Saša Stanišić’in farklı olmakla dışlanmak arasındaki çizginin ne kadar ince olduğu gösterdiği, gerçekliğin kâbusuyla yüzleşmeye ve cesur olmaya davet ettiği romanı Kurt üzerine bir yazı.
“Kitaplarda sevmediğim de bu, bitmeyen mutlu sonlar meselesi. Çünkü, düşünün bir kez, gerçek hayatta böyle mi olur? Sonlar nasıl sonlanır gerçekte?”
Geçtiğimiz mart ayında Can Çocuk, uzun zamandır Türkçe yayımlanmasını beklediğim, orijinal dilindeki kataloğunda yekten göze çarpan o iddialı kitabı yayımladı: Kurt. Nitelikli okurların fazlasıyla doyduğu, fakat asla eskimeyen, bir konuya sahip olsa da (akran zorbalığı) genel tasarımı, kurgusu ve üslubu itibariyle ilgi çekici ve okumak için hiç şüphesiz şans verilmesi gereken bir kitap Saša Stanišić’in Kurt'y.
Daha kapaktan hardal sarısıyla “bana dikkatli bak” diyen bu kitap iki renk resimlenmiş, Türk okurların Görünmez Uli ve Bezelye Çorbası Dedektiflik Takımı kitaplarıyla aşina olduğu Regina Kehn tarafından. İllüstrasyonlar gücünü siyah-sarı uyumunun yanı sıra minimal çizgiselliğinden alıyor. İllüstrasyonların genel dağılımı ve dinamik yerleşimi de başarılı bir örnek sunuyor. Bu yaş grubu ebeveyninde olan “aman resmi az, metni bol olsun” genel algısını kırarak illüstrasyonlara bu kadar alan tanınması, kitabın da yayınevinin de vizyonunun bir kanıtı.
Öncelikli 10-14 yaş grubuna hitap eden bu kitap, yaz tatilinin başında annesi çalışmak zorunda olan bir çocuğun okulun organize ettiği orman kampına el mahkûm gitmesiyle başından geçenleri anlatıyor. Ama elbette bu kadarla sınırlı değil…
Ana karakter içe dönük, çok da sosyal olmayan bir çocuk. Annesi, orman kampına katılmak için can atan sınıf arkadaşlarından bahsettiğinde, oralı olmayışından anlıyoruz. Annesinin uzattığı broşürün aksine o bunu bir macera olarak değil, bir eziyet olarak görüyor. Ormandaki bilumum böcek türü de cabası, bilhassa sivrisinekler. Fakat tüm ergenliğine rağmen, tek başına ebeveynlik yapan annesinin çökkün omuzlarının farkında, uzatmıyor.
Seyahat günü yeni karakterlerle tanışıyoruz: En az ana karakter kadar kendi hâlinde olmasına rağmen sıklıkla alay konusu olan Jörg, sınıfın zorbaları Marko ile Dreschke ikizleri ve diğerleri. Uzun süren bir otobüs yolculuğundan sonra sonunda herkes kamp alanında toplanıyor ve ardından bungalovlara dağılıyor. Sona kalan ana karakter ve Jörg oda arkadaşı oluyor (elbette).
Kitap boyunca ana karakterin başka başka özellikleriyle tanışıyoruz. Örneğin, gülümseme uzmanlığı: İçten, sahte, rahatsız edici ve huzurlu gülümsemeleri ayırt edebiliyor. Bunun yanı sıra sıklıkla birçok şeyden şikayetçi ve zor biri. Ancak kendince o, fazlaca yetişkin konularına meraklı. Ayrıca okumaktan ve hayal kurmaktan keyif alıyor. Her şeyden öte, pek çokları gibi Jörg’ün zorbalığa uğramasına sessiz kalmış biri. Ancak onun için bu “tatil” beklenmedik bir arkadaşlığın başlangıcı ve bir mihenk taşı oluyor. Geceleri ona bir kurt musallat oluyor: Sarı gözlü, kana susamış bir kurt. Jörg’e yapılan zorbalıklara karşı çıkmadığı her an gitgide yakasına yapışıyor.
Uzun süredir sırf diğerlerinden farklı diye zorbalığa maruz kalan Jörg için de durum benzer. “Birini küçük görmeye alışınca böyle oluyor. Onu tanımaya zahmet etmediğin için asla ciddiye almıyorsun”, diyor ana karakter Jörg için, onun hiç farkına varmadığı harika özelliklerini keşfettikçe: Yardımseverliği, trekking becerisi, resme yeteneği… Ve Jörg bu tatilde bir yolunu bulup zorbasıyla baş etmeyi öğreniyor, ana karakterle arasında gelişen arkadaşlıktan da aldığı destekle.
“Kim bu ana karakter yahu?” diye sorabilirsiniz pekâlâ ama şimdiye dek bu şekilde bahsetmemdeki sebep, isminin kitabın sonuna dek açıklanmaması. Yazarın bilinçli tercihi belli ki. Belki ben, belki siz, belki çocuğunuz, belki de sadece ana karakterin ta kendisi.
Kitap pek çok açıdan kuvvetli bir orta yaş grubu kitabı. “Önyargı” kavramını birçok yardımcı unsurla (Jörg’ün kulakları fazla büyük ve diğerlerinden farklı diye zorbalığa uğraması, ana karakterin annesinin bekâr olması) her defasında okurun karşısına sorguya çıkarıyor. Bir yandan yazarın kurgunun içine yedirdiği küçük ama önemli kültürel, sosyal ve tarihsel unsurlar var. Çocuk yetiştirme modeli örneği bunlardan biri: “Annem bana asla yardım etmez. Çantamı kötü yerleştirmemi büyümenin bir parçası olarak görüp doğru bulur.” Bir diğeri, Almanya’da yaşayan Türk göçmenler: “Tatillerini büyük olasılıkla Türkiye’de, büyükanne ve büyükbabalarının yanında geçiren Emir, Eset ve Özlem hariç.” Bir başkası, Almanya’nın karmaşık yakın geçmişi: “(…) gitarı aşçı kapıyor, Doğu Almanya’daki sosyal konutlarda geçen zorlu çocukluğundan kalma heavy metal parçalar çalıyor.” Öteki, boşanma: “Bazı hikâyeleri hayattakinden daha iyi olarak hayal edemiyorum. Annemle babamın hikâyesi asla iyi bitmez. En iyisi de ayrılmış olmalarıdır.” Bir başkası, iklim krizi ve ormansızlaşma: “İnsanlar hem pislik yaparlar hem de bu yüzden burunları pislikten kurtulmaz.”
Üslubun çocuk/ergen bakışıyla eş, zorlamadan uzak, samimi olması, yazar Saša Stanišić’in bu yaş çocukları ne kadar iyi gözlemlediğinin ya da basitçe, ciddiye aldığının bir kanıtı niteliğinde. Tüm bunlara bir de anlatıcı olan ana karakterin adeta imzası olmuş (öz)eleştirel ironisi eklenince, okur geçekten de gül(ümse)meden edemiyor. Okuma serüveninde çocuğuna eşlik eden ebeveyn, ki bence bir an bile tereddüt etmeden birlikte okumaya koyulun, belki yazarın Türkçe yayımlanmış yetişkin kitaplarına da bir göz atmak ister böylece. Şahsen ben yapacağım.
Yaş arttıkça çocuklar da okuma heveslerini yitiriyor ister istemez, tüm o sorumluluklar ve hayat koşturmacasında. Biz yetişkinler çok mu farklıyız sanki? Ancak Stanišić öyle bir anlatı ve üslup tutturuyor ki sayfaları ardı ardına, aç bir kurttan farksız çeviriyorum. Kitabı eline alıp şöyle bir göz gezdiren ebeveyn ilkin şöyle düşünebilir: “Ama bu kitapta resim çok, satırlar fazla aralıklı, sayfa sayısı az…” Hayır, bırakın çocuğunuz zihnine layık, onun dilinden konuşan, onun problemlerini anlatan/anlayan bu ferah ferah tasarlanmış kitabı okusun. Zaten böyle böyle okuma zevkini tadacak, bir yenisine merak ve heyecan duyacak.