16 TEMMUZ, CUMA, 2021

“Beden Korkmazsa Yazmaz”

Tuba Kumaş ile düş ile gerçeği birbirine kopçaladığı öykülerinden oluşan kitabı ’tan hareketle yazma serüvenine, çocukluğa, aileye, öykülerindeki gotik edebiyat unsurlarına ve korkularımıza dair konuştuk.

“Beden Korkmazsa Yazmaz”

Tuba Kumaş ile Uç adlı öykü kitabı odağında yapmak istediğim söyleşi Dünyanın Sonu Geldiğinde kitabı ile bambaşka bir bütünlük yakalayarak kapsamı tahminimizden de öte güzel bir niteliğe bürünerek gerçekleşti. İçinde bulunduğumuz yerkürenin ana karakterleri çocuklar olmasına rağmen yetişkin bir dünya olması gibi Tuba Kumaş’ın her iki kitabında da ana karakterleri çocuk olan yetişkinler mevzu bahis. Çocuk varlığını tepetaklak eden yetişkin varlığının çocuklara ve dünyaya neler yaptığını tüm ince ayrıntıları ile konuştuğumuz, bedenlerimizin çocukluktan itibaren yazılan hikâyelere nasıl tezahür ettiğine, gotik edebiyata ve korkularımıza varana kadar sohbetimizi derinleştirdiğimiz bu nitelikli söyleşimiz için buyurun lütfen. 

Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı'ndan mezunsunuz. Aynı zamanda ek olarak dramaturji dersleri de almışsınız. Edebiyat ve tiyatro, oyun yazarlığı tüm diğer sanat disiplinlerinin yanında birbirinden asla ayıramayacağımız şekilde yan yana geliyorlar. Bu anlamda edebiyat ile olan temasınız ilk nasıl şekillenemeye başladı ki siz üniversite öğreniminizi dramatik yazarlık üzerine yaptınız? 

Ortaokula giderken hayalini kurduğum tek şey senaryo yazarı olmaktı. Tim Burton’ın Beetlejuice ve Edward Scissorhands filmlerini izlemiştim ve çok farklı bir bağ kurmuştum onlarla. Neredeyse o filmlerin içinde yaşıyordum. Onlara benzer filmler yazmak istiyordum. Tiyatro bölümünün sınavlarına girerken de dramaturg ya da oyun yazarı olma hayali kurmamıştım. İyi bir senaryo yazarı olmak istiyordum. DTCF Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı da benim için Türkiye’deki en iyi yazarlık okuluydu. Bölümü kazandıktan sonra tahmin ettiğim gibi sadece tiyatro değil çok iyi bir yazarlık eğitimi aldım. Kendinizi yazarak ifade etmeyi seçtiğinizde oyun, senaryo ya da öykü yazmak arasında çok büyük bir fark olduğunu düşünmüyorum. Teknik olarak değişiklik gösterse de yaptığınız şey hepsinde hikâye anlatmak oluyor.

Dünyanın Sonu Geldiğinde kitabınıza değinmeden, Uç kitabınıza geçmek istemiyorum, zira salt bildiğimiz veya bize öğretilen, sunulan hayata karşılık ana karakterleri çocuk olan resimli bir yetişkin kitabı ile karşı karşıyayız. “Dünyanın sonu geldiğinde bir anda yükseldi herkes havaya.” cümlesinde bahsi geçen havaya yükselen kişilerin kimler olduğunu her “yetişkinin” görmesi gerektiğinin şart olduğunu düşünüyorum. Deforme olmuş ürkütücü, -hatta korkutucu- çocuk bedenleri, uzuvları ile karşı karşıyayız. İlk etapta zihni değil bedeni gördüğümüz için zihnin deformasyonunu hikâyeleri okudukça ve hikâyeleri destekleyici çizimleri gördükçe kavrıyoruz. Anlıyoruz ki hikâyeler de deforme olmuş, bozulmuş, ifadesinden sapmış, bir daha doğru ifadesini bulamayacak şekilde. Fakat bu hikâyeler doğru, gerçek ifadesini bu bozulmalar sayesinde yakalamış olmasın?(!) Bu çocuklar böyle çünkü hayatlarında yetişkinler var. Kaçamayacakları yetişkinler. Buna karşılık (yetişkinlere) deforme bedenleriyle karşımıza çıkmış; ürkütücü, korkutucu diyebileceğimiz bedenleriyle dışlanmış bu çocukların dünyaya farklı bir bilinçle bakıyor olmalarını tam da bu deforme özelliklerinden dolayı onlara bahşedildiğini söylesem, ne dersiniz? 

Dünyanın Sonu Geldiğinde karakterlerin tümünün çocuk olduğu bir yetişkin kitabı. Yetişkinler için yazılmış bir çocuk kitabı da diyebiliriz belki. ’sa bir yetişkin kitabı ama ana karakterlerin bazıları çocuk. Bir çocuk karakter yazdığımda onun hikâyesi benim hikâyem oluyor genellikle. “Bağ” öyküsünde parmak uçlarında yürüyen, yaşıtları kadar hızlı büyüyemeyen, ip gibi bilekleriyle birilerine, bir şeylere tutunmaya çalışan çocuk benim çocukluğum. Anlattığım beden, benim kendi bedenim. Dünyanın Sonu Geldiğinde’nin bütün çocuk karakterlerinde benden bir parça var. Bozulmalara gelince sizin de söylediğiniz gibi gerçek ifadelerini o bozulmalar sayesinde buluyor karakterler. “Büyümek” deyip geçtiğimiz süreç öyle zorlayıcı olabiliyor ki hem bedende hem de ruhta büyük bir dönüşümü beraberinde getiriyor. Bu beden bir çocuğa ait olduğunda göz göze gelmesi daha zor olabiliyor.

Dünyanın Sonu Geldiğinde ve ’un birleştiği noktalardan biri bu aslında. “Beden korkmazsa yazmaz,” diye aklımdan çıkmayan bir cümle var. Okuldayken yazarlık hocalarımdan birinden duyduğumu, Shakespeare’e ait olduğunu sanıyorum ama yanılıyor da olabilirim. Zihin gibi beden de korktuğunda daha konuşkan oluyor. Öykülerimde zihin kadar beden de bir hikâye anlatıyor; tamamlanırken, eksilirken ya da yerden yükselirken… 

©Zeynep Kayacan

. Hayatımız en çok nerelerden uç verir? Yetişkinliğimizde? Tüm öyküleri okuyup kitabı bitirdiğimde bu sorular belirdi kafamda. Her birimizin bir çocukluğu var, her yetişkinin. Fakat her çocuk ileride bir yetişkin olabiliyor mu? Baştan sona çocuk karakterlerin gelip geçtiği, hikâyeyi yarattığı, geliştirdiği öyküler bana ilk etapta niye yetişkinleri düşündürdü? Çocuklara içlerinde bulundukları tüm o bozucu, çözümsüz, travmatik durumları yaşatan, çocuğa sorun ondaymış hissini yükleyen yetişkinlerin aslında büyüyemediği, bu yüzden yetişkin(miş) gibi davranarak çocuğu (çocuklarını) sanki karşılarındaki çocuk değil de yetişkin(miş) gibi yok etmeye çalıştıklarını bana düşündüren sebepler ne olabilir? Mesela makası eline alıp ipleri kesmesi gereken çocuk mu olmalıydı yoksa ebeveynleri mi? Neydi kafanızı önce çepeçevre saran sonrasında çocuklara odaklandığınız meseleler? ’un oluşum yolculuğunu merak ediyorum.

Çocukları yetişkinlerden daha çok ciddiye alıyorum sanırım. Uç, “Makas” öyküsüyle, “Makas” öyküsü de yedi yaşında bir kız çocuğunun cümleleriyle başlıyor. Makası annesine değil çocuğa veriyorum çünkü o ipi kesecek gücü yetişkinlerden çok çocuklarda görüyorum. Kendi çevreme bakınca bile anne, babalarını idare etmek zorunda kalan, onlardan çok daha sağlıklı kararlar alabilen çocukları görüyorum. Yetişkinler sayesinde çabucak büyümek zorunda kalıyor birçoğu. Böyle düşündüğüm için öykülerimdeki en güçlü karakterler çocuklar oluyor. Yetişkin öykülerinde çocuklar çok sık başrolde olmadığı için sizin de dikkatinizi ilk olarak onlar çekiyor.

Öykülerin oluşum sürecine gelince, “Tohum”, ’un ilk öyküsüydü. Çocukluğumdan alıp bugüne getirdiğim tamamen kişisel bir öyküydü. Ionesco’nun Dersoyununda geçen bir çocuğun söylediği “Dudaklarım yanıyor,” cümlesi zihnimde dönüp duruyordu. Gerçekten dudaklarımın yandığı, fiziksel olarak da acı çektiğim bir gün aynaya bakarken o güne kadar konuşmamayı seçtiğim her şey hakkında yazmak istedim. Bu yanma hissi bir öyküye, bir metafora dönüşürse çok daha fazla kişi tarafından anlaşılacağını biliyordum. Sadece kitabımı okuyacak insanları muhatap almak, sadece onlara anlatmak istedim o hissi. Kitap yayımlandıktan sonra da bunu yaparak doğru bir karar vermiş olduğumu görmüş oldum. “Tohum”, en sevilen öykülerden biri oldu çünkü.

“Makas”. Kitabın ilk öyküsü. Kişiler, olaylar, yaşananlar ve anlamlar açısından, formu tamamen bozulmuş, biçimi değişmiş, algısı kaymış bir öykü okumaya başlıyoruz. Çocuk anne ve babasının yanında, en güvenli alanda, ama niye her şey bu derece bozuk düzen? Evden tutalım da, “Masanın üstü kimsenin elini sürmediği yemeklerle dolu” annenin formunu kaybetmiş vücuduna “Annem, babama doğru öyle çok uzanıyor ki köprücük kemikleri sivriliyor, dirsekleri masaya sürtünmekten kıpkırmızı oluyor, boynu kırılmış gibi masanın üstüne düşüyor.” çocuğun algı tutulmasından tutalım da, “Kurmalı oyuncaklar gibi bir adım daha atamadan donup kalıyorum. ”tüm hissiyatların ifade edilmesi gereken duygularla değil beden yoluyla yansımasına “Onları öyle görünce bütün vücudum sızlıyor.” varana kadar her şey bozuk düzen. Çocukların çocuk rollerini oynamalarına neden izin verilmiyor? Öyküdeki makas, ipleri kesilerek özgür bırakılıp gökyüzüne yükselmesi gereken çocuklar için var evet, fakat aynı zamanda çocuklar ile ebeveynleri arasındaki makas açıklığını göstermek için de var sanki, ne dersiniz?

Çocuklar anne ve babanın elinde bazen kurmalı bir oyuncak oluyor, bazen koz, bazen de bir mazeret, yaptıkları ya da yapamadıkları için... Makas o çocukların ebeveynlerine bunu hissettirmek, fark ettirmek için var. Benim de kitaptaki en sevdiğim öykülerden biri. Bir yandan çok fantastik bir yandan çok gerçek bir öykü olduğu için. Elini uzatıp beni de ayağa kaldırdığı, bana da güç verdiği için. Anne, kız el ele o eşikten atladığı, o evden çıkıp gidebildiği için. Yedi yaşında bir kız çocuğu, hem kendi iplerini hem annesinin iplerini bulup, kesebildiği için… Yetişkinler o ipleri göremeyecek, fark edemeyecek kadar kör olabiliyor ne yazık ki.

Kitabın ikinci öyküsü “İğne”. Fakat şu sıralama ile gitmek istiyorum: “Tohum”, “Uyku”, “Kabuk”, “İğne”. “Tohum”u okurken “İğne”ye, yine “Tohum”u okurken “Uyku”ya, “Kabuk”u okurken “Tohum”a, “Uyku”ya, “İğne”ye, hatta “Makas”a doğru ince bir hat, -görünmez ama var- bir ip oluştu. İlk tohum düştüğünde içimize bir ip değilizdir aslında, zamanı geldiğinde bir makas tarafından kesilecek olan. Kökleri olan bir gül ağacıyızdır, olabiliriz yani. Ama olmaz. İçimizde tohum genelde gül ağacına dönüşmez. Fakat her bir çocuk eşsiz ve tek olduğunu düşünür, algısı öyle çalışır çünkü. Mesela ben, çocukken benden başka kimsenin olmadığını, benden başka herkesin hayali varlıklar olduğunu düşünürdüm. Fakat büyürken başımıza bir şeyler gelir. Onlarca öykü oluşur. “Tohum”, “Uyku”, “Kabuk”, “İğne”… Bu öyküler için, büyürken başımıza gelenler, desem, ne dersiniz? Peki “Kabuk” öyküsündeki şu cümleyi alıntılayarak; “Çocukluğu bırakıp bardağı ona uzatıyorum.” nasıl büyürsek büyüyelim, kaç yaşına gelirsek gelelim çocukluğumuzu unutamıyoruz, bırakamıyoruz neden, diye sorsam? 

Yaptığınız sıralama öykülerimi yazma sıralamamla aynı neredeyse. Yazdığım ilk öykü “Tohum”du. “Tohum” daha bitmeden “Uyku”yu, “Uyku” bitmeden de “Kabuk”u yazdım. “İğne” ve “Makas” ise kitabın son öyküleriydi. Ancak onları yazdıktan sonra kitabın tamamlandığını hissettim.

Bu öyküler için büyürken başımıza gelenler diyebiliriz elbette. Ben de çocukken odamın kameralarla dolu olduğunu, her an izlendiğimi düşünürdüm. Üstelik Truman Show’u da izlememiştim henüz. Ama bütün dünyanın beni izlediğine emindim ve yalnızken bile hareketlerime çok dikkat etmeye çalışırdım. “Tohum” öyküsündekine benzer telkinlerle büyüdüğüm için böyle hissediyordum muhtemelen.

​Çocukluğumuz gerçekten kendimiz olduğumuz tek yer belki, bu yüzden dönüp dolaşıp kendimizi orada ya da orayı ararken buluyoruz. “Kabuk” öyküsündeki karakter kitaptaki en yaşlı karakter. “Çocukluğu bırakıp bardağı ona uzatıyorum,” dediğinde yetmiş yaşını geçmiş ve ancak o yaşta hem öykünün hem de hayatının sona erdiğini kabullenebiliyor. O ana kadar yazarla birlikte çocukluğa, oyun oynamaya devam ediyor. ’taki bütün karakterler gibi. 

“Erke” ve “Bağ” öykülerinde net olarak görebildiğimiz “Tırnaklar” ve “Akvaryum” öykülerinde hissettiğimiz, “Makas” ve “Uyku” öykülerinde karşımıza çıkan, var olan -ama yok- baba varlığından söz etmek istiyorum. “Erke” öyküsünde geçen; “Kendinde değil, sizi tanımaz” cümlesi üzerinden babayı, erk varlığını-yokluğunu konuşmak istiyorum. “Makas”ta babası tarafından tırnaklarına bakıldığını hisseden çocuk ile “Tırnaklar” öyküsünde tırnaklarını kesip eşinin avucuna bırakan yetişkin arasındaki o ince hat, yok olan, eksik olan baba figürünü hep karşımıza çıkarıyor, öyle değil mi? Babanın yokluğunun ilk önce anneye yansıdığını, oradan çocuğa sirayet ettiğini, çocukla anne arasındaki çatışmayı körüklediğini, çocuk kendi hayatını kurmak için dışarı çıktığında hayat arkadaşlıklarına da bu durumu yansıttığını ama bu arada bu konularla ilgili babaya hiç dokunulmadığını, babanın kendinde olup olmamasının, bizi (çocuğunu) tanıyıp tanımamasının konuşulmadığını, anne ile çocuk arasındaki sürekli çatışmadan dolayı babanın bıraktığı tahribatı göremediğimizi okuyoruz öyküler boyunca. Üstelik babanın varlığıyla yaptığı bir tahribat değil bu (günah keçisi anne gibi) yokluğu ile yaptığı tahribat.

“Onunla konuşurken duvardaki çatlakları, yıllardır büyümeyen sarmaşığı, parlak bir ip gibi tavanla aynayı bağlayan örümcek ağını seyrediyor. “İyi geceler” derken oğlundan metrelerce uzakta duruyor.”  

Kitaptan bir alıntıyla karşılık vereyim ben de: “Her an gitmeye hazır bir misafir gibi iliştiği kanepenin önünde duruyorum.” 

Babalar evin içinde bir misafir gibi dolaşıyor. Hizmet edilmesini bekliyor, rahat ettirilmeyi bekliyor, sadece iyi haberleri duymak istiyor. İşler kötüye giderse ya da bir nedenle rahatları kaçarsa o evden sessizce uzaklaşmak istiyor. Erkek iletişimsizliği, bu hem var hem yok durumu çocuklar için de anneleri için de çok kafa karıştırıcı.

​Çocuklarını tek başına büyüten harika babalar da vardır eminim ama ben daha genel bir durumdan bahsetmek istiyorum. Anne, tek ebeveyn oymuş gibi çok fazla sorumluluk alıyor. Hep daha fazlasını vermesi bekleniyor ondan. “Tırnaklar” öyküsünde erkek, kadının tırnaklarından vazgeçmesini istiyor çünkü kadının elinde ona karşı kullanabileceği bir güç olmasın istiyor. “Makas” öyküsündeki anne de kızının tırnaklarını en dibinden kesiyor. Kendi tırnaklarından çoktan vazgeçmiş kızı da vazgeçsin istiyor. Böyle yaparak kocasına ne kadar uyumlu, ne kadar itaatkâr olduklarını göstermeye çalışıyor. Ama yine de terk edilmekten kurtulamıyor. Çünkü bir kez taviz vermeye başladığınızda bunun sonu gelmiyor, gelmeyecek. O yüzden siz kendiniz olun, bırakın çocuklarınız da kendi olsun. “Tırnaklar” ve “Makas” öyküsü burada birleşiyor.

“Rüya”, “Soluk”, “Uç”, “Doğum” öyküleri. Kadın, anne varlığı, ev, toprak, yeniden ve yeniden doğmak, filizlenme isteği fakat hâkimiyet kuran, kıpırdamamızı veya tam tersi sabit durmamız gerekirken hareket etme güdüsünü bastıramadığımız kıpırdanmalar silsilesiyle oluşan huzursuzluk hissi. “Ses çıkarmamaya çalıştıkça açık bırakılmış bir çekmeceye, kapatılmamış bir dolap kapağına çarpıyorum. Acıya aldırmıyorum ama her seferinde vücuduma yeni bir morluk ekleniyor. Derim incelip saydamlaşıyor. Rengim maviye dönüyor” Kadının, annenin sürekli dönüşümünü, -yıpranmalara, çarpmalara, acılara rağmen- hiç durmamacasına dönüşümünü, devinimini anlatan “Rüya” öyküsündeki bu cümlelerden sonra kitaba adını da veren “Uç” öyküsünde şu satırları okuyoruz: “Çocuklara kalbimin durduğunu karınları açken söylemek istemedim. Dünden kalan yemeklerle verilecek bir haber değildi bu.” “Uç” kitabını oluştururken, tüm bu öyküleri yazarken konuya sadece çocuklar açısından bakmadığınızı, kadın olmanın dehlizlerinde iz sürerken; bozulmuş, yıpranmış, mutsuz, gerçek-hayal-rüya üçgeni içinde gidip gelse de anne varlığı tarafından da konuyu ele alışınızı atlamamamız gerekiyor. Çocukları doğuran anneler, annelerini yaratan çocuklar. Sonsuz döngüde “Uç” veren yaşamın başat unsurları. Dünyanın sonu geldiğinde çocuklar ve kadınlar kurtaracak dünyayı, gökyüzüne yükselenler asıl onlar olacak desem, ne dersiniz? 

Kadınlar hayatları boyunca inanılmaz fedakârlıklar yapıyorlar. Bir çocuğun ya da bir erkeğin yapmayacağı bana kalırsa da yapmaması gereken fedakârlıklar bunlar. Kimliklerinden, isimlerinden, seslerinden vazgeçiyorlar. Bir dönüşüm geçiriyorlar ama bende daha çok yok olmayı, silinmeyi çağrıştıran bir dönüşüm bu. O yüzden “Ses” öyküsünde bedenini arayan bir ses var ve o yüzden “Bazı kelimeleri ona yasaklamalıydım fedakârlık gibi, ödün gibi, zaaf gibi,” diyor.

“Kutsal anne” diye bir kavram uydurulmuş. Baba neden kutsal olmuyor da anne olmak zorunda? Çok kutsal oldukları için mi devamlı onlardan hizmet bekliyorsunuz, hayatlarını ellerinden alıyorsunuz, onları yok sayıyorsunuz, evlere kapatıyorsunuz, nasıl giyineceklerine, nasıl güleceklerine bile siz karar veriyorsunuz?

“O kadar kutsalsın ki hayatının sonuna kadar bana ve çocuklarıma hizmet etmek zorundasın. Ben de akşamdan akşama geldiğim evde senin yaptığın şeyin ne kadar kutsal olduğunu söyler dururum. Böylece ikimiz de kendimizi daha iyi hissederiz.” Güzel anlaşma tabii ama sadece bir taraf için.

​Dünyanın sonu geldiğinde sadece kadınların ve çocukların değil, kitaptaki son öyküde resmedildiği gibi herkesin eşit ve yüksekte olacağına inanıyorum. Çocuklar zaten öyleler, büyüdükçe ayakları yere basmaya, ebeveynlerinin adımlarını izlemeye, cinsiyet rollerini ezberlemeye başlayana kadar her şey yolunda onlar için.

Dışarıda var olan ya da bizlerin dışında olduğumuz (okuyanların) bir atmosferin içinden sesleniliyormuş gibi anlatılıyor tüm öyküler bize. Masal türünde olduğu gibi ya da rüya anlatılarındaki gibi. Birbiri peşi sıra, heyecanlı, anlam dizimi pek olmayan, yer yer muğlaklık barındıran ama dinleten. Bu anlamda çocuk anlatımlarına benzer bir durum da var. Mantık zeminine oturmasa da kulak kabarttığımız, o sırada başka bir iş yapıyorsak da bir kulağımızın onda (çocukta) olmasını sağlayan anlatı. Bu anlatı çocuğu odağa alan “Uç”taki öyküleri destekliyor ve bu yüzden de çağrışımlarını güçlü kılıyor. Odak konu ne ise dil de, anlatı da ona göre oluşuyor diyebilir miyiz ya da etkin, yaşayan, canlı dil yazılan öyküye bu şekilde yansıyıp kendini var ediyor mu dersiniz? 

Öykünün dili yazmaya başladığım anda oluşuyor, daha ilk cümleden kendi sesini buluyor her öykü. Ya da ben o sesi bulana kadar yazmaya başlamıyorum. Öykülerimdeki atmosferin ve anlatım dilinin rüyaları çağrıştırdığı sıkça aldığım yorumlardan biri. Gerçeküstücülük beni en çok besleyen akımlardan biri oldu hep. Gerçeküstücü ressamların, yazarların rüyalara ne kadar değer verdiğini bilirsiniz. Kendimizle ilgili gerçekleri görmek için rüyalardan daha iyi bir yer bilmiyorum ben de.

​Gün içinde her şey yolundaymış, her şey son derece normalmiş gibi davranıyoruz ama bilinçaltımız rüyalarımızda bize bunun hiç de öyle olmadığını söylüyor ve bazı sabahlar uykumuzdan kendimizle yüzleşmiş olarak uyanıyoruz. Üstelik kendimizle ilgili en gerçek şeyleri en fantastik halleriyle görüyoruz rüyalarda. Benim de öykülerimde yapmaya çalıştığım şey bu. 

Türk edebiyatında çok da rastlamadığımız gotik edebi unsurlarla karşı karşıyayız. Her anlamda tüm unsurlarıyla hem Dünyanın Sonu Geldiğinde hem de Uç kitabınız baştan sona gotik unsurların ön planda olduğu bir gözlem ve iç dökmesiyle yazılmışlar. Türk edebiyatında bırakın gotik öğeleri çocuk karakterlerin başrolde olduğu, hatta içinden gerçek anlamda (bir yansıtma unsuru veya bir araç olarak değil) çocukların geçtiği metinler bulmak zor. Hiç mi yok gotik konular? Tabii ki var ama ya Anadolu söylencesi olarak yansıtılıyorlar ya da mitler, masallar üzerinden metnin yan ve destekleyici unsuru olarak var olup bize ulaşıyorlar. Bedenler, zihin, durumlar, olaylar sizin yaptığınız üzere gerçekten bozulmuş (hayal yapısı içinde, rüya yapısı içinde bozulmuş olarak değil) yapılar olarak ulaşıyorlar bize. Bu yüzden kitaplarınızı okuyunca Mary Shelley (Frankenstein), Edgar Allan Poe (tüm öyküleri), Lovecraft (tüm öyküleri), Robert Louis Stevenson (Dr. Jekyll ve Mr. Hyde), Charlotte Perkins Gilman (Sarı Duvar Kâğıdı) zihnime üşüştüler birden. Kitaplarınızın yerli gotik edebiyat türünde kilometre taşı olacağını düşünüyor, sizin konu ile ilgili, gotik edebiyat ile ilgili düşüncelerinizi, gotik edebiyatın size neler hissettirdiğini sormak istiyorum. 

Çok fazla şeye aidiyet duygusuyla bağlanmam ama gotik edebiyat kendimi ait hissettiğim yerlerden biri. Okurken de yazarken de kendimi çok rahat hissettiğim, hiç yabancılık çekmediğim, kendimi doğal bir parçası olarak gördüğüm, kabul göreceğimi bildiğim yer... Yukarıda ismi geçen kitaplardan birinin içinde yaşasam bu dünyadan çok daha iyi uyum sağlayacağıma eminim. Bu dünyanın normallik ya da gerçeklik algısı yerine gotik edebiyattaki gerçeklik algısını ve normalliği tercih ederim. Yerli gotik edebiyat için başaracağımı düşündüğünüz şeyin yakınından bile geçersem de çok mutlu olurum.

Bahsetmeden geçmek istemiyorum çünkü çizgi film senaryo yazarlığınızın sizi önemli ölçüde beslediğini düşünüyorum. Nasıl bir süreç sonunda gelişti çizgi film senaristi olmanız?

Öğrenciyken derslerde hep fantastik senaryolar yazıyordum. Senaryo hocamız da benim için endişeleniyordu. Çünkü böyle giderse okul bittiğinde iş bulamayacağımı düşünüyordu. Benim yüzümden bütün sınıfa birkaç ders boyunca gerçekçi yazmayı zorunlu kılmıştı hatta. O zaman ikinci sınıftaydım ve Dünyanın Sonu Geldiğinde’ki öykülerin pek çoğunu o derslerde yazdım. Bundan bir yıl sonra üçüncü sınıftayken tamamen tesadüf diyebileceğim bir şekilde bir animasyon stüdyosunun senaryo ekibine dâhil oldum. Türkiye’nin ilk bilimkurgu çizgi filmiydi yazdığımız. Bundan bir yıl sonra yani okulun son yılında da o stüdyoda tam zamanlı olarak çalışmamı istediler. Çok mutlu olduğumu ve tekliflerini hemen kabul ettiğimi hatırlıyorum. Yazmamı istedikleri fantastik bir çizgi filmdi ve ben senaryo hocamın korktuğu gibi işsiz kalmak bir yana, daha okulum bitmeden ülkenin en çok izlenen çizgi filminin senaristi olmuştum. Sadece kendi sevdiğim şeyi yaparak, fantastik şeyler yazarak, başarmıştım bunu hem de.

©Zeynep Kayacan

Dünyanın Sonu Geldiğindekitabınız okuyup, çocuk karakterleri gördükten sonra; mesela Ceset Kız, Tek Boynuz, Dört Göz, Vampirler İyidir ve Uç kitabınızı baştan sona kat eden çocukların öykülerini okuyunca, neler okuduğunuzu, başucu kitaplarınızı, hangi yazarlardan etkilenmekten vazgeçemediğinizi sormak istedim.

Ursula K. Le Guin, Flannery O’Connor, Salinger ve son yıllarda Samanta Schweblin bana en çok ilham veren yazarlar. Özellikle ’u yazarken Clarissa Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı, Sylvia Plath’ın Günlükler’i ve Mary Shelley’nin Frankenstein’ı da zihnimin bir köşesindeydi hep. Resimli kitaplarımda bana en çok ilham verenlerse Shaun Tan, Neil Gaiman ve Tim Burton oluyor.

Pandemi döneminin içinden geçiyoruz hâlâ. Bundan sonrası için nasıl bir dünya bekliyor bizleri? Bunca bozulmuş, bozduğumuz bir dünya mevzu bahisken bu durum öykülere, hikâyelere, edebi metinlere nasıl yansıyacak sizce? 18. yüzyıl yapılanması gibi olmayacak veya 19. yüzyıl romantizminden artık çok uzağız diyeceğim ama dünya edebiyatı içerisinde yukarıda bahsettiğim gotik eserler (Gotik türün yaratılmasında kilometre taşı olan eserler) tam da bu yüzyıllarda yazarların kafasında oluşmuş ve kaleme alınmışlar. 21. yüzyıldaki bu bozulmaya rağmen belki de romantizm tekrar filizlenecek, absürt olur ama neden olmasın?(!) Yukarıda da bahsettiğim gibi romantizm döneminde art arda gotik, karanlık metinler yazılması gibi mesela. Kendi içinde nasıl dönüşecek, nereye varacak tüm bunlar?  

Bu konuda kararsızım aslında. Bir yandan bu dönemden harika metinler, sanat eserleri çıkacağına, pek çok kişiye ilham verecek bir süreçten geçtiğimize inanıyorum. Daha önce de söylediğim gibi “Beden korkmazsa yazmaz,” diye beni çok etkileyen bir cümle var ve bedenimiz için bu kadar çok endişelendiğimiz, korktuğumuz başka bir dönem hatırlamıyorum ben. Bu durum geride kalıcı eserler bırakma isteği olarak bütün sanat dallarında bir yükselişe neden olacaktır. Ama bir yandan da hayatı yazmak, resmetmek yerine yaşamak isteği de ağır basabilir. Üretmek ikinci planda kalabilir elbette. Hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin daha farkında olduğumuz günler bizi bekliyor. Bugünlerde kendimizi, bedenimizi, etrafımızdakileri, dünyayı daha önce görmediğimiz bir gözle, bir uyanıklıkla belki de gerçekten ilk kez görüyoruz.

Tasarımda kullanılan illüstrasyonlar Andrea Wan'a aittir.

0
4950
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage