Rugül Serbest ile aşkın yokluğundan çıkardığı anlamlarla oluşturduğu, aşkı arzulayan ve arayan, küratörlüğünü Taner Ceylan’ın gerçekleştirdiği yeni kişisel sergisi “Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen (Resimli Kalp Anatomisi)” hakkında konuştuk.
“Gözlerimi Gülümserken Öylece Ölsen” serginin aklına düştüğü ilk ana götürebilir misin? “Resimli Kalp Anatomisi” alt başlığını da sormak isterim. Bu tanımlama tam olarak neyin açılımını yapıyor, neyi temsil ediyor?
Aslında fikir olarak neredeyse iki buçuk yıl önce karar vermiştim “aşk” temalı bir sergi açmaya. Bazen sevginin ne kadar önemli olduğunu öğrenmemizi sağlayan şey onun yokluğudur. Ben de öyle bir dönemdeydim ve aklıma hep aşk ve acı çekme ile ilgili konular geliyordu. Sonra bunu bir sergiye dönüştürmeye karar verdim, krizi fırsata çevirmek gibi oldu bu. Bir yıl kadar önce de Pi Artworks İstanbul ile bu sergiyi açmaya karar verdik, sonra serginin küratörü Taner Ceylan oldu ve birlikte bu konuya derinlemesine daldık. Sanat tarihinden, feminizme bir sürü okumalar ve tartışmalar gerçekleştirdik. Çok verimli bir süreç oldu benim açımdan. Bir gün sergi üzerine konuşurken “seni seviyorum ve senden nefret ediyorum” serginin ismi böyle bir şey olmalı dedim Taner’e ve birkaç hafta sonra serginin şimdiki ismiyle geldi bana. Çok heyecanlanmıştım. Arkadaşlarının Echo adlı müzik grubunun bir şarkısının sözlerinden esinlenerek bulduğu “Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen” tam da hissettiğim duyguları karşılıyordu. Hem aşkı hem nefreti barındıran bir cümle, aşığının gözlerinin içine bakarken ölmesini isteyecek kadar da acımasız, sert bir cümle. Bazen hissettiğimiz duygular bize o kadar acı verir ki buna bir son vermek isteriz ya da karşı tarafın bir son vermesini isteriz. Ama sevdiğimiz insanın sevdiği son kişi olmayı dileriz bencilce.
Alt başlık “Resimli Kalp Anatomisi”ni bu sergide aşkı bir cerrah edasıyla ele alıp delik deşik edip parçaladığımız için koyduk. Cümlede hafif bir çocuksuluk, naiflik var biraz da esprili bir cümle olduğu için bizim çok hoşumuza gitti.
Serginin girişinde izleyiciyi Oscar Wilde’ın “Her zaman seveceksin beni! Çünkü ben senin işlemeyi göze alamadığın tüm günahları simgeliyorum” sözleri karşılıyor. Bu sözün senin ve sergin için ne ifade ediyor? Sergine nasıl üretim zemini hazırladı, nasıl bir yol haritası verdi sana?
Serginin girişindeki yazı serginin küratörü Taner Ceylan’a ait ve Oscar Wilde’ın “Her zaman seveceksin beni! Çünkü ben senin işlemeyi göze alamadığın tüm günahları temsil ediyorum” sözü benim de çok hoşuma gitti ilk duyduğumda. Ben de çağrıştırdığı duygu şöyleydi; bence aşk her zaman almaya değer bir risktir, cennet ve cehennem onda bir aradadır ama bazen göze alamadığımız bu riskler hayatımız boyunca peşimizden gelir pişmanlık olarak. Yaşayamadığımız şeyler yaşananlardan daha çok acı verir bize. Aslında çoğumuz aşkı arzularız ama çoğunlukla risk almaya cesaret edemeyiz.
Serginin küratörü Taner Ceylan ile nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz?
Taner Ceylan benim için bir küratör değil, bir mentör, bir dost aynı zamanda. Klasik bir küratör sanatçı ilişkisi gerçekleştirmedik. Taner Bey zaten 2018’den beri hayatımda. Onun Olimpos sergilerinin ilkinde yer almıştım o zamandan beri ne zaman bir şey danışmak istesem her zaman bana yardımcı olmuştur. O zamandan beri zaten diyaloğumuz sürüyordu ve bu serginin küratörü olunca çok mutlu oldum. Çok yoğun bir yıl geçirdik, çok fazla şey paylaştık. Taner, bu sergiyi neredeyse benden daha fazla sahiplendi, zaman zaman benden daha fazla heyecanlıydı. Bazen gecenin bir yarısı beni görüntülü arayıp heyecanla aklına gelen fikirleri paylaşıyordu. Bu süreç elbette çok yoğun ve yorucu geçti. Ama Taner ile olduğu için harika bir deneyimdi benim için, ondan çok şey öğrendim. Onunla çalışmak tam anlamıyla “Aşk” gibiydi.
Sergin “Karşılama”, “Arzu, Haz ve Acı” , “Marina” ve “İtiraf” olmak üzere dört bölümden meydana geliyor. Biraz bu bölümlerin serginin anlamsal düzleminde ifade ettiklerini anlatır mısın?
Serginin “Karşılama” bölümünde benim altta belli belirsiz görünen karakalem portrelerimin üstüne renklendirdiğim 40 tane renkli pantoneler ile karşılaşıyorsunuz. Buradaki renkler benim tüm resimlerde kullandığım renk tonlarından oluşan paletim ve bu tekrar eden görüntüler ve bizi karşılayan aynalı duvar Taner Ceylan’ın deyimiyle Andy Warhol’a gönderme yapıyor. Aynalı duvarın üstünde asılı duran bir altın sinek resmi var. Ben resimlerimde kendi yüzümü ve bedenimi model olarak kullanıyorum ama onlara otoportre demiyorum. Sergideki tek otoportre diyebileceğim tablo bu resim. Tüm resimlerde dolaşan bir sinek var ve o sinekler benim aslında. Resimlerdeki aşka bir sinek olarak tanıklık ettim ve en son kendimi altın bir sineğe dönüştürdüm.
İkinci bölüm: “Arzu, Haz ve Acı.” Bu bölümde de jestler yer alıyor, burada da jestlerle aşkın çeşitli evrelerini (sevgi, tehdit ve intikam serisi...) yansıttığım bir bölüm var ve hemen yanında serginin ismini seramikten çiçeklerle yazdığım “Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen” yazısı karşılıyor bizi. Aslında tam da aşkı, nefreti ve şiddeti anlatan bu cümleyi renkli çiçeklerle romantik hâle getirerek bir işe dönüştürmek istedik.
Üçüncü bölüm: “Marina.” Marina Abramović'in Rhythm 0 performansı çok cesur bir performans ve beni hep çok derinden etkilemiştir. Ritm 0’ı aşka çok benzetiyorum ve sergimde o performansa atıfta bulunan bir iş yapmak istedik Taner'le birlikte. Yaptığım Marina Abramović masası değil aslında, bu benim masam. Amacım sadece oradaki nesneleri alıp bire birebir yapmak değildi, amacım o nesnelerin çağrıştırdığı duyguya değinmekti. Nesneleri olduğundan işlevsiz hâle getirdim ama burada amacım şiddetin önüne geçmek ya da şiddetin nötrlemek de değil, Marina bir noktaya kadar hiç tepki vermiyor, orada insanların kendi vahşetiyle yüzleşmesine izin veriyor. Çünkü bir insan size tamamen teslim olduğunda en kötü ne yapabilirsiniz o insana? Teslimiyet! En savunmasız ve en çıplak hâlinle kalıyorsun aşkta da. Çünkü aşk birine seni mahvetme yetkisini verip ve bunu kullanmayacağına güvenmektir. Yani amacım oradaki şiddeti ortadan kaldırmak değil, o şiddeti izlerken bende uyandırdığı duyguları yansıtmaktı. Çünkü her türlü duygu gerekli. Şiddet, korku, kaygı… Bunların hepsi doğru kullanıldığında gerekli şeyler. Şiddeti de yadsıyamayız, şiddet de gerekli bazen. Mesela çamuru şekillendirirken de şiddet uyguluyoruz, vura vura şekillendiriyoruz ve 1050 derecelik bir ısıya maruz bırakıyoruz. Bir çamurun seramik hâline gelebilmesi için korkunç bir şiddet yaşaması gerekiyor. “İlişki en yoğun çelişkidir” der Oruç Aruoba, aşk kendi içinde çok fazla tezat barındırıyor, seramik de öyle kendi içinde çok tezat barındırıyor. Bu yüzden seramiği seçtim. Çamur ne yaparsan yap yine çamur, şiddet de uygulasan, kurutsan da, kırsan da, yapıp bozsan da çamur yine çamur. İkinci olarak da kendi içinde yarattığı tezat durumu, plastik hâldeyken yani yumuşakken istediğin forma dönüşüp, değişip onun kimliğine bürünebiliyorken, birazcık kurumaya başladığında asileşiyor, piştikten sonra ise müdahale kaldırmıyor ve değiştirmek istesen de daha büyük bir şiddet uygulaman gerekiyor. Tekrar ıslatıp çamur hâline getirebiliyorsun, asla yok olmuyor. Tıpkı hissettiğimiz duygular gibi… Hayatımıza girip çıkan insanlara karşı hissettiğimiz duygular da öyle. Hep bir yerlerde kırıntıları kalıyor.
Dördüncü bölüm: “İtiraf.” Hayatın Dansı ve Hayatın Dansı II mektup yazan ve mektup okuyan olarak birbirini devam eden ikili bir iş yer alıyor. Mektuplaşma sanat tarihinde çok fazla işlenmiştir ve benim de çok sevdiğim bir konu ve kişisel hayatımda da mektup hâlâ kullandığım bir iletişim aracı. Böyle bir resim yapmaya karar verdiğimde, sanat tarihindeki örneklerine baktığımda duvarda yarısı görünen bir tablo asılıydı genelde, ben de bu iki resmi birleştirdiğimde, duvarda asılı birbirini tamamlayan tek bir tablo olsun istedim ve Munch'un Hayatın Dansı resmine karar verdim. Much’un hayatın dansı resmini kullanmak istedim çünkü Munch da sanat tarihinde aşk ve kıskançlık temalarını çok işleyen bir sanatçı. Bu resminde iki tuval birleşince dans eden bir çift bir araya geliyor. İki resmi yaparken yan yana ve birleşik asılmak üzere yapmamıştım. Bu resmi yaptıktan sonra sanat tarihi araştırırken şöyle bir bilgiye rastladım Munch da sevgilisi ile birlikte yaptığı portresini sevgilisiyle kavga edip ayrıldıktan sonra kıskançlık krizine girip testereyle ikiye bölmüş ve şu an o resim British Museum’da iki resim olarak yan yana sergileniyormuş. Aslında ben de bilmeden Munch’un bir resmini ikiye bölmüş oldum ve tekrar bir araya getirdim.
Ve en son savaş aletlerinin çıktığı, kalbini hançerleyen, boynundan ok geçen resimlerin olduğu duvarın hemen yanında siyah tül perdenin arkasında elinde silahlı bir Ru var. Günün sonunda gelen yalnızlık, teklik ve baş edilmek zorunda kalınan “kendin”. Kökleşen intikam, çaresizlik ve çıkış yolları.
Sergi boyunca tekrar eden, izleyiciye eşlik eden bir sinek sembolü var. Sinek sembolü neyi temsil ediyor? Her eserde varlığını göstermesi neyi temsil ediyor?
Resimlerimde kendi yüzümü ve bedenimi kullanıyorum ancak onları otoportre olarak nitelendirmiyorum. Kendimi sadece bir model olarak ele alıyorum. Bazen bilinçli bazen de bilinçsiz bir şekilde resimlerime bir canlı olarak giriyorum. Bu bazen bir hayvan, bazen bir böcek, bazen de bir bitki olabiliyor. Bu sefer bir sinek oldum ve bir sinek olarak resimlerdeki aşka tanıklık ettim.
Gotik dönemin ustası Giotto, resmin üstüne boyadığı sineğin ustası tarafından gerçek sanıldığı ve öldürülmeye çalışıldığı söylenir. Vasari’ye ait anekdotun içerisinde Giotto'nun sineği gerçekçiliğe doğru yönelen Batı resminin Ortaçağ’dan kopuşunu simgeler. Sineğin sanat terminolojisindeki ismi “Musca depicto” Latince “resmedilmiş sinek” anlamına gelir ve sanatçının gerçekliği taklit etme becerisini göstermek için tuvaline sinek figürü yerleştirmesi anlamına gelir. Sanat tarihinde çokça kullanılan sinek farklı anlamlara gelebilir. Kuru kafalarla birlikte kullanıldığında fiziksel bedenin geçiciliğini anlatırken, bir kadının yanında bedensel arzuya gönderme yapar. Sineğin bendeki anlamı ise şöyle; sinek çürümeye yüz tutmuş, ölmek üzere olan şeylerin üzerinde gezinir. Aşkla ölüm arasında da sıkı ve derin bir ilişki vardır, gerçek bir aşkı deneyimlediğimizde hayatlarımız tehlikedeymiş gibi hislere kapılabiliriz, ölecekmiş gibi hissederiz bazen aşkta da. Ben de aşktan eşsiz bir diyar, bir vaha, bir mabet gibi bir bahsetmeyi çok isterdim ama birilerinin b** ettiği şeyleri severek üstünde dolaşan bir sinek olmayı tercih ettim ve en son kendimi altın bir sineğe dönüştürdüm. Çünkü acı çekmek bizi daha değerli kılar ve acı çekmeyen bir insan asla kendini keşfedemez.
Bedenle kurulan ilişkiye dair de konuşuyor eserlerin. Beden; toplumsal ve bireysel olanın izlerini sürebildiğimiz yegâne parçamız. Bedenine eserlerin ve sanatın üzerinden başka bir zeminde bakmak ne ifade ediyor sana?
Benim en önemli malzemem “kendi bedenim”. Formu yakalamanın o şeyin kendisi olmakla olabileceğini düşünüyorum. Hissettiğim duygu durumlarını kendi bedenim üzerinden “o” olarak anlatmaya çalışıyorum. Cezanne “Ressam gördüklerini içine sindiren kişidir” der. Ben de tüm duyguları kendi içimden geçirerek yansıtmaya çalışıyorum. Bunun başka türlü olabileceğini düşünmüyorum. Hepimiz bir bedene sahip olarak var olduğumuz dünyaya geliyoruz ve bu beden sayesinde de var olduğumuz dünyaya erişebiliyoruz. Bir anlığına da olsa bir başkası olmamız mümkün değil. Ben de resimlerinde bir başkası olarak kendi bedenimin sınırlarını aşmaya çalışıyorum. Neredeyse yağlıboya ile tuvale geçtiğimden beri, yani üniversite yıllarımdan beri “Bir başkası olmak nasıldır?” sorusunu soruyorum. Bunu yaparken de bir şey kanıtlama peşinde değilim. Soru soruyorum sadece.
Eserlerinde kendine bakışın içgüdüsel olarak gerçekleştiğini, bu bakışın içten gelen yanını yansıttığını söyleyebilirim. Sanatın ve kendinle aranda nasıl bir mesafe var? İki taraftan da kendine bakmak nasıl bir bakış açısı veriyor sana?
Benim içimde kendini dışardan gözlemleyen ve içerden yaşayan bir göz var. Kendimi hem içerden yaşayan hem de dışarıdan gözlemleyen biri olarak resimlerimin hem öznesi hem de nesnesi oluyorum. İçeriden dışarıya doğru saf bir bakış sadece... Benim sanatım kendimi ve yaşadığım dünyayı anlamanın sadece bir yolu. Kendini görememe, kendini ancak bir başkasının aynasında görme veya kendini başkasında gören kendim üzerine bir düşünme.
Aşk ve sevgi tanımı, serginin içerisinde kendine bakmanın bir yolu olarak tekrar inşa ediliyor. Biraz öyledir çünkü sevmek. Sevginin, kendini sevme cüreti göstermekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Arthur Rimbaud “Aşkı yeniden icat etmeli, besbelli.” diyor. Böyle bir inşa süreci oldu mu senin için bu serginde?
Evet, zaten sergimin manifestosu niteliğinde “Aşkı yeniden icat etmek” cümlesi. Aşkın yeniden icat edilmesi ve savunulması gerektiğini de düşünüyorum. Bu sergi biraz da bu yüzden ortaya çıktı diyebilirim. Sevgisizliğin sevgiden daha yaygın olduğu bu dönemde unuttuğumuz duyguları yeniden hatırlatmak istedim. Bu sergiyle ben de kendimle ve içimdeki aşkla tanıştım.
Senin de dediğin gibi aşk kesinlikle, kendine bakmanın bir yolu, aslında birini severken de kendimizi tanıyoruz. Bazen zayıf yanlarımızla yüzleşiyoruz, bazen çok güçlü olduğumuzu ve aşkın bize neler yaptırabileceğini görüyoruz. Gerçek bir aşkı deneyimlediğimizde o ana kadar kimliklerimizde varlığından dahi haberdar olmadığımız kapılar açılabiliyor.
“Gözlerime Gülümserken Öylece Ölsen (Resimli Kalp Anatomisi)” sergisini 28 Haziran’a kadar Pi Artworks İstanbul’da görebilirsiniz.