19 HAZİRAN, ÇARŞAMBA, 2013

Bir Şiir Dervişini Yitirdik...

Sait Maden... Şair, çevirmen, yayıncı, ressam, fotoğrafçı, grafik tasarımcısı... Bir Şiir Dervişi'ni yitirdik... Dünyadan geçip giden varlığına Saygı, Sevgi ve Teşekkürle...

Bir Şiir Dervişini Yitirdik...

Sait Maden... Şair, çevirmen, yayıncı, ressam, fotoğrafçı, grafik tasarımcısı... Bir Şiir Dervişi'ni yitirdik...

Dünyadan geçip giden varlığına Saygı, Sevgi ve Teşekkürle...

Şiir dervişi: Sait Maden
(Yüzlerce, Haydar Ergülen)

Az bulunur çokadam. Hiç yokmuş gibi varadam. Kendini unutturmak ister mi bilinmez ama pek hatırlatmak istemediği bilinir. O yüzden akla az gelir, fakat gelince de, Sezai Karakoç’un “yoktur gölgesi Türkiye’de” dizesinde dediğince gelir, bir ülke gibi gelir. Dört tarafı şiirle, tasarımla, kitaplarla, çeviriyle çevrilmiş bir ülke. Hem ada, hem ülke. Ada-ülke. Bir ülke düşünün ki gönüllü olarak dört adaya paylaştırsın kendini, hem hiçbiri diğerlerinden şikayet etmesin, hem o hepsine eşit davransın ve bir kuyumcu terazisiyle tartılacak bu hüneri için terazi de kullanmasın, hak geçmesin diye terazitutmazlardan olsun. Terazitutmazlar, hak geçmesin diye teraziye ellerini sürmeyenler. Olur ya elleri titrer.

Terazi yerine pergel, cetvel, mürekkep, harf, cümle ve dize kullanan, hayatı, şiiri, kitapları onlarla oluşturup biçimlendiren adam. Adaların ürünlerini, say ki zeytin, limon, incir, üzüm, onlarla paylaştıran, dağıtan adam. O adil davrandıkça verimi de artmış ürünlerin bereketi de. Her şey nara toplanmış sanki. O da bu cömertlikten ve titizlikten payını almış elbette.

15 yaşındayken İstanbul dergilerinde şiirleri yayımlandığında, doğduğu şehirdeki bazı yaşlı adamlar ‘Bak, bak Sait Maden’ diye tanırlarmış onu.  1974 ya da 75, şiiri de edebiyatı da kendisini de nereye bıraktığını bilemediğim arkadaşım Ömer Ateş Kızıltuğ’la, Ankara’dan İstanbul’a bir gelişimizde, şimdiki The Marmara otelinin önünden yürürken görüp birbirimize ‘Bak, bak, Sait Maden geçiyor!’ dediğimizi hatırladım. Bunu herhalde bir 30 yıl sonra Sait Maden’e söyledim. Aynı Sait Maden’e. Çoğu kere, 30 yıl önce gördüğünüz birini, onca yıl sonra kendisine değil de başka birine anlatıyormuş gibi olursunuz çünkü.

Her sabah 9 vapuruyla Kadıköy’den Eminönü’ne gelen ve her akşam saat 5 vapuruyla Kadıköy’e dönen, uzun saçlarıyla, yıllardır, değiştirse de, aynısını kullandığı geniş çerçeveli kemik gözlükleriyle, çantasından çıkarıp okuduğu kitabıyla, hiç eskimeyen eski adam, eskiyeni adam. Cemal Süreya’nın ‘İspanyol asilzadesi’ne benzettiği ‘şık derviş’. ‘Özgünlük’ anlamında yine şık, yine derviş meşrep, saçları uzun bir yolculuğa önceden hazırlanmış. O yüzden hep böyle uzun ve dervişlikten yalvaçlığa giden yolda beyazlamış gibi.

Uzun bir yolculuk. 1932 Çorum doğumlu. Güzel Sanatlar Akademisi’nde Bedri Rahmi’nin öğrencisi. Sonra kendinin öğretmeni ve öğrencisi, ve her zaman usta şairlerin öğrencisi, kendini onların çırağı görüyor. Yalvaçları hatırlatan bir tevazu. ‘Bu tevazunun ardında kendine, gücüne, kalemine, çizgisine güvenen biri var’ demek bile gücüne gidebilir. Masum ve sonsuz bir hayranlıkla besleniyor şiir anıtlarından, erenlerinden. Ama en çok ikisinden: Baudelaire ve Fuzuli. 14 yaşında tanır Fuzuli’yi. Onun için Osmanlıca, Baudelaire için Fransızca, sonra da Lorca için İspanyolca öğrenir. Lorca’nın tüm şiirlerini çevirir. Eluard’dan Mayakovski’ye, Paz’dan Aragon’a, Poe’dan Neruda’ya, diğerlerini de. Neruda çevirileri için Şili hükümeti altın madalya ile onurlandırır onu.

Sabırlıdır, Eyüp sabrı demek gerekir, sözcükler ve çizgilerle uğraşır çocukluğundan beri, terzilerin piri İdris Peygamberle aynı işi yaptığı söylenebilir, işinin inceliğinden, zarafetinden, göznurundan ötürü. Doğan Hızlan ‘Dünya şiirinin Atlas’ı’ diyor, mitolojiye göre sırtında göğü taşımak zorundadır. Kendi portresini bir gözünde kuş, bir gözünde kedi olarak çizmiştir: Dünyagörüşü. ‘Koyun kurt ile’ gezmese de, onun gözünde kedi ile kuş barış içindedir, ‘ikigözü’dür. Şiiriyle, destanlarıyla yeryüzünü Türkiye’ye getirmeyi sürdürüyor. 8000’den fazla kitap ve dergi kapağı yapmış. Onlara bakınca herkes kendi ‘kısa Türkiye tarihi’ni görebilir, avangardlardan toplumculara, klasiklerden modernlere, şiirden romana, siyasetten tarihe kitapları güzelleştiren, değerlerini artıran kapaklar onun elinden çıkmış.

“Şiirin Dip Sularında” sözün derinliğini ölçen bir dalgıç yalvaç.

"Çağımızda Söz'ün Büyüsü Yok Oldu, Kutsallığı Yitti"
(Söyleşi: Sait Maden / Nurduran Duman - Yasakmeyve, Ocak-Şubat 2007)

Sait Maden. Şair. Bu söyleşi Şair Sait Maden’in nasıl şiirsiz yaşayamadığı üzerine kurulmuştur. Şiir yazmadığı ya da yazamadığı zamanlarda ise şiir çeviren bir şiir kuyumcusunun üstüne.

‘Kaktüs ve Çikolata’. Bilenler çok iyi bilir, Sait Maden’i Cağaloğlu yokuşundaki Çekirdek Yayınları’nda ziyaret etmenin ödüllerinden biri altın yaldızlı kâğıtla sarılmış çikolatalardır. O çikolatalardan benim de payıma epeyce düştüğünü belirtmeliyim. Kaktüs ise kendisiyle ‘şiir’den başka ortak bir yönümüz olduğunu keşfetmemizi sağladı: Varlığa duyduğumuz saygı, evren için hissettiğimiz tutkulu merak. Nasıl olduysa, bilgisayar ekranının yanı başındaki minik kaktüslere geldi söz. Benim de bir kaktüs çiçeğim var. Bir arkadaşım birkaç yıl önce, sürekli bilgisayar başında çalışıyorum diye hediye etmişti: Kaktüsler bilgisayarların yaydığı zararlı ışınları üzerlerine çekermiş. Bunu Sait Maden’e söylediğimde çok şaşırdı ve kaktüsler için üzüldü. Sözün arkasını tahmin edebilirsiniz: Yaprak, yaprağın damarları, dal, ağaç. Ağacın kardeşliği…

ND-    Şiir yazmaya Çorum’da, çocukluk yıllarında başladınız. İlk şiirleriniz 1946-1950 arasında Yedigün dergisinde, daha sonraki şiirleriniz ise Türkçe, Soyut, Yazko Edebiyat, Somut, Varlık, Adam Sanat, Gösteri gibi dergilerde yayınlandı. Şiir yolculuğunuzdan biraz söz edebilir misiniz?

SM-    Şiire on üç yaşında başladım. İlk şiirimi on dört yaşında yayınladım. Bunlar daha çok Ahmet Haşim ve Yahya Kemal etkisinde aruzla yazılmış şiirlerdi ve bu şiirler 1950’ye kadar İstanbul’daki bazı dergilerde yayınlandı. 1949’da İstanbul’a geldim ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrenimime başladım. Çünkü bendeki resim yeteneğini gören ailem ve çevrem özellikle bu okula girmemi istiyordu.

İstanbul’da güncel şiiri tanıdım: Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat ve toplumcu gerçekçi şairlerin şiirleri. Ben de yazmakta olduğum şiirin yönünü bu doğrultuda değiştirdim. 1960’a kadar sürdü bu yönelim. Ama on beş yıllık bir çaba sonunda, geriye dönüp bakınca yazdığım her şeyin bir kocaman sıfır olduğunu gördüm ve hepsini yırtıp attım. Bu arada değişik dillere çalışıyordum: Fransızca, İngilizce, Latince, İspanyolca ve elbette Osmanlıca.

ND-    Cemal Süreya sizin hakkınızda yazdığı bir yazıya “Fransızca öğretmeni Baudelaire’di” diye başlık atmış 27 Temmuz 1976 tarihli Politika gazetesinde. “Baudelaire kendisinin Fransızca öğretmeni olduğunu öğrenseydi ne kadar şaşırırdı kimbilir? Evet, Sait Maden Fransızcayı Baudelaire’den öğrenmiştir. Öğrencilik yıllarında ‘Les Fleurs du Mal’i cebinde taşıya taşıya almıştır ilk Fransızca derslerini. Daha o sıralarda bu temel yapıtın bütününü çevirmiş, beş on kez yeniden elden geçirmişti” diyor. Diğer dilleri de böyle mi öğrendiniz?

SM-    İngilizce’yi Poe, İspanyolca’yı Lorca, Rusça’yı Mayakovski için, onları kendi dillerinde okuyup, çevirebilmek için öğrenmeye çalıştım.

Bu değişik dilleri şairlerin dilinden öğrenmeye çalışarak uğraş verdiğim sırada, Baudelarie’den çevirdiğim bir şiir (Moesta et Errabunda: Hüzün ve Serseri) Varlık dergisinin düzenlediği çeviri şiir yarışmasında birincilik ödülü aldı.

ND-    1960’da yeni bir şiire yöneldiğinizi söylediniz. 1960’tan 1996’ya kadar yazdığınız tüm şiirlerin sadece ilk kitabınız olan ‘Açıl Ey Gizem’deki şiirleri oluşturduğunu söyleyemeyiz sanırım.

SM-    Hayır. İlk kitabımı değil, yayınlamış olduğum dört kitabımı ve yayına hazır başka kitaplarımı da oluşturan şiirler.

ND-    Kitaplarınızın dördüne de bakıldığı zaman her birinde farklı bir yapılanma, farklı bir ileti, farklı bir amaç görüyoruz. Neden?

SM-    ‘Açıl Ey Gizem’ bir bireyin kişilik oluşumunun serüvenini anlatıyor. Bir kömür parçasının yeraltında zamanla elmasa dönüşmesi gibi, bir kum tanesinin istiridye karnında inciye dönüşmesi gibi, bir kişinin de en karanlık olumsuzluklardan geçerek aydınlığa, yeni ve üst düzey bir kimliğe kavuşmasının iç serüvenini anlatıyor bu kitap.

ND- Sanırım kitabın ilk şiiri Çöl’deki “Çöl yürüyor –duyuyor musun?- / düşüncenin dibinden, usun / arasından sızıp sinsice, / gizli kollar edinip nice / en sona, en derine doğru, / en varılmaz yerine doğru / insanın.” dizeleriyle, son şiir ‘Düş Yolcuları’ndaki son dize “Yandık ve bir parıltıya döndük zaman boyu.” aslında bu serüvenin sürdüğü ve bıraktığı izden pek çok ipucu veriyor.

“Anamın yüzü: bir zamanlar / Ferhat’ın külünkle deldiği / kayadan fışkırıp taşan su / döne döne inmiş ovaya, / yürümüş kıvrıla büküle / yollar boyu, tarlalar boyu / sürmüş beyaz koyunlarını ileri, durmadan ileri, …” dediğiniz ‘Yol Yazıları’ için nasıl bir serüven söz konusu?

SM-    ‘Yol Yazıları’, kişinin kendi yaşam alanlarıyla, kendi coğrafyasıyla ve o coğrafyanın sergilediği renk, kültür, tarihsel birikim gibi ögelerle birleşmesini ve bütünleşmesini anlatıyor.

ND-    Peki, “Hiçlemeler’ ve ‘Şiirin Dip Sularında’ için neler söyleyeceksiniz?

SM-    ‘Hiçlemeler’; insanın kendi toplumuyla, o toplumun tarihsel birikimiyle, o birikimin kişiye yüklediği her türlü olumsuzlukla yapılan bir hesaplaşma... ‘Şiirin Dip Sularında’yı ise şu doğrultuda anlamlandırmak gerekir: Bir ozanın kendini, yaşama, ana varlığa (buna Tanrı gibi, evren gibi, dirimsel öz gibi adlar verilebilir) bağlayan tek malzemesi dildir. Dolayısıyla sözcükler insanın kendi somut varlığının parçaları gibi son derece yaşamsal, canlı ve her türlü etkiye, etkileyiciliğe açık varlıklardır. Bu kitaptaki şiirler, bu varlıklarla içli dışlı olmuş, onlarla birebir kavgaya tutuşmuş, yenmiş, yenilmiş bir ozanın verdiği savaşımı anlatıyor.

ND-     Niçin kitaplarınızı yayınlamak için bu kadar uzun süre (35 yıl) beklediniz?

SM-    Yazdığım her şiiri üç yıl, beş yıl, on yıl salamuraya yatırdım; ilk yazdığım zamanki tadı alabilir miyim diye. Kimi şiirler bu uzun süreye dayandılar, kimileri dayanamadılar: dil açısından, etkileyicilik açısından ya da başka bakımlardan. Bu ikincileri defterden sildim. Arkasından başka bir uğraş başladı. Şu: bu kendini kurtarmış şiirleri hangi bağlamda, hangi düzlemde, aralarındaki hangi ilişkilerden dolayı bir araya getirecektim? Bir yapıt, bir mimarlık ürünü gibi somut bir bütünlük göstermesi gereken yaratıdır. Nasıl Süleymaniye Camii’nin bir tek taşını yerinden oynatamıyorsak, bir şiir kitabındaki herhangi bir parçayı da bulunduğu yerden alıp başka bir yere koymamalıyız. Yoksa o yapı çöker. İşte bu anlayışla yıllar yılı her bir şiirim için kendine uygun, bütünü sarsmayacak, bütüne de destek olacak bir yer aradım. Bu da çok doğal olarak uzun yıllar sürdü.

ND- Cemal Süreya 1988 yılında İzdüşümler’de yazdığı bir yazıda “Birlikte yetiştiği kuşak onu belirlemez; o da kendi kuşağını tam anlamıyla anlatıyor değildir. Yine de 1950 kuşağına, ya da ondan hemen önceki kuşağa bakarken, ona da göz atmak gerektir. Sait Maden, bir önceki, hatta iki önceki kuşaktan da etkiler almış biri” diyor. “Kuşağını şiirinde ve çizgisinde belli etmez. Ama, tuhaf bir biçimde, şiir çevirileri (belki de dil girişiminden ötürü) kuşağın özlemleriyle buluşur” diye de ekliyor. Neredeyse tüm şiir hareketlerine şahit oldunuz. Garip, İkinci Yeni, 80 şiiri ve şimdi bizim yazdığımız 2000ler…Hangi dönem sizi daha çok etkiledi? Bana göre çok farklı bir şiiriniz ve başka bir şair duruşunuz var; siz kendinizi bağımsız bir şair olarak görüyor musunuz?

SM-    Her türlü oluşumdan, yerli yabancı her türlü etkiden uzak biriyim ben. Kendi dilimdeki hiçbir şairin ya da değişik dillerden çevirdiğim hiçbir şairin en ufak etkisi yoktur şiirimde.

ND-    Sizin için Fethi Naci “Şiir emekçisi”, Cemal Süreya “Şık derviş. Diller arası bir adam” Şükran Kurdakul “Bulunmaz şiir tutkunu. Sözcüklerle savaşımında kendini esirgemeyen”, Turgay Gönenç “ Şiir

simyacısı”, Mehmet Fuat “Dili bir kuyumcu gibi işledi”, Doğan Hızlan ise “Dünya şiirinin Atlas’ı” diyor.

Konuşmamızın başında sevdiğiniz şairlerin şiirini çevirmek için öğrendiğiniz dillerden söz etmiştik. Bu alandaki çalışmalarınızı sıralayacak olursak Yeryüzü Şiiri, Yeryüzü Destanları, Çağdaş İspanyol Şiiri, Fuzûli: Bugünün Diliyle Seçmeler, Charles Baudelaire: Kötülük Çiçekleri ve Apaçık Yüreğim, Federico Garcia Lorca: İlk Şiirler, Cante Jondo Şiiri, Çingene Romansları / Ozan New York’ta, Tamarit Divanı ve Başka Şiirler, Pablo Neruda: 20Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı, Kara Ada Şiirleri, Louis Aragon: Elsa’ya Şiirler, Vladimir Mayakovski: Şiirler, Octavio Paz: Güneş Taşı, Edgar Poe: Örneklerle “Şiirin İlkesi”, Blaise Cendrars: Küçük Zenci Masalları, Kristof Kolomb: Seyir Defterleri. Yakında da Gılgamış Destanı, Cinayet Granada’da İşlendi (Lorca’nın Yaşam ve Ölüm Serüveni) ve Paul Eluard (Şiirler) adlı yapıtların yayımlanacağını biliyorum.

Keşfettiği her yeni şiiri çevirip, Türk Edebiyatı okuru ve şairiyle kendince paylaşmadan duramayan bir şair olarak sormak istiyorum; şiirinizden ve şair kimliğinizden zaman zaman daha çok ilgi gören bu çeviri uğraşını niye verdiniz? Bu fedakârlık niye? Ya da şöyle sormalıyım sorumu belki de: Neden özellikle şiir çevirdiniz?

SM-    17-18 yaşıma kadar Türk Şiiri’nin bütün geçmişini, halk şiirini, divan şiirini yutarcasına okumuştum. Kendimi beslemek, şiir açlığımı gidermek için başka kaynaklar arıyordum. Bu yüzden değişik dillere, değişik ozanlara yönelmek zorunda kaldım. Şu da var, aslında şiirsiz geçen hiçbir zamanım olmadı. Sadece şiir yazamadığım zamanlarda aradaki açıklığı şiir çevirerek kapattım. Şiirsiz yaşayamam çünkü.

ND-     Size bir konuda özellikle teşekkür etmek istiyorum. Edgar Allan Poe ile ilgili. Tesadüf mü yoksa sizin deyişinizle ana varlığın bana yaptığı bir iyilik mi bilemiyorum ama bunu sizinle paylaşmalıyım: Sabaha kadar Edgar Allan Poe hakkında çalışıp, araştırmalar yaptığım, İngilizce olan prensip ve makalelerini toparladığım iki uykusuz gecenin ertesi günüydü, sizinle Yasakmeyve dergisinin asansöründe karşılaştık. O gün size Poe’ya karşı aniden duymaya başladığım bu aşırı ilgiden hiç söz etmediğim halde, bana ‘Edgar Poe-Örneklerle Şiirin İlkesi’ adlı çalışmanızı hediye etiniz. Şaşkınlık içinde kabul etmiştim, çünkü Poe’nun şiir serüvenine merak saralı henüz iki gece bir sabah olmuştu. Elbette coşkuyla inceledim eseri. Hatta hakkında yazdığım yazı Varlık dergisinin Kasım sayısında yayınlandı. Kitaptan çıkardığım kadarıyla şunu özellikle sormak istiyorum: Çağdaş Türk Şiiri’nin (hatta çağdaş dünya şiirinin de) Baudelaire’den etkilenip önemli bir gelişim gösterdiği biliniyor. Kitaba göre Baudelaire de kendi şiir çatısını Poe’nun söylediklerine dayanarak kuruyor. Türk şiiri’nin Batı’ya açılımında Baudelaire’in katkısı düşünülürse, Poe’nun da Türk şiirini dolaylı yoldan etkilediğini söyleyebiliriz. Sizce Poe’nun Baudelaire’i etkilediği asıl nokta ne olmuştur? Bu etkileşimi anlamaya çalışmamız, modern Türk şiirinin gelişim serüvenini de anlamamıza yol açabilir mi?

SM-    Öz şiirin, gerçek şiirin sınırlarını dünya şiir tarihinde Poe kadar sağlam belirleyen bir başka ozan yoktur. Baudelaire ise onun ‘Şiirin İlkesi’ adlı yapıtındaki düşünceleri ilk anlayan ve kendi şiirine uygulayarak şiir yaratısının doruğuna yükselen bir kişi. Türk şiirini, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Ahmet Hamdi’ye, Ahmet Muhip’e, Cahit Sıtkı’ya kadar gelen kuşağı beslemiş, yönlendirmiş bir ozan. Dolayısıyla yakınçağ şiirimiz Poe üzerinden Baudelaire’e, Baudelaire üzerinden bu saydığım ozanlara yansıyarak oluşmuştur.

ND-    Ressam olduğunuzu biliyoruz. Ayrıca çağdaş grafik sanatında çok belirgin bir yeriniz var. Bir öncüsünüz. Şiirinize bu yönlerinizin etkileri nasıl yansıdı?

SM-    Şiirimi oluşturan her şeyi somut birer varlık olarak yansıttım. En soyut bir düşünce bile benim şiirimde elle tutulur, gözle görülür bir nesne olarak yer alır. Ressamlığımdan ileri gelen bir yönelim bu.

simyacısı”, Mehmet Fuat “Dili bir kuyumcu gibi işledi”, Doğan Hızlan ise “Dünya şiirinin Atlas’ı” diyor.

Konuşmamızın başında sevdiğiniz şairlerin şiirini çevirmek için öğrendiğiniz dillerden söz etmiştik. Bu alandaki çalışmalarınızı sıralayacak olursak Yeryüzü Şiiri, Yeryüzü Destanları, Çağdaş İspanyol Şiiri, Fuzûli: Bugünün Diliyle Seçmeler, Charles Baudelaire: Kötülük Çiçekleri ve Apaçık Yüreğim, Federico Garcia Lorca: İlk Şiirler, Cante Jondo Şiiri, Çingene Romansları / Ozan New York’ta, Tamarit Divanı ve Başka Şiirler, Pablo Neruda: 20Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı, Kara Ada Şiirleri, Louis Aragon: Elsa’ya Şiirler, Vladimir Mayakovski: Şiirler, Octavio Paz: Güneş Taşı, Edgar Poe: Örneklerle “Şiirin İlkesi”, Blaise Cendrars: Küçük Zenci Masalları, Kristof Kolomb: Seyir Defterleri. Yakında da Gılgamış Destanı, Cinayet Granada’da İşlendi (Lorca’nın Yaşam ve Ölüm Serüveni) ve Paul Eluard (Şiirler) adlı yapıtların yayımlanacağını biliyorum.

Keşfettiği her yeni şiiri çevirip, Türk Edebiyatı okuru ve şairiyle kendince paylaşmadan duramayan bir şair olarak sormak istiyorum; şiirinizden ve şair kimliğinizden zaman zaman daha çok ilgi gören bu çeviri uğraşını niye verdiniz? Bu fedakârlık niye? Ya da şöyle sormalıyım sorumu belki de: Neden özellikle şiir çevirdiniz?

SM-    17-18 yaşıma kadar Türk Şiiri’nin bütün geçmişini, halk şiirini, divan şiirini yutarcasına okumuştum. Kendimi beslemek, şiir açlığımı gidermek için başka kaynaklar arıyordum. Bu yüzden değişik dillere, değişik ozanlara yönelmek zorunda kaldım. Şu da var, aslında şiirsiz geçen hiçbir zamanım olmadı. Sadece şiir yazamadığım zamanlarda aradaki açıklığı şiir çevirerek kapattım. Şiirsiz yaşayamam çünkü.

ND-     Size bir konuda özellikle teşekkür etmek istiyorum. Edgar Allan Poe ile ilgili. Tesadüf mü yoksa sizin deyişinizle ana varlığın bana yaptığı bir iyilik mi bilemiyorum ama bunu sizinle paylaşmalıyım: Sabaha kadar Edgar Allan Poe hakkında çalışıp, araştırmalar yaptığım, İngilizce olan prensip ve makalelerini toparladığım iki uykusuz gecenin ertesi günüydü, sizinle Yasakmeyve dergisinin asansöründe karşılaştık. O gün size Poe’ya karşı aniden duymaya başladığım bu aşırı ilgiden hiç söz etmediğim halde, bana ‘Edgar Poe-Örneklerle Şiirin İlkesi’ adlı çalışmanızı hediye etiniz. Şaşkınlık içinde kabul etmiştim, çünkü Poe’nun şiir serüvenine merak saralı henüz iki gece bir sabah olmuştu. Elbette coşkuyla inceledim eseri. Hatta hakkında yazdığım yazı Varlık dergisinin Kasım sayısında yayınlandı. Kitaptan çıkardığım kadarıyla şunu özellikle sormak istiyorum: Çağdaş Türk Şiiri’nin (hatta çağdaş dünya şiirinin de) Baudelaire’den etkilenip önemli bir gelişim gösterdiği biliniyor. Kitaba göre Baudelaire de kendi şiir çatısını Poe’nun söylediklerine dayanarak kuruyor. Türk şiiri’nin Batı’ya açılımında Baudelaire’in katkısı düşünülürse, Poe’nun da Türk şiirini dolaylı yoldan etkilediğini söyleyebiliriz. Sizce Poe’nun Baudelaire’i etkilediği asıl nokta ne olmuştur? Bu etkileşimi anlamaya çalışmamız, modern Türk şiirinin gelişim serüvenini de anlamamıza yol açabilir mi?

SM-    Öz şiirin, gerçek şiirin sınırlarını dünya şiir tarihinde Poe kadar sağlam belirleyen bir başka ozan yoktur. Baudelaire ise onun ‘Şiirin İlkesi’ adlı yapıtındaki düşünceleri ilk anlayan ve kendi şiirine uygulayarak şiir yaratısının doruğuna yükselen bir kişi. Türk şiirini, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Ahmet Hamdi’ye, Ahmet Muhip’e, Cahit Sıtkı’ya kadar gelen kuşağı beslemiş, yönlendirmiş bir ozan. Dolayısıyla yakınçağ şiirimiz Poe üzerinden Baudelaire’e, Baudelaire üzerinden bu saydığım ozanlara yansıyarak oluşmuştur.

ND-    Ressam olduğunuzu biliyoruz. Ayrıca çağdaş grafik sanatında çok belirgin bir yeriniz var. Bir öncüsünüz. Şiirinize bu yönlerinizin etkileri nasıl yansıdı?

SM-    Şiirimi oluşturan her şeyi somut birer varlık olarak yansıttım. En soyut bir düşünce bile benim şiirimde elle tutulur, gözle görülür bir nesne olarak yer alır. Ressamlığımdan ileri gelen bir yönelim bu.

simyacısı”, Mehmet Fuat “Dili bir kuyumcu gibi işledi”, Doğan Hızlan ise “Dünya şiirinin Atlas’ı” diyor.

Konuşmamızın başında sevdiğiniz şairlerin şiirini çevirmek için öğrendiğiniz dillerden söz etmiştik. Bu alandaki çalışmalarınızı sıralayacak olursak Yeryüzü Şiiri, Yeryüzü Destanları, Çağdaş İspanyol Şiiri, Fuzûli: Bugünün Diliyle Seçmeler, Charles Baudelaire: Kötülük Çiçekleri ve Apaçık Yüreğim, Federico Garcia Lorca: İlk Şiirler, Cante Jondo Şiiri, Çingene Romansları / Ozan New York’ta, Tamarit Divanı ve Başka Şiirler, Pablo Neruda: 20Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı, Kara Ada Şiirleri, Louis Aragon: Elsa’ya Şiirler, Vladimir Mayakovski: Şiirler, Octavio Paz: Güneş Taşı, Edgar Poe: Örneklerle “Şiirin İlkesi”, Blaise Cendrars: Küçük Zenci Masalları, Kristof Kolomb: Seyir Defterleri. Yakında da Gılgamış Destanı, Cinayet Granada’da İşlendi (Lorca’nın Yaşam ve Ölüm Serüveni) ve Paul Eluard (Şiirler) adlı yapıtların yayımlanacağını biliyorum.

Keşfettiği her yeni şiiri çevirip, Türk Edebiyatı okuru ve şairiyle kendince paylaşmadan duramayan bir şair olarak sormak istiyorum; şiirinizden ve şair kimliğinizden zaman zaman daha çok ilgi gören bu çeviri uğraşını niye verdiniz? Bu fedakârlık niye? Ya da şöyle sormalıyım sorumu belki de: Neden özellikle şiir çevirdiniz?

SM-    17-18 yaşıma kadar Türk Şiiri’nin bütün geçmişini, halk şiirini, divan şiirini yutarcasına okumuştum. Kendimi beslemek, şiir açlığımı gidermek için başka kaynaklar arıyordum. Bu yüzden değişik dillere, değişik ozanlara yönelmek zorunda kaldım. Şu da var, aslında şiirsiz geçen hiçbir zamanım olmadı. Sadece şiir yazamadığım zamanlarda aradaki açıklığı şiir çevirerek kapattım. Şiirsiz yaşayamam çünkü.

ND-     Size bir konuda özellikle teşekkür etmek istiyorum. Edgar Allan Poe ile ilgili. Tesadüf mü yoksa sizin deyişinizle ana varlığın bana yaptığı bir iyilik mi bilemiyorum ama bunu sizinle paylaşmalıyım: Sabaha kadar Edgar Allan Poe hakkında çalışıp, araştırmalar yaptığım, İngilizce olan prensip ve makalelerini toparladığım iki uykusuz gecenin ertesi günüydü, sizinle Yasakmeyve dergisinin asansöründe karşılaştık. O gün size Poe’ya karşı aniden duymaya başladığım bu aşırı ilgiden hiç söz etmediğim halde, bana ‘Edgar Poe-Örneklerle Şiirin İlkesi’ adlı çalışmanızı hediye etiniz. Şaşkınlık içinde kabul etmiştim, çünkü Poe’nun şiir serüvenine merak saralı henüz iki gece bir sabah olmuştu. Elbette coşkuyla inceledim eseri. Hatta hakkında yazdığım yazı Varlık dergisinin Kasım sayısında yayınlandı. Kitaptan çıkardığım kadarıyla şunu özellikle sormak istiyorum: Çağdaş Türk Şiiri’nin (hatta çağdaş dünya şiirinin de) Baudelaire’den etkilenip önemli bir gelişim gösterdiği biliniyor. Kitaba göre Baudelaire de kendi şiir çatısını Poe’nun söylediklerine dayanarak kuruyor. Türk şiiri’nin Batı’ya açılımında Baudelaire’in katkısı düşünülürse, Poe’nun da Türk şiirini dolaylı yoldan etkilediğini söyleyebiliriz. Sizce Poe’nun Baudelaire’i etkilediği asıl nokta ne olmuştur? Bu etkileşimi anlamaya çalışmamız, modern Türk şiirinin gelişim serüvenini de anlamamıza yol açabilir mi?

SM-    Öz şiirin, gerçek şiirin sınırlarını dünya şiir tarihinde Poe kadar sağlam belirleyen bir başka ozan yoktur. Baudelaire ise onun ‘Şiirin İlkesi’ adlı yapıtındaki düşünceleri ilk anlayan ve kendi şiirine uygulayarak şiir yaratısının doruğuna yükselen bir kişi. Türk şiirini, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Ahmet Hamdi’ye, Ahmet Muhip’e, Cahit Sıtkı’ya kadar gelen kuşağı beslemiş, yönlendirmiş bir ozan. Dolayısıyla yakınçağ şiirimiz Poe üzerinden Baudelaire’e, Baudelaire üzerinden bu saydığım ozanlara yansıyarak oluşmuştur.

ND-    Ressam olduğunuzu biliyoruz. Ayrıca çağdaş grafik sanatında çok belirgin bir yeriniz var. Bir öncüsünüz. Şiirinize bu yönlerinizin etkileri nasıl yansıdı?

SM-    Şiirimi oluşturan her şeyi somut birer varlık olarak yansıttım. En soyut bir düşünce bile benim şiirimde elle tutulur, gözle görülür bir nesne olarak yer alır. Ressamlığımdan ileri gelen bir yönelim bu.

0
7052
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle