01 KASIM, CUMA, 2019

“Bir Kahramanlık Öyküsü Değil”

Akın Çetin ile “ölüm korkusu, zaman kavramının deforme olması ve sınırlara müdahale edilmesiyle ilgili bir roman” olarak nitelendirdiği ilk kitabı Keşke Burada Olsaydı üzerine bir söyleşi.

“Bir Kahramanlık Öyküsü Değil”

Kalbiyle dili bir olan yazarlardan Akın Çetin. En içten gülümseyenler, en ağır meselelerden birine kafa yoruyor olabiliyormuş meğer.

“Mesele etmiştim ölümü. Bizi ne zaman bulacağını merak ediyordum. Ne şekilde geleceğini.” (s. 116)

İlk kitabınız Keşke Burada Olsaydı geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. İlk baştan başlayalım. Yazdığınız ilk metinler hangi türdeydi? Nasıl bulaştınız edebiyata?

Yazdığım ilk şeyler daha çok rüyalarımdan etkilenip kurguladığım saçma sapan şeylerdi. Sms’in sms olduğu, harften tasarruf etmek için sesli ve noktalı harfleri kullanmadan mesaj yazdığımız dönemlerde arkadaşlara makarasına küfürlü şiirler de yazmışlığım var. Sonra bazı öykü denemelerim oldu. Ama ilk kırılma noktası Cnbc-e’de yayımlanan As Told By Ginger dizisindeki And She Was Gone  sahnesidir. Çok etkilenmiş, “Keşke ben de böyle yazabilsem” demiştim. İkinci kırılma noktam da Etgar Keret okumamdır. “Demek ki bu yazma işi böyle de yapılabilir” dedirtmişti bana. Çünkü ben o zamanlar asıl anlatmak istediğim noktaya gelene kadar sıkılıp bırakıyordum. Etgar Keret ise betimlemelerle falan uğraşmadan -bunu bu şekilde tanımlamayı çok seviyorum- dan dan dan diye anlatıp geçiyordu. Bu da bana çok güzel bir yol göstermiş oldu. Aslında hep film çekmek istemişimdir ama buna yeteneğim yoktu. Yazmak ise birilerini ikna edip onlara direktifler vermeni gerektirmeyen, yalnızca kendi başına, kağıtla ve kalemle yapabildiğin gayet basit bir eylemdi. Bunu fark ettikten sonra çekmeye değil de yazmaya başladım kafamdakileri.

Yazdığınız bir metin ilk kez nerede ve ne zaman yayımlandı?

İlk öyküm “Etgar Keret Öyküleri Gibi Kız”, Etgar Keret ile tanışıp söyleşi yapmamdan kısa süre sonra, 2010’un sonlarına doğru Futuristika’da yayımlandı. Pınar İlkiz ve Barış Yarsel’e de bu vesileyle teşekkür etmiş olayım. Yazıyor olmamda beş kişinin katkısı varsa ikisi de onlardır. Daha sonra fişi çekene kadar öykü, söyleşi ve filmlere dair yazılarla katkıda bulunmaya devam ettim Futuristika’ya. Bende yeri çok ayrıdır.

Neden öykü yerine romanla başlamak istediniz?

Keşke Burada Olsaydı da öyküydü aslında en başta. Üç ana karakterin başından geçen öyküler vardı. Fakat daha sonra bazı yönlendirmelerle karakterleri birleştirip olayların tamamını da onun üzerine yıkarak romana dönüştürdüm metni.

Yüzeysel olarak romanınızın konusunu bir Türk gencinin uzun dönem askerlik anıları olarak özetleyenler olacak. Daha dikkatli bakıldığındaysa, bu metni askerlik anısından romana taşıyan güçlü bir baş karakter var. Bu baş karakterin, Badisi Tahir’e olanlardan sonra yaşadığı korkuyla baş etmeye çalışmasını takip ediyoruz. Sonunda acaba ne olacak düşüncesi bizi sürüklerken de askerlikle ilgili gerçekten hiçbir fikri olmayan benim gibileri de zaman zaman gülümsetiyor. Romanın temel özelliklerini kara mizah ve absürdlük olarak tanımlayabilirim. Siz buna katılıyor musunuz?

Çok güzel özetlemişsiniz. Askerlik ortamına dair çok içeriden bir bakış bu. Ama aynı zamanda tam anlamıyla bir askerlik öyküsü yapmaktan çıkartacak meselelere sahip. Askerlik deyince akla gelen ilk şeylerden uzakta bir anlatısı olsun diye uğraştım. Çünkü benim yaptığım askerlik bana anlatılandan çok farklıydı. Yazarken iki şeyi kesin biliyordum: Bir kahramanlık öyküsü değildi ve milliyetçi olmayacaktı.

​On beş ay askerlik yaptım. Gözlem yapmak için epey uzun bir süre bu. Askerlik çok anlatılır ama pek yazılmaz. O kadar erkeği bir araya getirmek ve belli kurallar çerçevesinde disipline etmeye çalışmak otomatik olarak absürdlük yaratıyor. Ayrıca romandaki karakterler bulundukları konum gereği çarşıya çıkamıyorlar. Bu da onları bazı konularda uç noktalara sürükleyebiliyor

Romanda “ben” anlatıcı kullanmışsınız. Anlatıcı, hayatı olgunlukla kabullenen biri. İsyan etmeden karşılaştığı durumları normalleştiriyor, hayatla baş etmeye çalışmasını takip etmek metni akıcı kılıyor. Öte yandan saf değil, olanların farkında. Ama olgun diyebilir miyiz? Değiştiremeyeceği gerçekleri kabul ettiği için. Ya da askerlik, tanıklık ettiği ya da haberini aldığı ölümler mi onu olgunlaştırdı? Ölüm denen şeyin zamanı olmadığını. Yaşlısına gencine, güvercinine yarasasına balığına bakmadığını hızlıca öğreten askerlik... Ölüm korkusu, bir olayla tetiklenmeyi bekliyor gibi hayatlarımızda. Bu fikirle siz nasıl baş ediyorsunuz?

Ölüm var ve bize has bir şey değil bu. Bizden önce de vardı, bizden sonra da olacak. Üzerimize alınmazsak etkisini azaltabiliriz. Beni aslında ölümün kendisi değil de ne zaman geleceğini bilmemek endişelendiriyor. Hatta zaman zaman kaygı yaratıyor bu durum bende. Çünkü yapmak istediğimiz çok şey var ve “ya zamanımız yetmezse” düşüncesi can sıkıyor. Her ne kadar planlı programlı olmaya çalışsak da gündelik hayat koşturmacası izin vermiyor işte bir şeylere.

Ana karakterimiz için olgun diyebilir miyim bilmiyorum ama başına gelen şeyleri değiştiremeyeceğini bildiğinden sessiz sedasız kabullenişi onu böyle gösteriyor olabilir. Karakterimiz bekliyor sadece. Beklemekten başka yapabileceği bir şey yok. Renklendirebileceği bir yaşantısı yok. Çünkü ordu çatısı altında ve yapıp yapamayacağı şeylerin sınırları çoktan belirlenmiş. Ben ise şahsen çok sevdiğim şeyleri tekrar tekrar yaparak baş etmeye çalışıyorum. Boşalan depoyu doldurur gibi sevdiğim ve bana kendimi iyi hissettiren filmleri tekrar izliyor, yazıları tekrar okuyor ve müzikleri veya şarkıları tekrar dinliyorum. Arkadaş buluşmaları da çok önemli bu hususta. Çok sevdiğin insanları görmek müthiş enerji veriyor. Şimdi aklıma geldi: About Time filminde zamanda yolculuk yapmaktan sıkılan adam babasına bu işin püf noktası olup olmadığını soruyordu. Baba da çocuğuna her gün aynı günü yaşaması gerektiğini öğütlüyordu. Biraz böyle, bazı rutinler iyidir.

Her yazarın yazmaya başlarken ve belki de yazın hayatının tamamı boyunca beslendiği asıl bir temel mesele olduğu söylenir, başka meseleler olsa da bunlar bile belki bu meseleden doğar. Sizin temel meseleniz nedir?

Kesinlikle ölüm ve türevleri. İntihar gibi. Hatta ikinci kitabımın temel meselesi de ölüm. Ayrıca bir dizi senaryosu yazmaya çalışıyorum. Bu da dünya üzerinde kalan zamanımız hakkında. Üçüncü kitabımı yazacak vaktim olursa o da ölümle ilgili olacaktır.

Bu kitabı yazarken beslendiğiniz kitaplar olmuştur. Siren Yayınları’ndan yayımlanan Tim O’Brien’ın Taşıdıkları Şeyler (The Things They Carried) bunlardan biri, zaten kitapta da geçiyor. Bundan başka bu süreçte en çok etkilendiğiniz kitaplar neler?

Taşıdıkları Şeyler en sevdiğim kitaplardan biri. Aynı zamanda en çok okuduğum olabilir. Kafama estikçe rastgele bir sayfasını açıp okurum. Bu da temelde ölüm üzerine bir kitap. Çizgisel olmayan anlatısını çok seviyorum. Çünkü bu şekilde kendince ölüme çare bulmuş oluyor yazar. Üçüncü bölümde ölen karakter beşinci bölümde tekrar karşımıza çıkıyor. Böylece herkesi tekrar tekrar yaşatıyor. Zaten kitap da ölen çocukluk aşkını geri getirme çabası. Müthiş kitap. Keşke milyon satsa.

​Konu etkilendiğim kitaplarsa Siren’e ayrıca bir başlık açabiliriz burada. Keret’i bir kere kendileri sayesinde keşfettim. Tüm kitaplarını çok seviyorum. Salvador Plascencia’dan Kâğıt İnsanlar, Dave Eggers’tan Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser, David Foster Wallace’tan İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, Ron Currie’den Tanrı Öldü çok etkilemiştir beni. Bunlar haricinde Georgi Gospodinov’dan Hüznün Fiziği, Ben Lerner’dan 22:04, Tim Parks’tan Kader, Edouard Levé’den Otoportre ve İntihar, Jean-Louis Fournier’den Dul, Zambra’nın tüm kitapları, Barış Bıçakçı’nın tüm kitapları ayıla bayıla okuduğum kitaplardan.

Yazma ve düzeltme süreçlerinde, bunlara kitabınızın yayıneviyle buluşma süreci dâhil, sizi zorlayan şeylerle karşılaştığınızda yazmaya devam edecek gücü bulmakta zorlandığınızda, kendinizi nasıl motive ediyorsunuz?

Okudukça yazasımın geldiği metinler var, onlara sığınıyorum. Ama zorlayan şey editöryal süreç değil de gündelik dertler oluyor daha çok. Düzelti olayları başta canımı sıksa da faydasını gördükçe mutlulukla devam ettirdiğim bir süreç. 

Akın Çetin

Makine teknikerliği ve Radyo Televizyon Programcılığı okumuşsun ama oyuncak ve tekstille ilgili bir test laboratuvarında çalışıyorsun. Makine veya radyo-televizyon alanlarında hiç çalıştın mı? Başka bir sektöre geçişin nasıl oldu?

Makine alanında yaklaşık iki yıl teknikerlik, basın alanında ise bir yıllık stajyerlik tecrübem oldu. Laboratuvar alanına geçişim yine Makine diplomam sayesindeydi. Bu diploma ile başvurabileceğim bir işti. Çok severek yaptığım bir iş laboratuvar teknisyenliği. Birlikte çalıştığım güzel insanların da payı var bu işi böylesine sevmemde. Asıl yapmak istediğim şey sinemacılıktı ama bir türlü geçiş yapamadım o alana. Daha derine gidecek olursam da kesinlikle futbolcu olmalıydım. 

Mesaili bir işte çalışırken yazmaya devam edebilmek kolay değil. İki tarafı nasıl dengeliyorsunuz? Her gün mutlaka az da olsa yazarım, gibi kurallarınız ve yazmakla ilgili ritüelleriniz var mı?

Her gün düzenli yazabilmeyi çok istesem hatta zaman zaman bununla ilgili planlar yapsam da kesinlikle mümkün değil. Bazen çok sinirimi bozuyor bu durum. Çünkü yazmak istediğim şeye zaman bulamayınca sırtımda yük gibi kalıyor o. Daha sonra da vicdani bir şeye dönüşüyor. Sonunda yazabilip de kurtulduğumda benden mutlusu yok.

​Eğer evde yazıyorsam sosyal medya gibi dikkatimi dağıtacak şeylerden uzak durmaya çalışıyorum. Dışarıda yazıyorsam tek kriterim yazı ekranımı başkalarının göremeyeceği şekilde konuşlanmak oluyor. Müzik ve kakofoni dikkatimi dağıtmaz ama kelimelerini seçebileceğim kadar yakınımdalarsa olmuyor. O zaman da kulaklık yardımıyla kaçırabiliyorum kendimi.

Sanatçı: Eiko Ojala

0
3641
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage