13 NİSAN, ÇARŞAMBA, 2022

Neoliberal Çağda Yemeğin Psikopolitikası mı, Anorektik Yamyamlık mı?

Mihalis Mentinis’in yemeğin ve yemek yapmanın psikopolitik fonksiyonunu farklı coğrafyalar ve disiplinler bağlamında ele alarak eleştirel bir inceleme sunduğu çalışması Yemeğin Psikopolitikası - Neoliberal Çağda Yemek Ritüelleri üzerine bir inceleme.

Neoliberal Çağda Yemeğin Psikopolitikası mı, Anorektik Yamyamlık mı?

Yemeğin Psikopolitikası başlığını bir kitapta gördüğünüzde ne düşünürsünüz? Kitabın bir de alt başlığı var: “Neoliberal Çağda Yemek Ritüelleri”. Mihalis Mentinis bu konu başlıkları ile merakımızı cezbediyor çünkü günde en az iki defa gerçekleştirdiğimiz, olması gereken, günlük sıradan ritüellerimiz arasında yerini alan yemek yeme aktivitemiz anne karnından itibaren süregelen sıradan bir mesele. Her gün “zaten” gerçekleştirdiğimiz yemek yeme işlevimiz ile ilgili Yemeğin Psikopolitikası bize ne anlatıyor olabilir ki? Neoliberal çağda yemek ağının kapitalist sistemdeki önemini mi? Sıradan olan yemek yeme ritüellerimizin psikopolitikasının bizi tahmin etmediğimiz sonuçlara ulaştıracağını mı? Evet, yemeğin psikolojimiz üzerinde çok etkisi var, değişmez sabit bilgi bu zaten ama psikolojinin yanına iliştirilen politika da neyin nesi? Yemek üzerine bunca dirsek teması ve bağlantı sonrası karşımıza nasıl bir manzara çıkacak dersiniz? Envai çeşit sorudan da anlaşılacağı üzere masanın üzerinde kuş sütü dahi var.

Tüm bunların yanı sıra özellikle 21. yüzyılın başından itibaren iklim krizi gerçeğiyle beraber uluslararası düzeyde herkesi etkisi altına alacak kıtlık da literatürümüze ciddi anlamda yerleşmiş durumda. Bir ayı geçkindir süregelen dünyanın tahıl ambarı olan Rusya ile Ukrayna arasındaki sıcak savaş da patlak verince yemeğin psikopolitikası daha da ciddiye alınması gerekli bir konu olarak dünyanın gündeminden düşmüyor. Yemekle bağlantı kurulan sebepler arasında okuyunca şaşıracağımız bir nokta daha var ki hem yemek hem de birbirleriyle bağlantısı kurulan, şaşırtıcı bu ayrıntı insan için yenilen yemeklerden sonra en yaşamsal şey:  “… Deleuze ve Guattari, makinesel bir asamblaj içinde “Bedenlerin zorunlu, kaçınılmaz ya da izin verilen alaşımını düzenleyen şeyin, her şeyden önce bir beslenme rejimi ve cinsellik rejimi” olduğunu ileri sürer. Bu görüş, neoliberal simgesel düzende şef figürünün merkeziyeti açısından argümanımıza katkıda bulunmaktadır. Bedenlerin birbirine karışmasının benliklerin birbiriyle karışmasıyla ayrışmaz bir şekilde ilintili olduğunu göz önünde tutacak olursak, çağdaş beslenme rejiminde kilit bir role sahip olan şef figürünün psikopolitik açıdan da önemli bir role sahip olduğunu söylemeye lüzum yoktur.” 

Cinsellik, Mihalis Mentinis’in yemek ile ilintili olarak kurduğu -karşılaştırmalı bir biçimde sorgulayarak kurduğu- en önemli bağ. Ayrıntı Yayınları’nın “İnceleme” dizisi kapsamında yayımlanan yukarıda alıntı yaptığım paragrafın devamında Mentinis, insanının yemek yeme ve cinselliği yaşayışının neoliberal çağda, psikopolitik düzeyde nasıl değiştiğinden bahsediyor. Karnınız açsa ve pandemiydi, sıcak savaş gerçeklerinin yeniden hortlamasıydı derken toplumsal olarak kıtlık bilinci içinde sürükleniyorsanız eğer, cinselliği yaşayabilmeniz böyle bir manzarada mümkün gözükmüyor. Beslenme düzenlerimizden tutalım da beslenme bozukluklarımız dahi değişecek gibi. Nasıl mı? Buyurun, yemekler soğumadan başlayalım.

"Io Sono L’Amore"dan Sahneler

Son Derece Yaşamsal, Son Derece Kapitalist ve Son Derece Sınıfsal

Yönetmen Luca Guadagnino’nun 2009 yapımı filmi Io Sono L’Amore’un (Benim Adım Aşk) bir sahnesi yemek yemenin cinselliği ne derece güçlü bir şekilde çağrıştırabileceği yönünde çok etkili bir örnek olarak aklımın bir köşesine yer etmiş bir sahnedir. Filmin öznesi Emma (Tilda Swinton) senelerdir Rus kimliği unutturulmuş, ismi dahi değiştirilerek İtalyan kültürüne adapte edilmiş zengin ailenin gelini olarak karşımızdadır. Kalıplara sığdırılmış yaşamı bir gün bir restoranda yemek yerken değişecek ve tüm yaratıcı unsurlarıyla çok iyi hazırlanmış bu sahnede Emma, minimalize bir sunumla bembeyaz tabağın ortasına yerleştirilen deniz mahsulünü bir sevişmeyi çağrıştırır şekilde, yüzünde beliren haz dalgalarıyla yiyecektir. Çok değil birkaç sahne sonra zihnimizde beliren sevişme gerçekleşir. Yemek yeme, doyum ve haz unsurları sırasıyla gerçekleşmiş Emma’nın yaşamı bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişmiştir. Kalıplarla oluşturulmuş zengin İtalyan ailenin yaşamı da.

Mihalis Mentinis, neoliberal çağda yemek yeme meselesini cinselliğin birkaç adım önüne çıkarıyor; fakat (ya da en azından eşitlemek istiyor) yiyerek doyma, sevişerek hazza ulaşma konusuyla temelde eşitlenebiliyor ve kendi kültüründen uzaklaştırılıp asimile edilerek kalıplar içinde yaşamak zorunda olan bir kadın için kurtuluş olabiliyor. Yani son derece yaşamsal, son derece neoliberalist, son derece sınıfsal düzeni sağlayabilmeniz için günde en az iki öğün olmak şartıyla son derece elzem olan yemek yeme ritüelimiz cinselliği ateşleyen başat unsurların başında geliyor hâlâ. Savaşlar çıksa dahi. Hatta savaşlar yemek yeme ve cinsellik unsurlarını -iki yaşamsal unsur olmalarından kaynaklı olarak- daha da tetikleyebiliyor.

“Doğrusunu söylemek gerekirse bugün artık yemek ve dolayısıyla beslenme rejimi, ahlak kurallarının bölgesi, bilimsel araştırma konusu, bireyselleşmeci düşünce anlamında ayrıcalıklı bir konum elde etme iddiasındadır ve dolayısıyla neoliberal asamblajın yeniden şekillenişinde daha önce olduğundan çok daha büyük bir öneme sahiptir. (…) ne yediğimiz, nasıl ve ne miktarda yediğimiz kim olduğumuzu belirlemede cinsel faaliyetlerimizden daha önemli (ya da en azından eşit) bir konuma yerleşmiştir.”

"Io Sono L’Amore"dan Sahneler

Yemek Ritüellerinin “Keşfe” Çıkan Tabiatı

“Yemeğin Psikopolitikası: Neoliberal Çağda Yemek Ritüelleri, dışta olanın özümsenmesi ile ilgilidir ve kaçınılmaz şekilde her zaman arafta bir cisim olan yemeğin, bedenden “dışarısının” ve ana akım psikolojinin tahakküm altına aldığı zihnin tabiatını keşfe çıkmaktadır.”

“Keşif” neoliberalizmin her kavram ile ilgili ortaya attığı en önemli tanım kelimesi ve Mentinis de bu kelimden yola çıkarak kitabın beş bölümü boyunca yemek, psikopolitika ve cinsellik konularını neoliberal çağın “değişen ‘yeni’ unsurları” üzerinden ele almak istemiş. Yemek yeme konusu odağında “yeni” olan ne varsa bir tür onu açıklama isteği -ya da ihtiyacı da denilebilir- beş bölüm boyunca ortaya konulmak istenen tezler arasında yer almakta. Aynı zamanda es geçemeyeceğimiz önemli bir katman olarak –tüm beslenme alışkanlıklarını ters düz eden yeni neoliberal çağ düşünüldüğünde- beslenme düzenleri ve beslenme bozuklukları arasında kültürel ve sınıfsal olarak yanlış anlaşılmış ikilemler üretilmesi de kitabın yazılma sebepleri arasında.

Kitabın içeriğine bölümler bazında birkaç adım daha girerek ilk bölüm itibariyle Mihalis Mentinis’in şef tanımından hareketle “Şef Sosyolojisi”ni ortaya koymak isteyerek şef figürünün romantize edilişi, gastronominin sofistike hâle getirilmesine ve yemekle ilgili kamuya mal olan otoriteyi de temsil eden şef figürlerinin neoliberal taleplerle baş etme yöntemlerini, yani konunun psikopolitik fonksiyonlarıyla ilgilenerek konu ile ilgili eleştirel psikolojik bir izahat sunmaya çalışması yemek yemenin ritüellerine genel hatlarıyla odaklanmamızı sağlıyor. Neoliberal sosyolojinin yaratıcı uyumluları şeflere şöhret kültürünün yükselişi ve kültürel sermaye sahipliği olarak bakan eğilimin aksine Mentinis, televizyon şeflerini salt ünlülere indirgeyen yaklaşımların onların benzersiz psikopolitik işlevlerini açıklamakta yetersiz kaldığına dikkat çekmek istiyor. Ülkemizde de yerli versiyonu yayımlanan Masterchef programını hatırlayalım. Bu programlar özde, işsizlikten ya da yoksulluktan neoliberal düzene yaratıcı uyum sağlama ritüellerinin nasıl işlediğini göstermek içindir ve şef figürü (veya şef olma vaadi) üzerinden kamusal beslenme/yemek yapma girişimlerinin sosyal/politik sonuçları görünür inceleme alanı olarak karşımızda belirir. Üçüncü bölüme geldiğimizde yemek adına sosyolojik düzeninin sömürüsünü daha net (ve sert bir örnekle) göstermek adına Şili örneğinden yol alan Mentinis, dördüncü bölüme geldiğinde yaşadığı ekonomik krizle neredeyse iflasın eşiğine gelerek yetersiz neoliberalleşmenin örneği olan, Doğu’dan Batı’ya geçişle kültüründeki, politikasındaki ve ulusal kimliğindeki Doğulu bileşenlere karşı Batılılaşan ülke örneği olarak Yunanistan’ı veriyor. İki ülke arasındaki yapısal zıtlıklara rağmen Mentinis’in bu iki ülkeyi örnek olarak göstermesi neoliberal çağda uçsuz bucaksız hâle gelen yeme-içme zincirinin Doğu-Batı aksında birbirini ne derece etkileyebileceğini göstermek.

Kitap dünya psikopolitika düzeninde oluşturulan “yeni iştahların” anorektik olmasına dikkat çekilmesi, sistematik olarak oluşturulan “iştaha karşı direnç”, “yemeği ret”, “yemekten kaçış” olarak nitelenecek yaklaşımların nedenleri üzerine durmasıyla noktalanıyor. Noktalanıyor demek ne kadar doğru bilemiyorum çünkü kitap aslında “Anorektik Yamyamlık” etiğini öngörecek argümanları çok şık bir sunumla son tahlilde -yemekten sonra yenilen tatlı misali- önümüze koyuyor. Çok şık bir sunumla servis edilen yemek tatlı da olsa böyle bir gerçekliğe karşı tüm iştahınız kaçıyor elbette; fakat yeryüzündeki pandemi ve Rusya-Ukrayna sıcak savaşına baktığımda patlak veren buğday, ayçiçek yağı krizi ile beraber besin zincirlerinin ciddi anlamda kırılarak bozulması yerkürenin Anorektik Yamyamlığa hızla sürüklenmesi değil de nedir, sorusunu gündemimize taşıyor. Bunun tam tersi bir dizi sosyo-psikolojik politikalar ile obeziteye dönüştürülebilecek yamyamlık gerçeğini de!

​Ayrıntı Yayınları’nın “İnceleme” dizisi kapsamında yayımlanan; Yemeğin Psikopolitikası: Neoliberal Çağda Yemek Ritüelleri’ni çeviren Nazlı Sinanoğlu İnanç’a da teşekkür ederim. Son olarak yaşamsal olan yemek yeme ritüellerimize son veremeyeceğimiz, sürekli çarpışma içerisinde olan böylesine neoliberal bir çağda kitabın kitaplığınızda olması dileğiyle.  

Başlıktaki görsel Christopher Boffoli'ye aittir.

0
7145
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage