşi Cass’in ondan hep daha güzel atfedilmesinden dolayı gocunmayan. Üstüne başına dikkat etmeyen, modayı umursamayan, arkada toplanacak kadar saç bırakıp önündeki bukleleri kısa kestirmeyi uygun gören, gönlü dilediğinde saçlarını bir kepin içinde toplayan, hızlı ve basit. Domuzlara daha çabuk koşuş.

Onunla ilgili yazılmış her şeyi okumuştum. Kati karar onun “pek de güzel” olmadığı üzerineydi. Bense, dirsek yarıçapındaki yuvarlak masasına oturmuş, sırtını kamburlaştırmış, her an su çekmeye, bahçeyi tırmıklamaya, yahut keçileri sağmaya çağrılacak kadının yazarkenki kalem ahengine kapılmış, iki mememin ucundan kopup havaya dağılıveren bir aşkın tasvirini var etmeye. Ona arkadan sarılırken şöyle sormayı tahayyül ettiğim günler geçti: “Bir tek Bay Lefroy’u mu sevdin Jane?”

Belki ilk olduğu için evet. Öpüşün ilk tutkusu, dudaktan dudağa aktarılan titreyiş, sıvıyla geçen heyecan. Geceler boyu onu çıplak hayal edip bedenlerin birleşmesine dair hayal kurmaktan ileri gelen bir ruhsal özleyiş. Mesafeler, ailesel durumlar ve değişen çağın dinamiklerinden belki, bir araya gelemeyişlerinde kadere suç atfetmemişlerdi. Yıllar sonra ilk aşkının kızının adını Jane koyduğunu öğrenince kalbi sızlamadı.

​Sonra da öpüşe teslim etmedi dudağını. Yayıncıya romanını yollayan babasının kucaklayışı olmasa belki ilk reddedilişini de böyle çabuk atlatmazdı.

Bir kadın için yazı ne zaman elzem hâle gelir? Nedir kâğıda ve kaleme bunca tutunmanın ölçüsü, henüz yirmi dördündeyken dört roman yazmış olup geleceğin klasikleri arasına katabilmek hangi kısırlaştırılmış itkilerin çerçevesinden geçer? Aslında feda edilen nedir ve vazgeçilenin yerine hikâye mi konmuştur? Avunmak mıdır yazmak yahut başkalarını kendine ait farklı personalarda, yaşanamayan hayatlarda konuşturmak? Kız kardeşine şöyle yazan bir Jane’im vardı benim: “Bence çok revaçta değilim. İnsanlar mecbur kalmadıkça bana teklifte bulunma eğiliminde değiller. Bir beyefendi vardı, benimle tanışmayı çok isteyen Cheshirelı bir subay, çok yakışıklı bir genç adam. Ama fazlaca zahmete katlanacak kadar istemediğinden bunu gerçekleştiremedik.”

Aston’daki günlerim boşlukta vızıldayan sineklerin ahesteliğinde geçerken, ben onu ilk okuyuşumdan, sonra ilk kavrayışımdan daha da sonra teoriyle birlikte ona yaklaşmamdan ileri gelen yarı öfkesel yarı sitemkâr sorularımı içimde biriktiriyordum. Bay ve Bayan Austen’ın, Cass’in ve diğer erkek kardeşlerin evde olmadığı bir akşamüstüydü. Piyanonun yanındaki koltukta oturmuş pencereye bakıyorduk. Boğazımda düğümlenen sorunun katılığını yutkunamadım ve ona dönüp sordum:

​“Niçin kadın hakları konusunda sessiz kaldın? Eylemlerinle manifeston birbirini tutmuyor. Erkekleri reddediyor, evliliği aşağılıyor, kazandığın parayla, sattığın romanla yaşamaya çalışıyorsun. Ama çıkıp da bu konuda hiçbir şey söylemiyorsun. 1792’de Mary Wollstonecraft’ın ülkeyi birbirine katan Kadın Haklarının Gerekçelendirimesi’ni okumadığına ya da oradaki argümanları desteklemediğine inanmak istemiyorum. Ve senin bu metinden yıllar sonra özgür karakter yaratmaya çabalarken kadın haklarına dair sessiz kalmanı kendime yediremiyorum.”

Durdu. Uzunca bir sessizlikten sonra: “Bunlar bir rahip kızına göre şeyler değildi; özgürlük alanını belirlemek kadının sessizlikle kabul ettiği coşkulu yenilikleri içinde sindirip zihnine hapsetmesiyle mümkün, olabildiğince karaktere yansıyan bir yapı kurmaya mecbur. Çıkıp da bir manifesto yazamazdım, senin bakışınla benim zaman ağım örtüşmüyor ve ben sohbet aralarında geçen ‘Jane de pek kadın haklarını savunmaz’ cümlesinin çiğliğini yüzyıllardır duyuyorum. Günlük hayatın yükünden korumak küçük masayı, benim derdim buydu. Bir andı. Kendime ait. Onun peşinde koşmaktı dert. O sakin geceyi yakalayabilmekti.”

Sonra şöyle dedi: “Suskun kaldığım şeylere dair isyankâr metinler yazmadıysam bu onlara karşı çıkmadığım anlamında algılanmamalı. Çünkü 19. yüzyıl’da suskunluk biraz da karşı çıkmak demektir.”

Ona hayatını anlattırmak istemiyordum. Ne zaman nereye gittiğini, nasıl büyüdüğü yerden taşınmak zorunda bırakıldığını ve sırf bu yüzden on sene boyunca hiçbir şey yazamadığını, romanlarını bir tahta bavulda oradan oraya taşımasının güçlüğünü, hiç sevişip sevişmediğini, ölümlere karşı nasıl metanet içinde kaldığını, babasını kaybedince kendini de nasıl kaybetmiş olduğunu. Benim karşımda duran kırklarında bir Jane’di, ölmesine az vakit kalmıştı. Ben onun beyaz keten elbisesinin robadan bağlanan yerinde kıvrılıp uyumak isterken göğsüne ne kadar yakın olursam onu o kadar iyi tanıyabileceğimi düşünüyordum. Hâlbuki pek basitti, masanın başına geçmediği anlarda onu Chawton’un diğer kadınlarından ayırmanıza imkân yoktu. Sıradan işleri sıradan bir şekilde görmesinde yaratıcılığa dair bir iz bulamazdınız. Oysa, o komik masanın başına geçtiğinde başının üstünde yepyeni evrenlerin toz bulutu hâlinde patlayıp var olduğuna dair güçlü savlar sunabilirdim. Yazarken onu uzaktan izlemiştim.

Onun yazmasında, daha önce karşılaştığım yazarlarda bulamadığım gizil bir ânın kutsala yaklaşan dalgalanışını gördüm. Bunun kadın olmaya özgü bir şey olduğunu anladım ve orada yazanın başına halelenmiş, egodan yoksun, sadece özgürlüğe susamış var oluşu gördüm. Gurur ve Önyargı’nın yirmi yaşında bir kadın tarafından yazılmasının ne kadar geciktiğini gördüm. Deneyim alanından dışlanmış hemcins, hepcins, çokcins olarak kendini nasıl ifade ettiğini ayırdım; cümleyi öbeğine, oradan geldiği dil kolunun etimolojik kökenine böldüm. Ekmek yoğururken kalem tutmanın ortak bileşkesinde hamuru ezen parmağın nasıl sözcüğü de ezebildiğini gördüm. Her sabah saat dokuzda ailesine kahvaltı hazırlayan Jane’nin düşünden nasıl uyandığını, varlığını kendi evinden nasıl silmeye çalıştığını gördüm. Yazarken yazmamış gibi davranmayı düstur edindiğini gördüm. Onun için şöyle diyen birini işittim: “Kendi aile çevresi dışında hizmetkârlar, ziyaretçiler ya da herhangi biri yaptığı işi anlamasın diye dikkatli davranıyordu. Kolayca ortadan kaldırılabilecek ya da kurutma kâğıdıyla üstü kapatılabilecek kağıtlara yazıyordu. Ön kapıyla çalışma odaları arasında gıcırdayan bir kanatlı kapı vardı fakat bu küçük rahatsızlığın giderilmesine itiraz etti çünkü birisi geldiğinde bu sayede haberdar olabiliyordu.” Kulağı hep tetikte olmanın vajinayla doğrudan ilişkisini tanımlamaya çalıştım. Yargılamanın handikaplarında Jane’i bir kez daha tanıdım. En ufak çıtırtıda yazılarının üstüne elini koyan kadını gördüm. Bu kadın yaşadığı yeri aşıp küçük köyleri geçmiş, kıtaların kıvrımlarına kafa tutup hemcinslerine cesaret aşılamışsa, ben de onun bazen tıkanan göğsünü ve bizzat kendi elleriyle yolduğu saçlarının tellerini gördüm.

Gördüm, yalnızlık için beslediği hasreti, odasız, kendine dokunmak için ömür boyu fırsat kolladığı çimenlere yayılmış anlarını. Benim için açtığı yolu, patikasından şehvet taşan eğri büğrü, bastırılmışın öfkesinden yürüyeceğimizi gördüm. Aynı hikâyeyi aynı şekilde aynı cümlelerle anlatacağımızı, coğrafyanın dağılgan denkleminde aklıma eşledim. Bir kadının kadın olmakla ilgili anlatacaklarının kendini tekrar ediyor oluşuna suç bulamadım. Yazarlığını sır olarak korumak için yıllarca mücadele eden Jane’in ardına sığındığı isimleri dünya kadınlarına dağıttım. Parmakla gösterilmek ve dışlanmak arasında kaldım. Cevap veremedim gazetelerde çıkmış yazılara ve Jane’in omuzlarından tutup ona fısıldayamadım gelecekte olacakları. Onun olduğu gibi. Onun kendince çizdiği çizgide, değiştirmeden kadının yazgısını. Buna müdahale etmeye kendimde güç bulamadım. Bir kadına mal edilemeyecek zekâda romanlar yazdığını söyleyen eleştirmenleri gece uykusunda yakaladım ben de, onları saçlarımla boğdum.

Gece ateşi arttığında ölümün kıyısında durup bakan Jane’in vasiyetini ben de okudum: 84 pound 14 şilin ve hepsi yazmaktan kazanılmış, kız kardeşine bıraktığı. 1816’da zorlukla kendini var eden bir kadın yazarın mirasını bugüne uyarladım ve 5090 pound’luk birikiminin karşında diz çöktüm. Bu, bugünde, benim ülkemin herhangi bir kadın yazarının ömrü boyunca kazanabileceği tutardan çok fazlaydı.

Dünyada küçük bir masanın kapladığı alana sahip olmanın bir cinsin kaderini nasıl değiştirebileceğini Austenlarla kaldığım günlerde öğrendim. Kalın kitapların erkeklere mal olmayacağı bir evrenin mümkünlüğünde o evde güzel uykular uyudum. Orada bu kadar uzun kalmamın sebebini sonra, Alton kırsalından ayrılırken anladım: Benim Babil Kulem. Onun yeniden inşası lazımdı, bunun için bir cesaret lazımdı. İçimde konuşup susan dillerin çevirisi için dişi bir ağız lazımdı, kafa tutmak için iktidara baskı altında kendini ifade edebilmiş kalemin hükmü lazımdı. Bir yandan kendimi parçalarken diğer yandan yazmak için yüreğime kor lazımdı.

​Göğsündeki ağrılarla terk ettim onu. Son yoğurduğumuz ekmek hamurunu fırına verdim. Piştiğinde ekmeği yanıma alıp kırmızı evden sessizce ayrıldım.

Görseller: Darya ShnykinaTonet Perez

0
12573
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage