13 MAYIS, PAZARTESİ, 2024

“Kurallar İnsanlara Hizmet Etmelidir, İnsanlar Kurallara Değil”

Floransa’da yaşayan Bretonyalı sanatçı Clet Abraham, hem yeniden ele aldığı trafik tabelaları ile sokaklara şaşırtıcı ve mizahi mesajlar bırakıyor hem de şehrin çeşitli yerlerinde bulunan ve yapılarla bütünleşen yerleştirmeleri ile şehre farklı bir boyut kazandırıyor. Clet Abraham ile sokak sanatına dair merak ettiklerimizi konuştuk.

“Kurallar İnsanlara Hizmet Etmelidir, İnsanlar Kurallara Değil”

Yaşadığımız şehir ile ne kadar temas hâlindeyiz? Bu teması nasıl ve hangi yönden kuruyoruz? Bulunduğumuz ortak paylaşım alanlarımızı ne yönde değerlendiriyoruz? Sokaklardan tuvaletlere, meydanlardan metrolara ve yönetim binalarına kadar her ortak paylaşım alanında görebileceğimiz “sokak sanatı”, müzik ve performans sanatı da dahil olmak üzere, sokakta icra edilen tüm sanat disiplinlerini kapsayan, sanatın günlük hayatın içinde, halkın da sanat ile iç içe olmasını sağlayan bir olgudur.


Mağara resimleri gibi tarihin başlangıcını simgeleyen, estetik ve tarihi değeri olduğu kabul edilen bu olgu, günümüzde alanlara, sokaklara, binalara zarar veriyormuş gibi de algılanabiliyor. Fakat onu bu haksız vandalizm suçlamasından ayıran çok net bir kriter var ki, vandalizmde tek amaç yıkmak ve yapıya zarar vermektir, sanatsal bir amaç yoktur.

Çıkartmalar (stickerlar), heykeller, duvar resimleri, posterler olarak karşımıza çıkan sokak sanatı, toplumsal düşünce, eleştiri ve tepkileri, yaratıcılık ve hayal gücü ile birleştirerek, görsel bir dil yoluyla, sanatsal bir yönde ifade etme peşindedir ve farklı stilleri sayesinde günlük hayatta paylaştığımız her alana birbirinden farklı bir ruh, özel bir aura kazandırmaya başlar. Bu yüzden artık bir vandalizm biçimi olarak değil; bir kent kültürü olarak onay görüyor.

Floransa’da sanatın uzun zamandır çağdaşlıktan kopuk olduğu aşikârdır. Sokak sanatı; güncel olduğu, sanatın sokağa taşınmasını ve günlük yaşamın bir parçasına dönüşmesini sağladığı için sokakları tuvalleri olarak gören sanatçılar için önemli bir işlevi de yerine getirmektedir.

Ortak paylaşım alanlarımızın belki de en güzellerinden biri olan sokaklarda Clet dikkatimizi trafik tabelalarına çekiyor. Floransa ve dünyadaki daha birçok şehirde sokaklardaki trafik tabelalarında, özellikle de “Girilmez” işaretinin şeridi üzerinde çeşitli mesajlar veren hikâyeler yaratıyor. Şeridin arasına sıkışmış beyaz bir adam, üzerinde onu alt etmeye çalışan veya onunla çeşitli oyunlar oynayan bir çöp adam, dökülmüş bir şarap kadehi veya ardında doğan güneş… Sanatçı çalışmalarından “Mesajın kendisini değiştirmeden, verili metodu sorguya açıyorum. Bize emir veren sembolik bir otoritenin, böyle yap, şöyle yapma deme şekli üzerinde eğleniyorum” diye bahsediyor.

​Trafik kazalarının çoğunun dikkat dağınıklığından ötürü gerçekleştiğini düşünürsek, Clet’in çalışmaları, tabelalara dikkat çekmek üzerine oldukça yararlı, dikkati toparlamaya teşvik edici gözüküyor. Öyle ki Campobasso’da bir grup ilkokul beşinci sınıf öğrencisi, Clet’in çalışmalarından esinlenerek, sanatçının eserlerini ve uygulama yöntemini tanıttıkları film ile, Vatandaşlık Bilgisi’nin Evrensel İlkelerine adanmış 50. İtalya Ulusal Yarışması’nda birincilik ödülü kazanıyorlar.

Clet, diğer sokak sanatçılarına göre, çalışırken kullandığı materyaller ve uygulama şekli açısından da farklılık ve bazı hassasiyetler gösteriyor. Öncelikle boya kullanmıyor. Eserlerini daha önceden atölyesinde hazırladığı, kolaylıkla çıkartılabilir materyaller olan stickerlar (çıkartmalar) olarak basıyor. Bunun başlıca sebepleri arasında sanatını icra ederken özellikle dikkat ettiği belirli kurallar geliyor:

- Mevcut olan asıl mesajı gölgelememek, engellememek.
- Materyalin kendisine zarar vermemek.
- Olabildiğince az müdahaleyle olabildiğince çok şey söylemek.

Ayrıca sanatını icra ederken uygulamanın “illegal” olma durumu, aslında çalışmaların verdiği mesajları daha iyi iletmelerine, manasına katkı sağlıyor.

Floransa şehrinin algısal panoramasına ironik, mizahi ve oyuncu bir üslup benimseyerek yerleşen sanatçı, eserlerinde kurallara olan bu yaklaşımı ile yaşamın monotonluğunu kırmayı gerektiren bir ilgi uyandırıyor. Sadece durup bir bakmak, göz atmak için bile anlık ritmimizi yavaşlatmamız gerekiyor. Doğrudan ve basit bir biçimde, evrensel bir dil yoluyla gerçekleşen bu iletişimin yarattığı algı, kırıcı duraksama anıyla, rutinleşen bazı alışkanlıklardan çıkışın yolunu mizah ile gösterirken sadece ritmimizi değil, bunun ile beraber hislerimizi, duygularımızı da değiştirmeye başlıyor.

Clet, böylesi tarihi dokuya sahip bir şehirde Mondrian’ın tablolarına benzettiği ve sanatının ayrılmaz bir parçası olan bu levhaların, trafik tabelalarının, sadece kendilerinin bile bu tarihi doku içerisinde estetik açıdan anakronizm yarattığını söylüyor. Başka bir yerde yaşıyor olsa, kendisinin de bu kadar gözüne takılmayacağını düşündüğü bu tabelaları, şehrin en göz alıcı noktalarından biri hâline getiriyor ve Floransa’yı, sanatının doğmasını gerektiren şehir olarak görüyor.

Görme teorisi-resim teorisi arasındaki dönüşüm üzerine kurulu, resim sanatına üçüncü boyutu katarak, derinlik algısı yaratan bir tekniğin geliştiği ve çeşitli gösteri araçları ile de tarihte algıların ardı ardına kırılmasına yol açılan bu şehirde, Clet’in eserleri de sadece ikinci boyutla sınırlı kalmıyor. Şehrin rastgele ama göz alıcı noktalarına yapıştırıp monte ettiği -evet, yine kolayca çıkarılabilir şekilde ve zarar vermeden monte ettiği- çalışmalarında, basit, az ama temel form ve materyaller kullanarak, çeşitli mekân, alan ve yapıların yüzeylerini yüz ifadelerine dönüştürüyor.

Bir ses çıkarır gibi duran dudaklar, bizleri izliyormuş, gözlemliyormuş gibi bakan gözler, gözlükler ve bir apartmanın şömine borusunun bir buruna dönüştürülmesi veya bir kuleye burun takılması gibi. Tarihi şehir surlarının, bir kulenin veya sarayın bile, mizahi bir yönden inşa edilmiş olabileceğini sorgulatan eserleri, şehri ve tarihi algılayışımızı şüpheye düşüren bambaşka bir boyut kazandırırken eserin zaten bir yapının tarihi bir parçası mı yoksa sonradan yerleştirme mi olduğunu anlamaya çalışıyoruz.

​​İşini hem sokakta üretip sergileyen ve ardından bunu gelip geçiciliğe teslim eden hem de kendi -atölyesi ve eserlerini sergilediği dükkanı olarak kullandığı- stüdyosuna dönük çalışan sanatçının çalışmalarına, Floransa’ya gelir de sokaklarda öylece dolanırken rastlarsanız, siz de (tam da Rönesans döneminin tüm siyasi, soylu, idari ve kültürel gücü bir arada tutma girişimine karşı dimdik yürüyen “Uomo Comune (Sıradan Adam)” heykeli gibi) tüm belirsizliklere ve tehlikelere rağmen inandığınız yönde, kendinizden emin bir şekilde ilerlemeyi unutmayın. Hatta yolunuz San Niccolò tarafına düşerse, sanatçı ile stüdyosunda karşılaşabilirsiniz de.

Yaşadığın şehri bir oyun alanı gibi gördüğün oluyor mu veya zaten öyle mi görüyorsun?

Öyle olmalı. Ama bunu yönetmek kolay değil. Birbirimize çok saygı duymamızı gerektiriyor. Herkese. Ve işte sorunlar burada başlıyor.

Değil mi? Ama bir yeri bulduğumuzdan güzel bıraktığımız sürece…

Amaç bu olmalı. Sokak sanatının ilkesi de budur. Bütün şehri bir tuval olarak görmek. Enteresan olan, ilginç olan şey, yaşadığımız gerçeklik içindeki iki boyutluluk - üç boyutluluk arasındaki bağlantı/geçiş.

Sanatını icra ederken nelere dikkat ediyorsun? Çalışmaların aslında kolaylıkla çıkartılabilir stickerlar. Yani sanatını vandalca bir tavırla icra etmiyorsun. Buna rağmen bu kadar ceza almış olman da aslında ilginç. Çalışırken kuralların, prensiplerin neler?

Bence bu gerçekten aptalca, yaptığım şey evet normal değil. Yaptığım şeyi benden önce yapan başka biri daha yoktu anlamında normal değil. Ve “normal” olmayan bir şeyin kötü olduğuna inanan insanlar var. Normal, norm, kural... Yani kural; anormal, düzensiz, yasadışı vs. olana karşı otoriter, muhafazakar bir tepki, her şeyi olduğu gibi bırakmak istiyorlar. Çünkü onlara göre öyle değilse iyi değildir. Ama peki nasıl başarılı oldum? Çünkü insanlar bunu seviyor. Ve tabii iyi yaptığım için olduğunu da düşünüyorum. Yani aklı fikri yerinde olan insanlar iyi yaptığımı anlıyor.

Çalışırken galiba çok fazla kuralım var. Ne yazık ki çok katı bir insan olduğumu düşünüyorum. Kurallar üzerinde çalışmam kesinlikle tesadüf değil, yol işaretleri, trafik tabelaları, sonuçta kuralları temsil ediyor. Ama o kadar fazlalar ki müdahale etmek zorunda kalıyorum. Sokakta çalışmanın tabii ki benim için kuralları var, biraz önce de söylediğim gibi, saygı gerektiriyor. Öyle kafana göre her şeyi yapamazsın, yapmamalısın. İnsanın canı ne isterse onu yapabilecek olmasına katılmıyorum... Ayrıca çok şiddetli bir zevke de katılmıyorum... Eğer şiddet varsa bunun bir karşılığı olmalı, çünkü herkesin alanındasınız. Benim yaptığım aslında eğitici bir yaklaşım. Temel kurallarım var; orijinal, asıl mesajı kapatmamak ve tabii ki malzemenin kendisine zarar vermemek. Çalışmalarım zaten kolaylıkla çıkartılabilir bir materyalden.

​Mevcut mesaj üzerinde çalışıyorum. Trafik işaretlerinin verdiği orijinal mesajla oynamaktan keyif alıyorum. Hepsi bana ayrı bir tema veriyor. Genel olarak da zaten var olan, yapılı bir şey üzerinde daha iyi çalışıyorum. Yani boş bir sayfa yerine bir dürtüye ihtiyaç duruyorum ve mesajı zenginleştirmeye çalışıyorum. Mesajın kendisini değiştirmiyorum yani girilmez bir sokağa girebilirsin demiyorum. Böyle bir tartışma konusu da yaratmıyorum. Verili metodu sorguya açıyorum, sana bir şey yapamazsın diyen kuralı yumuşatıyorum, insancıllaştırıyorum ama hâlâ girilmez sokağa girilemeyeceğini belli ediyorum. Bu benim umrumda değil zaten, kim girmiş kim girmemiş, nereye girilir nereye girilmez, banane. Bize emir veren, sembolik bir otoritenin, böyle yap, şöyle yapma deme şekli üzerinde eğleniyorum.

Sokak sanatına genel bakışın nedir, sence ne olmalı?

Şahsen iki tür sokak sanatı görüyorum. Resmi sokak sanatı ve resmi olmayan sokak sanatı. Resmi olan, örneğin Michelangelo’nun Piazzale Michelangelo'daki Davut heykeli de olabilir. Sokakta olması anlamında, sanat sokakta ve herkes için. Resmi yani sokakta olması uygun görülmüş, kabul edilmiş olan (gülüyor). Çünkü sokak sanatı belki de günümüzün tek gerçek özgür sanatı. Sanatın özgür olabileceği yer, bana göre halkın sesi olmalıdır. Herkesin gidip duvara resim yapma hakkı vardır. Sokak özgür bir iletişim alanı olmalıdır ve bu alanda paylaşım cömertliğinin pek çok seviyesi vardır. Duvara gider adınızı yazarsınız ama bu başkalarının pek de işine yarayacak bir bilgi değildir. Bence sanat ve vandalizm arasındaki fark da bu... Sanat inşa eder, vandalizm yıkar. Yıkmak, en azından bencilce bir yaklaşımda bulunmak, bir tabelaya reklam etiketi yapıştırmanın ya da isim yazmanın kimseye bir katkısı yoktur. Bu bana kişinin herhangi bir şeyi kendisi yararına kullanması gibi geliyor. Almaktansa vermeye, iyileştirmeye başlandığında… Sanata doğru gidiyoruz.

Otorite ve özgürlük kavramlarına bu kadar değinmişken, bu iki kavram senin için ne ifade ediyor?

Özgürlüğün sorumlulukla bağlantılı olduğu açıktır. Bence sorumluluk varsa özgürlük vardır. Toplum içinde olduğumuz için hepimiz bir aradayız, başkalarını göz ardı edemeyiz. Bu yüzden sorumluluğumuz var. Ne kadar sorumlu olursak o kadar özgür oluruz. Otorite ise sorumlu olma gücünün inkarıdır.

Ne arabası ne de ehliyeti olan biri olarak, trafik tabelaları benim için hiçbir zaman dikkat çekici olmamıştı. Üzerlerinde oynadığın bu oyun, aslında onları daha dikkat çekici bir hâle getiriyor. Belki de buna ihtiyaç var.

Evet buna ihtiyaç var, bu şekilde işlevlerini daha iyi bir şekilde yerine getiriyorlar. İnsani kural, insani olmayan kuraldan her zaman daha iyi işler. Benim ana kuralım bir şeyler katmak. Yıkmak değil, inşa etmek. Bu olabilecek tüm kuralların başında geliyor. Dünyaya daha az zarar verin, hatta iyilik yapmaya çalışın. Zaten yeterince pislik var.

Peki sen sanatın yoluyla insanlarla, toplumla kurduğu iletişimi, sanatının toplum üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsun?

Çok önemli. Kendimi bir araç olarak görüyorum. Yönetici veya yönlendiren değilim. Bir çekiç, bir tornavida gibiyim ve içimde çok fazla enerji var. Bu bir dizi bilgiyi harekete geçiriyor ve ben, bana ulaşan bu bilgiyi kendi süzgeçlerimden geçirerek bir şeye dönüştürüyorum. Yani bu anlamda ben bir aracım. Bu enerjiyi belli bir şekilde iletiyorum. Sanat okudum ve bu alanda yeteneklerim var. İnsanlar bu bilgiyi dönüştürülmüş, kesin bir şekilde alıyorlar, anlıyorlar, beğeniyorlar ve destekliyorlar. Böylece de birlikte çalışıyoruz. Çünkü yalnız olsaydım her şey biterdi, devam edemezdim. İnsanlar olmazsa olmaz, bu gerçekten bir ekip çalışması. Bir nevi insanların sesiyim, ses getiriyorum, aracıyım. Uomo Comune’yi dört kez monte ettim. Her seferinde insanlar daha fazla destek oldu. Eğer insanlar desteklemeseydi üçüncü kez olmazdı. Yeniden yerleştirmek istediğimde daha önce tanımadığım insanlar da bana yardıma geldiler. Yani aslında yön veren, yönlendiren etken insanlar.

1. “L’uomo comune (Sıradan Adam)”

“L’uomo comune (Sıradan Adam)” heykelinin ardındaki anlam nedir?

Çok basit. Sence nedir?

Trafik tabelalarında gördüğümüz adamın üç boyutlu hâli. Kendinden emin, dimdik duran bir adam görüyoruz ve yerleştirmesi dolayısıyla iki anlam çağrıştırıyor: Öncelikle kendinden çok emin bir şekilde kendi, belirsiz, yolunda ilerleyen bir adam. Ne derseniz deyin ben gidiyorum veya buradayım der gibi. Fakat attığı adımı köprünün dışına, boşluğa atıyor gibi durması, önündeki tehlikenin farkında olmadan veya önündeki risklere rağmen yine kendi yolunda kendinden emin bir şekilde ilerleyen biri anlamını da kazanıyor. Adımını atsa cup diye düşecek gibi ama kim bilir, belki de uçar… Bu açıdan senin sanatçı kişiliğinle paralel özellikler de gösteriyor gibi. Peki bu toplumda gördüğün bir “comunelik (sıradanlık)” mi?

Uçacak mı, düşecek mi? Bunu bilemiyoruz. Buna herkes kendi karar veriyor. Bir yandan evet,  kendinden bu kadar emin olması komik ve işte önünde boşluk var ama belki de başarabilir bunu bilemiyoruz. Ama o kendinden emin. Önemli olan bu. Belki de bu çalışmaya verilebilecek en doğru anlam olabilir. Ama kışkırtıcı olan şu ki, gidip izin istemiyorum. Yani heykeli köprüye yerleştirmek için izin istemedim. Çünkü özgür bir adımı temsil ediyor. Her şeye rağmen insanın inandığı şey için adım atma hakkını temsil ediyor. Dolayısıyla izin alınması gerekirse böyle bir anlamı kalmaz... Artık özgür bir adım olmayacaktır, anlamını yitirir. Bu heykel hakkında güzel olan şey, hiç kimseye hiçbir şey sormadan orada duruyor olması. Bence güzel olan bu. Hesaplanmış bir iş değil, çok düşünülmüş bir şey değil ama çok içten.

Sanki şehir içinde mental bir harita oluşturmuş gibisin. Çalışmalarının bulunduğu trafik tabelaları, bir yol çizerek Ponte alle Grazie’ye ulaşıyor, köprünün üzerinde “Uomo Comune” heykeli bizi karşılıyor ve atölyene doğru ilerliyorlar gibi. Bir aralar Palazzo Vecchio’ya çaktırmadan kendi portreni de yerleştirmişsin. Özellikle seçtiğin yerler, çizdiğin bir harita var mı yoksa spontane bir şekilde mi ilerliyorsun?

(Gülüyor) Hayır, organize değil, tamamen spontane. Ben çok tembelim, stüdyoma yakın olması benim için daha iyi. Ama Floransa’da, sokakta genel olarak çok yürüyorum ve bir açıdan sokakların kendisi sanatımı, beni çağırıyor diyebilirim. Sanatın ilginç yanı da bu.

“Uomo Comune” heykeli için bu köprüyü (Ponte alle Grazie) seçmenin belirli bir sebebi var mı? diye soracaktım ama atölyene yakın olduğu için mi?

Tabii ki taşıması daha kolay (gülüyor). Aslında bakarsan güzel bir seçim de. Mesela Santa Trinita Köprüsü, Floransa’nın belki de en güzel yerlerinden biri ve o kadar güzel ki müdahale etmeye gerek yok. Öte yandan heykelin şu an bulunduğu köprü geliştirilebilir, daha da güzelleştirilebilirdi. Yani bu açıdan bakıldığında aslında altında bir hesaplama da var.

Sokak tabelaları fikri nereden çıktı?

Sokak tabelaları, başlı başına Floransa gibi tarihi dokuya sahip bir şehirde, estetik açıdan anakronizm yaratıyor. Sanki bize oldukça uzak bir tarihi dokunun içine yerleştirilen Mondrian’ın tabloları gibiler. Aslında bir bakıma devletin yarattığı bir sanat eseri. Temelde hukuk ve devlet bir araya gelerek toplumsal bir mesaj oluşturuyor. İnanılmaz. Yaratıcılık nedir? Nasıl çalışıyor? Bir şeyi nasıl yaratırız? Yaratıcı mekanizma nedir? Hayal gücüyle birleşen, tümdengelim - tümevarım. Bir buluşma. Yaratıcılık budur. Zaten var olan şeyler bir araya gelir ve oradan daha önce var olmayan üçüncü bir şey doğar. Temelde rastgele bir kombinasyon ya da değil, ama yeni bir kombinasyon. Ancak bu daha önce var olan şeylerden doğar. İçinizdeki bir şeyden ya da dışınızdaki bir şeyden, her durumda da iki unsur arasında bir tür evlilikten bu üçüncü unsur doğar. Bu yaratıcılıktır. İşim de bu, görüyorum, daha güzel olabilir diye düşünüyorum ve yapıyorum.

Yaratım sürecinden genel olarak biraz bahsedebilir misin? Bir fikir senin için nasıl gelişiyor?

Hem içimden geldiği zaman hem de her gün bir şeyler yapmaya çalışıyorum. O gün ne kadar çalışmak istediğime bağlı, çalışmak istemezsem olduğu gibi bırakıyorum. Ama ilham gelirse ve fikri beğenirsem üzerinde çalışıyorum, denemeler yapıyorum. Tabii eğer çok uzun süre bir şey yapmadıysam çalışmak için kendimi biraz zorluyorum açıkçası. Denemelere başlıyorum ve sonunda bir şey çıkıyor.

Peki trafik tabelaları üzerine olan çalışmaların arasında hikâyesel, bir anlatı bağlantısı var mı? Sanki hepsini yan yana dizince aynı hikâyenin içinden farklı sahneler gibiler. Yoksa tüm çalışmalar tamamen bireysel mi?

Olabilir ama işimi hesaplayarak yapmıyorum, yarın ne yapacağımı bilmiyorum. Bir strateji olabilir ama bir ya da iki işle sınırlı. Aslında işimin güzel yanı bu. Hem ressam hem yazar olarak seninkinin de, nereye gittiği belli değil. Bilinmeyene doğru gidiyoruz... “Uomo Comune” gibi belirsizliğe, boşluğa doğru yürütüyoruz. Ve bu güzel bir şey. Şaşırmak, kendini şaşırtmak güzeldir. Bunun için kendimi şaşırtmaya devam etmekten başka bir strateji olamaz.

Gelelim yeni çalışmalarına, sanatın sadece ikinci boyutla sınırlı kalmıyor. “Yol Ver” tabelası üzerine yaptığın son çalışmada, tabelaya bir hacim, üçüncü boyut katarak kıllı bir kasığa dönüştürüyorsun. Bu çalışmanın gelişim sürecini sormak isterim, açıkçası merak uyandırıyor.

Komik, çünkü 15 yıldır bu özne üzerinde çalışıyorum. Bunu çok doğru ve çok güzel buluyorum. Ama bunu doğru şekilde ifade edebilmek lazım. Yol işaretleri ile çalışmaya başladığımdan beri bu hep gördüğüm, yani aklımda olan bir şeydi. Ama işte, asıl soru başkalarının anlamasını nasıl sağlayabilirim… O kadar çok çizim ve denemeler yaptım ki, akla gelebilecek tüm çizimler. Ama hiç işe yaramadı... O kadar çok denedim ki. Aklıma yatanları ayırıyordum ama tam olarak bulamıyordum. Yani beni ikna eden bir tane bulamadım. Ta ki bu ikinci boyutun dışına çıkma, maddi bir etki verme fikri aklıma gelene kadar. Böylece peruk kullanmaya karar verdim. Bir yandan daha canlı, daha gerçek bir sıcaklık veriyor. Diğer yandan bu bir çağrışım yolu, yani sonuçta bir cinsiyet belli etmiyorum, cinsiyetin gizlendiği bir durum var. Biraz eski tarz olduğu için komik de duruyor. Bu beni ikna edebilmeyi başardı. Bu çalışma aklımdan hiç çıkmadı. İhtiyacım olan bir şey vardı ve kendini dayattı ... Sanırım tüm sanat eserlerinde böyle. Tabii ilk yerleştirmeyi hemen çaldılar. Ama hemen bir tane koydum. Hemen ardından beni La Repubblica’dan (İtalya’da bir gazete) bu konuda bir makale yazmam için çağırdılar.

Üçüncü boyuta geçtiğin diğer çalışmalarından bahsedelim mi biraz da? Enstalasyonlarınla beraber bu insanlaştırmaya şehrin kendisini, tüm alanı ve binaları da dahil ediyorsun. “Eyes of Prato” serin mesela, Floransa merkezde Ponte Vecchio’nun yakınlarında, nehir kenarında var. Bir yönden insanlar binaları inşa ediyor ve daha sonra binalar ve yapılar insanlara bürünüyorlar gibi. Bunu da yine çok basit dokunuşlarla yapıyorsun.

Güzel dedin. Evet bir tane dudak var Borgo San Jacopo tarafında, bir kilisenin nehre bakan tarafında, yedi metre çapında bir çalışma ama onu kimse görmüyor sanıyordum. Belki de yeterince belirgin değildir. Fotoğraflardan daha çok anlaşılıyor. Ben de çok müdahaleci olmak istemiyorum. Mesela bu enstalasyonu yerleştirirken altı kişiydik, bir botla nehirden geçerek yerleştirdik ve tabii ki bunun için kimseden izin almadık. Bu işlerin üzerine daha çalışıyorum. Tabii tabelalardaki gibi insanlaştırma ilkesi yine mevcut. İnsanlaştırıyorum, yani oraya da hayat veriyorum, yaşayan yönlerini açığa çıkarmaya çalışıyorum, insani bir yüz veriyorum, bir ifade ekliyorum, Var olan canlılıklarını yüz üstüne çıkarmak istiyorum aslında. Bu kullandığım materyal için, ahşap, demir için de geçerli. Kurallarım yine aynı, mümkün olduğunca az şey yaparak mümkün olduğunca çok şey söylemek. Ama herhalde nehir kenarında olan çalışmada oldukça az şey yapmış olmalıyım ki o kadar da göze çarpmıyor, kimse anlamıyor. Ama bu sınırı seviyorum. Çünkü bu sınırdan itibaren bazı işaretler resmiyet kazanmaya başlıyor.

Peki, aslında Bretonyalısın ama neden Floransa? Bu şehri yaratıcı kılan bir şey mi var?

Biraz rastgele. Gerçi ben tesadüfe inanmam. Bretonya’da güzel sanatlar akademisini bitirdim, yurt dışına gitmek istiyordum ve Roma’da mobilya restoratörü olan bir arkadaşım vardı. Beni onunla beraber çalışmaya davet etti, ben de geldim. Roma’da Alman bir kıza aşık oldum ve hemen hamile kaldı. 26 yaşında baba oldum. O zamanın parasıyla cebimde bir lira bile yoktu. Sanatçı olmak istiyordum, doğum için Casentino’ya (Floransa’ya yakın, şehir dışında, vadiye kurulu bir kent) gittik çünkü ailesinin orada, ormanda bir evi vardı. Benim evim yoktu, kalacak yerim yoktu. Biz de oraya taşındık ve 10 yıl orada yaşadık, sonra ayrıldık ve kariyerim hakkında düşünmem gerekti. Oğluma yakın olabileceğim en yakın şehir Floransa’ydı. Floransa’nın yaratıcı bir şehir olup olmadığını bilmiyorum ama Floransa’da sokak tabelalarının estetik açıdan bir anakronizm yarattığını biliyorum. Örneğin New York’ta olsaydım, belki de sokak tabelaları üzerinde çalışma fikri bu kadar büyük bir mesele olmazdı. Bir de 10 sene ormanda yaşayıp da bu şehre geldim. Her yer yeşillik, sakinlik, estetik açıdan her zaman temizdi. Bu çok güzel ama sonra araba, kaos, gürültü dolu şehre iniyorum ve tüm bu kaosun simgesi olan yol tabelaları, tüm bu karmaşa, herkes için, yol işaretleriyle sona eriyor. Bunu gördüm. Bu yüzden hiçbir şey tesadüf değildir diyorum. Benim işim burada doğmak zorundaydı. New York’ta olsam buna dikkat eder miydim bilmiyorum, böyle bir şey gözüme çarpar mıydı, aklıma gelir miydi? Bu yüzden Floransa’da doğması gerekiyormuş diye düşünüyorum.

Çalışmaların sadece Floransa’da değil, Lyon’a gittiğimde de karşıma çıktılar. Türkiye’ye de gitme düşüncen var mı?

Lyon’daki çalışmalarım sanırım on senedir oldukları yerde duruyor. Bir gün Türkiye’ye gitmek gerçekten çok isterim. Siyasi durumdan ötürü biraz uzaktan bakıyorum ama gelişmeler olduğunda gelmek çok isterim.

0
3578
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage