0 YAPILAN YORUMLAR
1954 GÖRÜNTÜLENME
0 TAKİPÇİ
0 BEĞENİ
AŞKIN KÖTÜ ÇOCUKLARI

AŞKIN KÖTÜ ÇOCUKLARI

AŞKIN KÖTÜ ÇOCUKLARI

AŞKIN KÖTÜ ÇOCUKLARI-ROMAN, 2014-KANGURU YAYINLARI

"İşte hayatın ışığını görüyorum şimdi belki de bu bir nokta. İşte bu onun gözbebekleri olmalı... Patlayan güneşler gibi parlıyordu gözleri. Büyüdü o zaman ki gibi. Şimdi de aynı. İşte birdenbire kocaman gözleri bana o ışık…
Dünya’da bir tek ben gördüm o yıldızın kaydığını… Unutmuş olmalıyım, bari bir dilek tutsaymışım… Kalbimi boğup duran bütün hayat kördüğümleri birdenbire çözülüverdi… 
O’nu, ilk gördüğüm ışıkla aynı ışık bu. Kalbim onu, kendi ellerimle attığım kör kuyuların çığlıklarında yıkadı. Onu sevmiştim, işte bu yüzden kanattırdım kalbimi ona. Onu, içine düşüp yandığım denizin en ortasında; sessizlikle örtülü sularımın dehlizinde de gördüm. Onu, orada da görmesem, yaşadıklarımı rüya zannederdim. Hayır, rüya değildi bu. ‘Ölü’mün doğumundan itibaren onu gördüğümü anladım. Oysa hep yemin etmiştim. Bir daha sevmemeye yemin edilir mi? Edilirmiş. Yemin etmiştim ki, büyük yeminin büyük cezası olurmuş dedikleri ayar-da çarpıldım işte sonunda. Cennetinden cehennemin dibine kadar yolum vardı işte şimdi… Gittim, gördüm ve sonun-da orda kaldım, geri dönmedim. 
Ne oldu? Önce duvara çarpması için ayarlanmış bir otomobil çarpışma test aracı gibi hızlandım daha da hızlandım ve o kara metal duvara bütün gücümle bindirdim. İçinde maketimi bile bulamadılar belki. Duru bir aşk içinde hızlanan direksiyondaki maket adam camdan fırlayıp paramparça oldu. Oysa daha az öncesinde yaşadığım maksimum hızımın huzuruyla, alnımın derisi neşemden titriyordu. Rüzgâr yıkıyordu alnımı, beynimi yakıyordu. Rüzgâra dur değil, “Es, daha çok es haydi saçlarıma…” diyerek pencerelerden çığlığımı fırlatıyordum. Sanki çığlığımı tek bir kimseye bile duyuramadan güme gittim. İnsanın acı eşiğini geçtiğimden kimse duymadı beni belki. Çünkü bir ton bomba patlatmış, sağır eden sesler peşinde, abartıyorum haydi belki ‘iki yüz desibel’ gürültü ve feci şangırtılar, alevler içinde şoför koltuğundaki maket adam kafası gözü bir yere dağılmış halde çığlığının kayboluşunu izledi, O’nu son bir kez görebilmek gayretleriyle. Kendi gücünü görmek istedi adam belki de bu otomobil gibi. Dünyanın en gürültülü testini az evvel gerçekleştirmiş olabilirim, aracım testten kaç yıldız almıştır mühim değil. Nihayetinde ben bir maket değildim. Ömrümün son bodoslama çarpışma testinden sonra güneş batmasına az kala, şehrin tüm insanları oraya buraya, evlerine koşarken ben Çengelköy’de burada boğazın eşsiz manzarasında kendini kaybetmiş aklımdan geçenleri bilmeden restoranın yapayalnız oturduğum iki sandalyeli, öbür sandalyesi boş masasında gaddar denize bakarak, küstah, böbürlenen derin mavisinin karşısında, yine bir başıma kalacağımı, yine aklımda ‘masada masaymış ha’ diye hüzünlü ve dizeleri insanı bıçak gibi kesen şiir sözcüklerini aklımda dolaştıracağımı ummazdım. Al işte sana, yine şiirlere kalmıştım. Hayatımı şiir eyleyememiş, ezen geçen şiirler sayıklıyordum yine. Al işte yine depremdi aşkın bütün cümleleri, noktaları yenikti, devrikti. Notalar git başımdandı, you’re beatifuldu... Sevgilim şiirdi benim yeniden, o değildi. Onu ilk defa gördüğünde gözlerim, göle atılan ağır bir taş olmuştu. O anda gözlerinin tam ortasından bir dalga başlayıvermişti. Taş saysam, evet bu taş gözlerim daldığında gözlerinin içine, dalgalarım; onun dupduru yüzünün kıyılarına, kalbinin kıyılarına kadar yayılıvermişti. Gözleri; duru bir suydu… Girdim yıkandım duruluğunda. Arındım berraklığında. Yıkandı ve yakındı dünyanın bütün kirliliklerden sitem etti, hicap duydu kendi solgun, ölgün bakışından gözlerim. Gözleri; “Bırakırsan beni düşerim…” diyen yıllardır korku ile beklediğim ikide bir rüyalarımda peydahlanan o derin uçurumummuş meğer. Bıraksam ölecek, bıraksa ölürüm, sanıyordum. 
“Bırakmam!” dedim, “Seni, asla bırakmam!” dedim. 
Hatırlıyorum her şeyi, işte şimdi onunla gözlerimiz karşılaşmadan önce herkese hırçın ve çirkin gelmeye başladığını sandığım aynalarda yakışıklı ama alık aptal yüzümü, solup tükenmiş kalbimi, azalmış aklımı, içimde yıllar var ki birikmiş kaosumu ne yapıp edip durultmaya nasıl çalıştığımı ve bütün her şeyi hatırlıyorum. Hep derler ya ölüp geri dönenler bir ışık görür. Bende gördüm. İşte hani şu parlak ışık. Bir kadın sesleniyordu, bütün gücümle ışığa doğru yürüyordum. Acının ışığı olmalıydı bu ışıklar.
İnsanın çektiği acılar kadardır parlaklığı bu ışığın. Kişisine, canlısına göre değişir parlaklığı. Onun için, ölürse eğer önce gözlerinden ölür en acılımız. En büyük acı ölümse, en güçlü ışık da ona ait olmalı tahminime gayet uygun. En mutlu anı insanın bu ışık olmalıdır, görünce anlayacak beni herkes. 
Işıktan geriye doğru yönelirsek; kendime kızıp, nefretimi avuçlarımın arasına alıp boğulmamak için kendi boğazıma yapışmış ellerimi yalanlayarak, “Yalan! Yaşadıkların yalan ulan!” diyerek hatırlıyorum bütün karanlıklarımı. “Yalan da olsa hoşuma gidiyor” diyorken Cem Karaca sonra “Hep kahır…” diyor. “Bana İstanbul’u anlat!” diyor. “Bıktım be!” diyor hani şarkısında o da. Masada masa ha, şarkı da şarkı ha. “Rica etsem müziği diyorum, biraz daha ses verir misiniz? “Tabi efendim.” diyor garson.
Hatırlıyorum hırsımdan altı parçalansın ayakkabımla binlerce adımla dolaştığım “Seni istemiyoruz artık” diyen şehr-i İstanbul sokaklarında, ayağıma takılan şişelere, kutulara tekmeler atarak, nerede serseriliğin tahtını görsem oraya çıkıp buruk izler bırakarak geçen günlerimi. Sağa sola yalpalaya yalpalaya, orda burada kim, ne varsa çatarak, onunla bununla kavga ederek, birilerince aşağılanarak, dostu düşmanı ‘sen nerden bileceksin’ diye aşağılayarak; adım Gündüz, gündüz bile hep sarhoş ve aylak bir adam olmuş gezerek, adamların dükkânlarından, alışveriş merkezlerinden suratım beş karış alışveriş ederek, arkadaşlara çaktırmamaya üzülmenin denizinde boğularak, akşam eve kendini bir ceset gibi taşıyarak, komşularım aman ha varlığımı sorun etmesin, halimi bilmesinler diye onlar görmeden, duymadan, konuşmadan sıvışarak… Çok lüzumluysa birkaç lakırdı, yok eğer anlat derdini diyen dinleyenim olur ise şaş kaza, anlatırım sayfalarca, şişelerce, kadehlerce… Velhasıl, hepsini benim yazdığım ve belki yazılacak binlerce sayfa bir aşk kitabıdır hayatım, öyle de kalacaktır bu, bilinmelidir. 
Hatırlıyorum onun kara denizine fırlattığım kollarımı inciten, ellerimi kanatan denizine attığım taşlarımı da hatırlıyorum. Ağır bir taş gibi dibe düşmenin cezbedici heyecanını, vurgun yemenin acısını bedenimin en vefakâr hücrelerine bile yaşatmak için nasıl kendimi diplere savurmak istediğimi de hatırlıyorum. 
Hatırlıyorum kendimi vahşetin, kötülüğün ve öfkenin filmlerine sanki başrol oyuncusu sadece bir ben olmalıymışım gibi ve nasıl da bu yalan savaş repliklerine cahilce kandığımı; daha kendini bir bıçağın ucuna bile yatıramadan, daha kendimi en duru sularda yıkayamadan; nasıl da ipini kopartmış bir it gibi hırsızlarımı ısırmaya yanaştığımı hatırlıyorum. Deniz kıyısında, deli gibi koşmalarıma deli midir ne bakışlarını ve sonra dalgalı bir denizin ortasında nasıl birdenbire tek başıma kaldığımı hatırlıyorum. Bunca yıldır boşa çırpınmış ruhumun kollarını, nasıl birdenbire yanımda bir tek o varmış gibi ona sardığımı… Durulmak için, düştüğüm karanlık dalgalarla boğuşmak yerine kendimi, nasıl ama nasıl her şeyden vazgeçmeye bu kadar yakınken, bana bir fener gibi yaklaşan ve ışığını yüzüme tutanın, o biricik ışığımın kollarına bıraktığımı hatırlıyorum. 
Onun bu kadar bencil, bu kadar delirtici, bu kadar korkutucu bir cennet olacağını bile bile işte cehennemin dibine varmıştım. Hakettim belki de cehennemi, bilinmeli bu. Kendimi epey ikna ettim. Hatırlıyorum hâlâ… Gözlerim henüz kapanmadan dakikalar önce varmışım, yaşamak huzurunu arıyormuş ama işte şu an bir şeyler olmuş ya da ölmüş gibiydim. Ne olduğumu bilmiyordum. ‘Sıcaklığı henüz soğumayan cesedimin hatırladıkları şeyler mi bunlar yoksa’ diye aklım son kez çalışıyor olmalıydı. 
Şimdi kalbim sadece onun gözlerini yeniden bulmak için atıyor olmalı. Onun gözlerinde böyle durulmuştum bilinmeli. İnsan bundan başka hangi cenneti ister ki, söylenmeli… Birileri bana söylemeli. Cennet buysa tanrım, bunu yaşamak istiyormuşum, tanrım bu hiç bitmesin. Her yanım cehennem sıcağı. Yanıyorum. Duru bir denizim bende şimdi. Onun gibi… İşte Duru bir suyum içimde milyonlarca organizmanın yaşadığı. Duru bir ölüyüm şimdi. Aklımdaki son söz “Artık geceyim.”. Duru’yum. Öldüm belki de bilmiyorum. Duru oldum. Duru(o)ldum. Duru olmak bu muymuş! Gece olmak bu muymuş? Ölmek bu muymuş? Bilmiyorum… Nokta dedikleri tam olarak bu olmalı. Kusursuz nokta."
AŞKIN KÖTÜ ÇOCUKLARI'ndan 1. BÖLÜM

AŞKIN KÖTÜ ÇOCUKLARI

ROMAN

0
1954
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage