23 AĞUSTOS, ÇARŞAMBA, 2023

Hayatın Ta İçinden Çıkıp Gelen Hikâyeler: “Küçük Meseleler”

Güzin Yalın ile hayatın içinden çıkıp gelen küçük meselelerin ve bu meseleleri yaratıp, yaşayıp çözenlerin hikâyelerini anlattığı yeni öykü kitabı Küçük Meseleler üzerine sohbet ettik.

Hayatın Ta İçinden Çıkıp Gelen Hikâyeler: “Küçük Meseleler”

Güzin Yalın kadar çok yönlü bir yazara rastlamak, bir kez rastladıktan sonra da okuru olmamak zor. Yemek üzerine hem kurgu hem kurgu dışı yazan, üniversitelerde öğretim görevlisi olarak bulunan, gezginliğinden vazgeçmeyen, yılda 100’ü aşkın tiyatro oyunu izleyen ve jürilik yapan Yalın’la okurun yolu kesişti yine. En son üç yıl önce Mutfak Okulu adlı romanı üzerine bir araya gelmiştik yazarla. Geçen ay İletişim Yayınları etiketiyle yeni öykü kitabı Küçük Meseleler kitapçılarda ve online raflarda yerini aldı. Kitabın arka kapağında yer alan “Küçük meseleler, hayatın ta içinden çıkıp gelen hikâyeler…” cümlesini odağımıza alarak söyleştik kendisiyle.

Beş öykü var Küçük Meseleler’de. Arka kapakta “hayatın ta içinden çıkıp gelen hikâyeler” diye tanımlanıyor kitap. Yazar olarak siz nasıl nitelendiriyorsunuz yeni kitabınızı?

Ben aslında hep insanları anlatmayı hedefliyorum sanırım. Öykülerim hep gözleme dayalı “insanlık hâlleri” tanıklıkları bana göre. O yüzden bence bu tanımlama çok yerinde. Çünkü “hayatın ta içinden” gelenlerin çoğu önünde sonunda insanla ilgili. Elbette yazdıklarım kurgu… Ama hayatın ta içinden çıkıp gelen küçük meselelerin ve bu meseleleri yaratıp, yaşayıp çözenlerin kurgulanmış hâli. İnsanları yazmak ve anlatmak deyince, bolca gözlem yapmak ve yaşananların izlerine sıkıca sahip çıkmak söz konusu oluyor. Herhangi bir gerçekten yola çıkarak, hayatla uyumlu bir kurgu oluşturuyorsunuz. Ve böyle başlayan öykü o kadar özgürce alıp başını gidiyor ki bazen başlangıçta size ilham vermiş olan o detayı öykünün sonunda tanıyamıyorsunuz. Bu benim genelde tüm öykülerim için geçerli bir durum.

Sizin kaleminizden an ve iç sesler akıyor genellikle. Baş kişinin uzun iç tiratları  -sayıklama diyemeyeceğimiz kadar akışkan- dikkat çekici. Öte yandan içe dönük değil asla karakter(ler); hep hayatın, yaşam ritminin içindeler. Ve bazen merkezde, bazen can alıcı ayrıntıda ille yemek var. İnsanı yemekle birlikte anlatmak ve anlamak mı sizin ana meseleniz?

Ben bir yandan da bu işin üniversitede dersini veren bir yemek kültürü uzmanı olduğum yani yıllardır bu alanda okuyup yazan, araştırıp bulan biri olduğum için yemek konusunun insanın iletişim kurması ve kendisini en yalın ve doğru şekilde, en kısa yoldan ifade etmesi için ne kadar güçlü bir araç olabildiğini en iyi bilenlerdenim. Anlattıklarımın hepsini şüphesiz başka kavramlar üzerinden de anlatabilirim ve meselem illa ve sadece insanı yemekle anlatmak diyemem ama yemek ve arkasında mevcut olan kültürel unsurlar o denli her tür hayatın içinde ve her cins insana mecburen yakın durumdalar ki bu yönde bağlantılar kurmak benim için bazen kaçınılmaz oluyor galiba...

Güzin Yalın

Yemek terminolojisi ile insanın yaşam sözlüğünü, günlük hayat dilini uyumlandırma ustalığınız çarpıcı. İlk öykü “Bezelye küçük, mide bulandırır…” da “Ne güzel sotelemiştim herifi!” diyorsunuz mesela. Burada 10 yıl önce basılan Laf Söyledi Bal Kabağı adlı kurgu dışı kitabınızı hatırlatmamak olmaz. Bu dil çalışmasının uzun bir geçmişi olmalı. Nerede, nasıl başladı bu merak, bu uğraş?

Dili düzgün ve çarpıcı biçimde kullanmak konusunda biraz takıntılıyım galiba. Bu konuşurken de böyle… Genelde sözü yarım bırakmam, düşük cümle kullanmam vs. Beynimin bu konuyla ilgili bölümü daha çalışkan herhalde. Annem edebiyat öğretmeni olduğu için düzgün Türkçe konuşmaya hep özen gösterir, bu da çocukluğumdan beri beni etkileyen bir faktör olmuştur mutlaka. Dolayısıyla, dilin benim için bir enstrüman hâline gelmesinin başlangıç tarihi için “kendimi bildim bileli” denebilir. Sonraları, Türk halk müziğine olan merakım sayesinde türkülerdeki yiyecek göndermelerinin çokluğu dikkatimi çekti ve böylece yıllar süren bir derleme dönemi başladı. Laf Söyledi Bal Kabağı dört yıldan fazla süren bir araştırma/derleme sürecinin sonunda ortaya çıktı. Anlaşılan bende de sık sık deyim ve atasözlerine başvurma alışkanlığı yaratmış ki Küçük Meseleler’i yazıp bitirdiğimde bir de baktım ki tüm çalışma dosyalarına isim olarak bir deyim/atasözü seçmişim. Hoşuma gitti bu durum ve dosya isimleri öykü isimleri olarak kaldı.

Öykü tasarımınızda yemek kadar İstanbul, mahalle kültürü, gelenekler de önemli yer tutuyor. Ancak güzelleme yapmıyorsunuz bunlara da. Bir nevi yüzleşme olanağı da bırakıyorsunuz sanki okura. Kara mizahla da sosluyorsunuz bir yandan. Ne dersiniz?

Evet, bu çok doğru. Tam da bunu yapmayı amaçlıyorum aslında. Hayat böyle bir şey çünkü. Güzelleme yapılamayacak tarafları çok fazla ve bunları görüp kabullenmek gerek. Ama bunu yaparken yani hayatla olduğu kadarıyla yüzleşirken, güzel tarafları hiç yokmuş gibi görmezden gelmek ve farkındalıkları illaki acı çekerek yaşamak da gerekmiyor çoğu zaman. Kendim hayata nasıl bakıyorsam, öyle yazıyorum galiba.

“Sağlam kafa, sağlam vücutta…” öyküsü farklı bir dokuya sahip. Çok medeni, pek modern, iletişim kanalları -sözde demeliyiz belki de- çok açık zamanımızdan bir kesit sunuyorsunuz. Sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme söylemlerine isyan bayrağı açan, yer yer güldüren, çokça düşündüren bir öykü. Hassas bir konuda okuru karanlığa da sürüklemiyorsunuz.

Sağlıklı yaşam ve sağlıklı beslenme konularının günümüzde çoğu kez yanlış bir açıdan ele alındığını, hatta kapitalist düzen tarafından sömürüldüğünü düşünüyorum. Ama bu öykünün başka bir özelliği de var. Burada anlattıklarımı birebir yaşadım ben. Ve o olayı yaşarken saçmalığına tahammül edebilmek için nasıl bir tavır aldımsa, öylece aktardım. Ben karanlığa düşmeden yaşamayı başardım. Demek ki bu yüzden, eğer becerebildimse okurun da karanlığa düşmeden düşünmesini sağlamış olmalıyım.

Yerel, bizden hikâyeler anlatıyorsunuz ama yer yer bir dünya gezgini olmanızın izlerini de yakalıyoruz metinlerde. Anı da karakterleri de tariflerken evrensel bir konuma kavuşturuyorsunuz kişiyi de mekânları da. Gezmek yazan insana neler katar, onu nasıl besler?

Benim öykülerimde aktardıklarım, yaşayıp, görüp, okuyup, izleyip dağarcığıma kattıklarımın üzerine heves/hayal edip yaratabildiklerimi inşa etmemle oluşuyor. O yüzden bu birikime katkıda bulunan her şey tabii ki beni çok besliyor. Seyahat etmek benim bu anlamda en değerli kaynaklarımdan birisi. Ben genellikle yazabilmek için gezenlerden değilim. Bu da çok mümkün tabii ama ben öykülerimdeki karakterlere kavuşturduğumu düşündüğünüz evrensel konumu kendim için kovalamak üzere seyahat ediyorum. Bu “evrensel” sözcüğünü de tabii ki pejoratif anlamının çok ötesinde bir derinlikte kullanıyorum. Her seferinde kendimi yepyeni bir başka dünyanın daha, tüm nimetleriyle birlikte, ortağı olarak bulabildiğim için geziyorum. Sanırım öykülere bu yansıyor. Yani kısacası, yazdıklarının gezilen yerlerle hiçbir ilgisi olmasa da bu beslenme şüphesiz yazara çok şey katıp karakterlerine yansıyor, onların daha gerçek olmasına yardım ediyor.

Teatral yanları da çok belirgin metinlerin. Tiyatroyla yakın ilişkinizin etkisi mi yoksa sahnelenmelerini de tasarlayarak mı yazıldı bu öyküler?

Öyküler hiçbir zaman sahnelenmeleri tasarlanarak yazılmadı ama sanırım tiyatroyla sözünü ettiğiniz yakın ilişkiden dolayı yani aklımın bir tarafının hep tiyatroda olmasından ötürü, farkında olmadan ortaya böyle bir durum da çıktı. Giderek daha fazla, yazıp bitirdiğim her öyküyü tekrar okuduğumda sahneye ne kadar yakışacağını düşünürken veya sahneye uyarlansa anlatıcısının kim olabileceğini hayal etmeye çalışırken buluyorum kendimi.

Otobiyografik izler var mı bazı öykülerinizde? Mesela “Neyse halim, o çıksın…” da sanki çok iyi tanıdığınız birini anlattığınız izlenimine kapılmamak zor.

Otobiyografik izler elbette var öykülerimde; özellikle de yarattığım “anne” karakterlerinde. Hatta bir ara ne yazmaya başlasam sonunda annemi yazmaya döndüğümü düşünüp panik olmuşluğum bile var! Bu, çok güçlü bir karakter olan annem ile ilişkimin özelliklerinden kaynaklanıyor tabii ki. Aslında zaten yazdığım her öyküde ve yarattığım her karakterde (her ne kadar bir noktadan sonra hiç müdahale edemeden o karakterin kendisini yaratmasını izlemek durumunda kalsam da!) gerçek hayatta rastladığım bir şeylerin izi var. “Neyse halim, o çıksın…”daki karakterler, hayatımda hep var olan veya yolumun kısa bir süre kesiştiği birilerinin sentezleri diyebiliriz. Ama bu öyküde, galiba daha ziyade biraz özlemlerim de var. Gülmeyin ama, “alaturka” denilebilecek türden, aile içi, kadınlar arası bir dertleşme/sığınma birlikteliğini gerçek anlamda hiç yaşayamamış olmanın eksikliğini hissetmişim galiba ömür boyu. Bu öykü de sanırım bunun bir yansıması…

Kapanış öyküsü “Kaçabilen en büyük balık…”ı bitirdiğimizde birden kitabın bütünüyle ilgili bir tespit kendini önümüze koyuyor. Beş öyküdeki kadın karakterler oldukça güçlü kişiler. Erkeklerle kıyasladığımızda daha belirgin hale geliyor kararlılıkları, mücadeleci yönleri. Ancak bunu çok sakin, serin bir tonda vermişsiniz.

Sakin ve serin çünkü aslında tasarlama anlamında böyle bir mesaj vermeye hiç niyetim olmadı. Böyle bir sonuç çıktı, evet. Ama sadece bu durum zaten çoğu kez gerçeğin ta kendisi olduğu için kendiliğinden ortaya çıktı. Belki tesadüf, belki de bilinçaltı, niyetlendiğimin çok ötesinde “kadın öyküleri” yazmış oldum bu kitapta. Bunun sonucunda da sanırım kitap bittiğinde akılda kalan doğal olarak kadınların gerçekte zaten var olan bu özellikleri oldu.   

Sıradan görünen her insanda istisnai bir vasıf olduğunu fısıldıyor sanki öyküleriniz. Meseleler küçük ama hiçbir insan küçük değildir der misiniz? Yazardan duymak isteriz…

Galiba tam da bunu diyorum aslında… Hayat... Böyle bir şey. “Küçük” olarak nitelediğimiz meseleler, yaşayan için yaşarken kocaman değiller mi zaten? Hayatın tüm “büyük” meseleleri bu küçücük gibi gözükenlerin bileşkesidir belki de… Dolayısıyla böyle bir meseleler bileşkesi hayatı, sürdürmeyi, göğüslemeyi, renklendirmeyi, önce bozup sonra onarmayı, kısacası dibine kadar yaşamayı beceren insan küçük olabilir mi hiç?

Kitap çıktı. Şimdi neler var gündeminizde? Yeni öyküler, bir roman veya bir oyun?

Gündemde yeni bir öykü kitabı her daim var. Bu kez derdini yemek aracılığıyla değil de farklı bir kavram üzerinden anlatan öyküler oluyor galiba. Yani derdi yine insanı anlatmak hepsinin ama bu sefer kullandığım enstrüman biraz daha değişik. Ben kısa yazabilen birisi değilim. O yüzden de öyküler bazen alıp başını gidiyor. Anlatmak istediklerim kafamda detaylandıkça kısa öykü olmaktan çıkıyor yazdıklarım. Roman demiyoruz henüz ama, bakalım… Zaten şimdilik ilk sırada kurgu dışı bir kitap var. Dünya mitolojilerinde yemek kavramının yerini bereket tanrıçaları üzerinden anlatan bir çalışma ile halleşip duruyorum epeydir. Yakında önce o biter artık diye düşünüyorum.

​Oyuna gelince… Bir süredir hayalim bu doğrusu… İki büyük tutkumu, yazmayı ve tiyatroyu bir araya getirecek bir şey olduğu için belki. Ama tabii bu yaratıcılık ve yazma becerisi kadar bambaşka bir teknik ve birikim de gerektiren bir konu. Ben şimdilik o yolun daha çok başındayım diyelim.

Başlıkta kullanılan eser künyesi: 

Georgia O’Keeffe (American, 1887-1986)
Purple Leaves, 1922
Oil on canvas mounted on board
Bequest of Virginia Rike Haswell
1977.60

0
3120
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage