Şifa Girinci ile Berlin Mengerzeile’de gerçekleşen, ekolojik direnç, toplumsal dayanışma, görünmeyen şiddet ve mücadele ruhuyla örülen konuları irdelediği sergisi “Parcel Parcel” üzerine konuştuk.
Şifa Girinci, Berlin Mengerzeile’de gerçekleşen “Parcel Parcel” sergisi ile kömür madenciliği, kamulaştırma, yerinden edilme ve ekolojik yıkım gibi ağır toplumsal meseleleri, kişisel tanıklıkla örülmüş bir hafıza arşivine dönüştürdü. Girinci, doğup büyüdüğü Muğla’nın Tınaz Köyü’nde 17-18 yaşlarında deneyimlediği yerinden edilme sürecinden yola çıkarak, Güney Ege ile Kuzey Ren-Vestfalya arasında görsel, mekânsal ve politik bir köprü kurdu. Ekolojik direnç, toplumsal dayanışma, görünmeyen şiddet ve mücadele ruhuyla örülen konuları irdeleyen “Parcel Parcel” sergisi, olan şeylerin tanıklığı ile birlikte, zeytinliklerin yok olma tehlikesi ve maden ocakları arasındaki yeni yasayı da irdeleyerek geçmiş ve bugün arasındaki durumları araştırıp daha iyileştirici, toplumsal fayda odaklı ihtimalleri ve her durumda doğanın egemen varoluşunu tartışmaya açtı.
Berlin Mengerzeile’de gerçekleşen "Parcel Parcel" sergisinde kömür madenciliği, kamulaştırma ve ekolojik yıkım gibi ağır konuları sanat ve belgesel temelli önemli bir araştırma olarak sunuyorsunuz. Bu projeye sizi yönlendiren temel yaklaşım neydi? Bu coğrafi ve politik hatlarla nasıl bir kişisel ya da toplumsal bağ kuruyorsunuz?
Bu coğrafi ve politik hatlarla kişisel bir tanıklığım ve hafızam var. 2005 yılında başlayan ve doğup büyüdüğüm Muğla’nın Tınaz Köyü ile çevresindeki birçok yerleşimin kömür madenciliği nedeniyle boşaltılması sürecine birebir tanık oldum. Kamulaştırma süreçleri, zorla yerinden edilme, yaşam biçimlerinin ve ilişkilerinin yok oluşuna ve doğanın sistematik şekilde yok edilişi gibi çok katmanlı bir yıkımı içeriden deneyimledim. “Parcel Parcel” isimli kişisel sergim, bu tanıklığın bir sonucu olarak uzun zamandır planladığım bir sergiydi. Küresel bir meseleye içeriden tanıklık eden biri olarak bu sergi, sadece bireysel hafızamın değil, aynı zamanda kolektif bir belleğin görsel ve mekânsal bir temsilidir.
Kişisel geçmişten de gelen bilgilerle birlikte sergide yer alan eserlerden bazıları, haritadan silinmiş yer isimlerini görünür kılıyor. Bir yerin adının silinmesi, sizce bir hafızanın da silinmesi anlamına mı geliyor? Bu kaybı üretiminizde nasıl yeniden yazmak, var etmek mümkün olabilir?
Evet, bir yerin haritadan silinmesi sadece fiziksel bir kayıp değil, oradaki yaşam biçimlerinin, üretim ilişkilerinin, kültürel hafızanın ve insan-doğa ilişkilerinin de silinmesi anlamına geliyor. Bu kaybı yeniden yazmak benim için bir gereklilikti, bu çok katmanlı katliamı yeniden yazarak hatırlamak, hatırlatmak gerekliliği. Bu nedenle sergide, Güney Ege ve Kuzey Ren-Vestfalya bölgesinden haritadan silinmiş bazı yer isimlerini birer “anıta” dönüştürerek toplumsal bir hafıza yaratmak istedim. Mekânsal yerleştirmeler aracılığıyla, toprak altına gömülen bu hafızayı yeniden yüzeye çıkarmayı, yeniden kurmayı hedefledim. Görsel dil, burada bir tür arkeolojik araç gibi işliyor.
Kamulaştırma süreçlerinde yalnızca toprak değil; toplumsal hafıza, gündelik hayat ve ekolojik döngüler de el değiştiriyor. Sizce sanat bu çok katmanlı kaybı nasıl temsil edebilir ya da onarabilir?
Sanat bu kaybı görünür kılma ve duygusal düzlemde izleyiciyle buluşturma konusunda güçlü bir araç. Sadece görünür kılmak yetmiyor. Bu yıkımı çoklu disiplinlerle ele almak, sanatın bir acil durum masası gibi çalışabileceği fikri benim için önemli. Yıkımı görünür kılmak yetmiyor, çözüm yolları üzerine de düşünmeye alan açıyor. Doğanın kendini yenileme çabasını ve insan hafızasının direnişini birlikte ele alıyorum. Sanat bu bağlamda, doğayla birlikte iyileşme potansiyelini taşıyan bir mecra olabilir.
Türkiye’nin Güney Ege’si ile Almanya’nın Kuzey Ren-Vestfalya’sı arasında nasıl bir paralellik kuruyorsunuz? Madencilik politikalarının ortaklaştığı noktalar neler sizce?
Her iki bölgede de kırsal alanlar hedef alınıyor. Üretimde aktif olan köylerin zorla boşaltılması, kuşaklar arası kültürel aktarımın, doğayla kurulan bağların sermaye uğruna kesintiye uğratılmasını görüyoruz. Rant ve kâr için yerinden edilme ise en acı tarafı... Kuzey Ren-Vestfalya’da direnişlere uluslararası bir destek var, dünyanın farklı yerlerinden aktivistler direnişe destek veriyor. Bu da mücadelenin kolektif yapılara ne kadar ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Güney Ege’de ise çoğu zaman yerel halk, devlet ve özel şirketlerin baskısı altında ağacını, evini, binlerce yıllık tarihini, yaşadığı coğrafyayı korumaya çalışıyor. Mücadele ve kayıplar benzer, fakat direniş sürecini yönetmede uluslararası destek ve hukuki süreçlerin işleyişi kısmında farklılıklar var.
Sergide yer alan videolar, araştırma sürecinin kaynakları olarak işlev görüyor. Araştırma ve sanat üretimi arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz? Belgeselci bir tavırdan ayrıldığınız ya da ona yakınlaştığınız yerler nereler?
Araştırma sürecine kaynaklık eden video, belgesel ve yayınları sergiye eklememin sebebi, bu yıkım süreçlerini ve sonuçlarını, yaşanılan travmaların, kayıpların boyutlarını yerel halk ile yapılan röportajlardan çok daha iyi anlıyor olmamız. Araştırma süreci üretimimin bir parçası, küresel güncel meseleler sanat pratiğime yön veriyor ve sergilerde bu süreci izleyiciye açıyorum. Mekân içerisinde belge niteliği taşıyan araştırma süreçleri için özel bir alan ayırıyorum ama onları eser olarak değil, düşünsel zeminin bir parçası olarak kurguluyorum. Belgesel tavır, bir yöntem olarak değil, bir tanıklık biçimi olarak sanatsal pratiğimle iç içe geçiyor. Bu nedenle, işlerimde araştırma ve yaratım süreçleri birbirine paralel ilerliyor.
Doğanın kendi kendini yenileme çabası, üretimlerinizde hem görsel hem de kavramsal bir motif olarak öne çıkıyor. Bu direnç hâlini nasıl yorumluyorsunuz?
Doğanın bu direnci benim için umut demek. Tüm bu kıyıma rağmen toprağın altından çıkan bir filiz, tozla kaplı bir coğrafyada var olmaya devam eden bitki örtüsü, sanat pratiğimde tekrar tekrar kullandığım motifler. Revived Memory adlı yerleştirmede, kömür içerisine yerleştirdiğim bitkilerin olumsuz koşullar altında yaşamlarını sürdürmeye devam etmeleri, kuruyup sonra yeniden yeşermeleri bu döngünün somut örneği oldu. Bu direnci görünür kılmak, izleyiciye kayıp hissinin pasifliğine karşı aktif bir karşı duruş ve direnme zemini sunuyor.
Sergide mekâna özgü yapıtlarınız da yer aldı. Burada mekânla kurduğunuz ilişki nasıl şekillendi? İzleyicinin mekânsal farkındalığını nasıl dönüştürmeyi hedeflediniz?
Mekân, anlatının zeminsel bir karakteri. “Parcel Parcel” sergisinde mekânı ikiye bölen hafif bir yükseltiyi, bir ova kesiti olarak yeniden kurguladım. Bu kesit hem coğrafi hem de metaforik bir eşikti. Haritadan silinmiş yerleşim yerlerine ait Google Earth görüntülerinin soyutlandığı resimler, yer isimleri, kömür ve bitki yerleştirmeleriyle birlikte bu kesitin üzerine yerleştirerek serginin akışına yön verdim. Yükseltinin bir tarafında izleyiciye araştırma alanı sunan belgeler, belgeseller, videolar ve yazılı kaynaklar yer alırken, diğer taraf ise mekânsal yerleştirmelerle deneyimsel bir yüzleşmeye açtığım bir alan oluşturdum. Süreçle sonucu, gerçeklikle temsili birbirine bağlayan geçirgen bir kurgu inşa ettim. İzleyiciyi hem yakın hem de ulaşılamaz olana temas etmeye; yerinden edilmiş bir hafızanın, mekân aracılığıyla yeniden kurulabileceği, hatırlamanın, karşılaşmanın ve direnişin yeniden mümkün kılındığı bir alan olarak kurguladım.
Sergide sıklıkla “görünmeyen şiddet” temasına da yer verdiniz. Sizce doğanın sessizce yok edilmesi, hakların talan edilmesi toplumsal anlamda nasıl bir şiddet türüne denk düşüyor?
Bu, görünmeyen ama derin bir şiddet. Sessiz yürütülen yıkım ve yasal olmayan işgal hem doğayı hem toplumu hedef alıyor. Doğal kaynakların gaspı, insanları göç etmeye zorlayan kamulaştırmalar, binlerce yıllık tarihin ve kültürel hafızanın silinmesi… Bunların hepsi sistematik bir yok ediş. Bu şiddet türü, çoğu zaman yasal düzenlemelerle meşrulaştırılıyor ama yaşananlar bir tür kültürel, ekolojik ve toplumsal soykırıma denk düşüyor. Sanatın bu şiddeti görünür kılması, duygusal ve politik bir yüzleşme yaratabilir.
“Parcel Parcel” sadece bir sergi değil, aynı zamanda bir mücadele arşivi gibi de okunabilir. Bu mücadele içinde yerel halkın direnci ve hafızasıyla nasıl bir temas kurdunuz? Sanatçı olarak kendinizi bu direnişin neresinde konumlandırıyorsunuz?
Bu mücadele içinde ben de yerel halktan biriyim, içeriden bir tanığım, dolayısıyla yerel halkla da birebir temas hâlindeydim/hâlindeyim, bu temas hem hafızayı besliyor hem de mücadeleyi sahici kılıyor. Kendimi bir tanık ve aktarıcı olarak konumlandırıyorum. Sanat pratiğimle bir yandan hafızayı kayda geçirmeye çalışırken, diğer yandan bu mücadeleye katkı sunacak bir zemin yaratmaya çalışıyorum. “Parcel Parcel” bu anlamda sadece geçmişe değil, bugüne ve geleceğe dair kolektif bir çağrı niteliği taşıyor.
Kömür, sadece bir enerji kaynağı değil, aynı zamanda rant, devlet politikaları ve toplumsal eşitsizliklerle iç içe geçmiş bir sembol gibi algılanıyor. Sizce bu türden çok katmanlı bir sembolü sanat yoluyla dönüştürmek ya da yeniden düşünmek mümkün mü?
Kesinlikle mümkün. Sanat, sembollerin katmanlarını açığa çıkarma ve onları yeniden anlamlandırma gücüne açık bir alan. Kömür, sadece enerji kaynağı değil; insan ve doğa sömürüsünün, yerinden edilmenin, talanın ve direnişin de sembolü. Kömürü sadece bir enerji kaynağı olarak görmeyip, bunun ardında yatan her türlü çıkar ilişkilerini fark ettiğimizde, bu çok katmanlı yapıyı yeniden düşünmeye alan açmış oluyoruz.
İkizköy ve Latmos Dağları’na odaklanmak istiyorum. Bu bölgelere dair dayanışma ve müşterek yaşam alanlarına ilişkin bakışınız, üretimlerinize nasıl yansıdı?
İkizköy’deki zeytinliklerin talanı ve Latmos (Beşparmak) Dağları’ndaki eşsiz doğal mirasın, binlerce yıllık tarihin sistematik yok edilişi, sadece ekolojik değil, aynı zamanda etik bir mesele. Bu alanlar, dayanışmanın ve müşterek yaşamın direnişle mümkün olduğunu gösteren örnekler. Bu coğrafyaların doğasını, tarihini, kültürünü ve halkını tanıyorum ve bu coğrafyaların yıllardır kâr uğruna nasıl delik deşik edildiğine de tanığım. Bu denli talana şahitlik etmekten dolayı duyduğum rahatsızlık ve sorumluluk, işlerimin temel motivasyonlarından biri. Üretimimin, bu mücadelelerin bir parçası olarak hem arşiv hem de direniş alanına katkı sunmasını umuyorum. Sanat, burada hem tanıklık hem de dayanışma zemini oluşturuyor.
Son olarak sadece birkaç gün önce Türkiye'de mecliste onaylanan torba yasa içindeki “zeytinliklerle ilgili” madde konusunda yakın geleceğe dair tezahürünüz nedir, halkın yaşam alanları ve üretim alanları olan zeytinliklerin madencilik faaliyetleri için kamu yararına kullanılabilirliğini onaylandı. Bunu hem bu bölgenin insanlarından birisi olarak hem de sanat üretiminizi bu alana dair gerçekleştiren bir sanatçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Meclisten geçen torba yasa içinde, zeytinliklerin kamu yararı gerekçesiyle madencilik faaliyetlerine açılabilmesini mümkün kılan düzenleme, Türkiye'deki kırsal ekosistem, tarımsal üretim ve yerel kültür açısından ciddi bir kırılma yaratma potansiyeline sahip. Kamu yararı gibi ucu açık bir kavram üzerinden şirketlerin maden çıkarma faaliyetlerine öncelik verilmesi, halkın yaşam alanlarını ve geçim kaynaklarını ciddi boyutta tehdit ediyor.
Zeytinlikler, yalnızca tarımsal üretim alanları değil, aynı zamanda nesiller boyu aktarılan yaşam kültürünün de taşıyıcısıdır. Zeytin ağaçları kutsaldır; kırsal hafızanın, toplumsal üretimin ve dayanışma ağlarının merkezinde yer alır. Bu alanların madenciliğe açılması, yalnızca ağaçların değil, bütün bir yaşam biçiminin silinmesi anlamına gelir. Üstelik bu kamu yararı iddiası, çoğunlukla kısa vadeli ekonomik kazançları önceleyen politikalarla destekleniyor.
Bir sanatçı olarak, bu süreçte sanatın hem tanıklık etme hem de direniş üretme işlevinin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bu tür düzenlemelerin yaygınlaşması, önümüzdeki yıllarda Türkiye'de kırsal çöküşü ve gıda güvenliği krizini daha da derinleştirecektir. Topraklarını kaybeden köylüler göç etmek zorunda kalacak, bu da hem kırsal kültürün hem de yerel üretimin yok olması anlamına geliyor. Aynı zamanda, toprağını savunan halkla şirketler ve devlet arasında artan gerilimleri de artıracaktır. Bu, çevre mücadelelerinin daha politikleşeceği ve sanatın da daha doğrudan bir duruşa evrileceği bir dönemi işaret ediyor.
Bu düzenleme yalnızca zeytinlikleri değil, bir bütün olarak yaşamı tehdit ediyor. Hem bu bölgenin insanı hem de sanatçı olarak, bu dönüşüme karşı bilinç üretmenin ve duyarlılığı artırmanın yollarını aramalıyız. Zeytin ağacı sadece bir ağaç değil, geçmişin hatırası, sofranın yemeği ve geleceğin umududur.