27 AĞUSTOS, ÇARŞAMBA, 2014

Sokaktan Müzeye Grafiti 

Atlas Tarih dergisinin bu ayki sayısında Ayşe Hür’ün bir yazısı var: “Vikingler İstanbul’da”. Yazı bir bütün olarak oldukça ilginç ayrıntılar içeriyor. Ancak bir detay var ki, en genel sözlük karşılığıyla, duvar yazıları ve resimleriyle kendini ifade eden bir tür görsel uygulama olarak tanımladığımız grafitinin İstanbul’daki erken örneklerinden birini gösteriyor… O da şu: İstanbul’da yaklaşık 450 yıl süreyle ikamet ettikleri düşünülen Vikinglerin Ayasofya’nın mermerlerine kazımış oldukları kimi yazılar… 

Sokaktan Müzeye Grafiti 

Aslında, iz bırakmak, karalamak, resim çizmek ve tüm bunların aracılığıyla mesaj iletmek ya da salt iz bırakmak için çizmek insanlık tarihi kadar eski bir olgu. Orada olmayı yeterli görmeyip, tarihe not düşmenin, adını ölümsüzleştirmenin bir yolu olsa gerek bu eylemler. Hatta içgüdüsel olduğu bile düşünülebilir. 20. yüzyılın önemli sanatçılarından biri olan Barnett Newman “İlk İnsan Bir Sanatçıydı” adlı ünlü makalesinde de bunu söylemiyor muydu zaten?   “İlk insan kimdi? Bir avcı mıydı, çiftçi miydi, işçi miydi? Şüphesiz ilk insan sanatçıydı. İnsanın ilk ifadesi, ilk rüyası gibi estetikti. Konuşma iletişim isteğinden çok şiirsel bir haykırıştı. İlk insan balta yapmadan önce çamurdan idol yapmıştı. Sopayı mızrak olarak atmayı öğrenmeden önce insanın eli çamurdan tahtayla düz bir çizgi çekti.” (1)

İnsanlık tarihinin en eski eylemi olarak tanımlayabileceğimiz, hatta kökenini mağara duvarlarındaki resimlere dek götürebileceğimiz grafiti, Pera Müzesi’nde açılan “Duvarların Dili: Graffiti/Sokak Sanatı” başlığıyla bu alanın bugün hangi bağlamlarda ele alındığını örnekliyor. Sokaklarda başlayan daha doğrusu sokağa ait, anarşist, uygulama alanları söz konusu olduğunda riskli ve bir o kadar renkli, adrenalin salgılatan, sözünü net, dolaysız ifade edebilen bir sanat dalı olan grafitiyi Türkiye’de ilk kez bir müzenin duvarlarında görmek ilginç. Çünkü Türkiyeli izleyici için sokak sanatı çok da aşina olduğu, kendini yakın hissettiği bir alan değil. Roxane Ayral’ın küratörlüğünde gerçekleşen bu sergi, salt bir grafiti belgeseli olarak değil, sokağın sıra dışı sanatçılarını müzenin içine dahil ederek mekâna özgü, özel projeler gerçekleştirilmesi üzerine kurulu. Amerika, Almanya, Fransa, Japonya ve Türkiye’den sanatçıların yer aldığı sergide, Futura, Cope 2, Mare 139, Turbo, Wyne, JonOne, Tilt, Mist, Psyckoze, KR, Herakut, Logan Hicks, C215, Suiko, Evol, Gaia, Tabone, Funk ve No More Lies gibi farklı yaş gruplarından sanatçılar bulunuyor.

1960’ların sonunda, Amerika’da New York, Manhattan ve Brooklyn gibi şehirlerde ortaya çıkan, bugün “sokak sanatı” olarak da adlandırabileceğimiz grafiti asıl olarak 1970’lerde hip-hop kültürle birlikte yaygınlaşıyor. Grafitinin tarihine bakarken ve başlangıç noktası olarak Amerika’yı işaret ederken karşımıza ilk olarak Taki-183 takma adıyla bilinen Yunanlı bir gencin çıkıyor olması ise oldukça ilginç ve şaşırtıcı aslında. Taki ile birlikte grafiti kent duvarlarının yanı sıra metro istasyonlarına da taşınıyor ve pek çok farklı isimle birlikte kenti çevreliyor. İlk önceleri ad ve genellikle yaşadığı yerin numarası gibi hayli yalın bir biçimde başlayan grafiti zamanla irileşen boyutları, etrafını çeviren resim ve desenlerle ve elbette eklenen figürlerle bugünkü biçimini alıyor. Bugün ise pek çok farklı yazı üslubu ve tipografik özelliğiyle grafitinin olmadığı bir kente rastlamak sanırız mümkün değil. Dünyanın pek çok yerinde özellikle gençlerin kendilerini sınırsızca ifade ettiği ve kentin en önemli görsel kültürü sayabileceğimiz grafitiler protestonun, ayrıksı olmanın en “estetik” göstergesi… Aynı zamanda grafitinin herhangi bir izin almadan hayat geçirilmesi de otorite karşıtı bir tavrı  işaret ediyor.  Sokaklar, metrolar, arabalar derken üzerindeki grafitilerle zihinlerimize kazınan Berlin Duvarı’nı da unutmamak gerek… Ayrıca bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de grafiti özellikle Tarlabaşı, Sulukule gibi kentsel dönüşüm alanlarında isyanın sesini dillendiren bir araç işlevi de görüyor.

Ancak Türkiye, sokak sanatı – grafiti- konusunda iddialı bir tarihsel geçmişe sahip değil. Grafiti, duvarın dili denildiğinde bizde hâlâ dağlara taşlara yazılmış “Umudumuz Karaoğlan”,  “Tek Yol Devrim” ya da “Çare Sarıgül” gibi slogan tınısı yüksek politik mesajlar içeren yazılar geliyor. 

(1) Barnett Newmann, “The First Man Was An Artist”, Art in Theory 1900-1990 An Anthology of Changing Ideas, Charles Harrison-Paul Wood (ed), Blackwell, pp. 566-567.

Tabii bu yazılarda bir üslup ya da tipografi görmek çok olası değil… Ancak 1990’lardan itibaren kimi büyük kentlerde sokak sanatı olarak adlandırılabilecek bir takım çalışmalar izleyebiliyoruz… Türkiye’de sokak sanatının önemli bir kırılma yaşaması Gezi sürecine denk geliyor aslında. Gezi ile birlikte Türkiye’deki sokak sanatı potansiyelinin farklı bağlam ve estetik bir düzlemde kendini gösterdiği ve salt bu bağlamda değerlendirildiğinde bile çok önemli olgular içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Sokak sanatının gündelik olandan beslenen, dışavurumcu ve protest tavrının farklı versiyonlarını hep birlikte izledik Gezi’de… Aslında Pera Müzesi’ndeki sergide de çoğu takma isimle çalışan pek çok sanatçının gündelik dilden, çağdaş olgulardan nasıl etkilendikleri açıkça izlenebiliyor. Bu çerçevede, sokağın aykırı sesini, ezilen, haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayanların duygularının görünür kılındığı işler özellikle dikkat çekici. Bunlardan en çarpıcı olanı Kan Mimarisi adını taşıyor. 2012’de Esenyurt’ta Marmarapark AVM’nin inşaatı sırasında çıkan yangında ölenlere sokağın diliyle söylenmiş bir ağıt bu. New Yorklu Gaia’nın acının ve haksızlığın evrenselliğini müze duvarında ölümsüzleştiriyor.

Peki, sokak ve müze gibi birbirine karşıt iki mekânı; steril-kaotik, yabani-evcil, uyumlu-protest gibi daha da çoğaltabileceğimiz pek çok zıt kavram çifti ile birlikte nasıl ve hangi bağlamlarla düşünmek gerekir? Sokağa ait olanın başkaldırısı olarak başlayan ancak günümüzde çağdaş kent sanatı olarak adlandırılan, geniş kitlelere ulaşabilme ve kamusallığıyla etkileşim alanını genişleten ve kendi kültürünü oluşturan Sokak Sanatı’nın müzeye sokularak “evcilleşmesine” aracılık edildiği düşüncesinin zihnimizde belirmesine engel olmak zor. Ancak, sokağın sanatının çok çok uzun zamandır müzelerin ve kültür endüstrisinin göz bebeği olduğunu da unutmamak gerekiyor. 2008’de Londra Tate Modern’de 2009’da ise Paris’te Jean Nouvel’in ünlü yapısının çatısı altında çoktandır sokak sanatı “müzelik” zaten… Aslında Keith Haring ve Jean-Michel Basquiat ile birlikte grafiti galeriye ve dolayısıyla müzeye çoktan girmişti… Bunu, grafitinin felsefesine, ortaya çıkış ve yayılma düşüncesine bütünüyle ters düştüğünü düşünenler olacaktır; haksız da sayılmazlar. Öte yandan, grafitinin tarihini anlamak, yakından tanımak için ancak bir müzede sergilenebileceğine inananların varlığını da unutmamak gerek. Ayrıca her şeyin birbirine karıştığı bir düzlemde grafiti ve müze kavramlarının da yepyeni anlamlar, bambaşka boyutlar kazandıklarını unutmamak gerek. Tıpkı bildiğimiz, inandığımız bütün kalıpların, inançların yerel ve küresel düzlemde tarumar olması gibi.

Pera Müzesi’ndeki sergiye dönecek olursak; sanırım bu serginin en önemli özelliği, seçilen sanatçıların müzenin içine dahil edilmesi. Duvar resimlerinin hepsinin müzede yapılmış olması…  Hatta geçici sergilere ayrılan üç katın da Müze’nin genel bağlamından kopartılarak bağımsızlaştırılması. Öyle ki, Jean Nouvel’in saydam Cartier Müzesi’nde 2009’da açılan Grafiti sergisinde, yapının cephesini oluşturan cam duvarlar orijinal çizimlerle oluşturulmuş olmasına karşın müzenin içinde sadece reprodüksiyonlar sergilenmişti. Aslında müze grafitiyi içine alıyor gibi görünüyor ama gerçek grafitilere sadece tuvalete uzanan koridorlarda yer veriyordu.

Artık yeraltı dönemini arkada bırakan, kentin güncel dilini estetize eden ve vandalizm değil küresel bir sanat akımı olarak anılan sokak sanatının müze için üretilen projelerinin yanı sıra Martha Cooper, Henry Chalfant ve Hugh Holland gibi fotoğraflarıyla grafiti dünyasını da bize gösteriyor. Sokak kültürünü, resimsel dilini, duyarlıklarını görmek için bu kez sokağa değil, müzeye girmek yeterli. "Steril" bir ortamda sanatı takip etmek için değil, sokağın diline, mantığına, görselliğine saygı duymak, onu anlamak için... 

0
11346
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle