Billur Tansel ile küratörlüğünü üstlendiği “Sahnelenmiş/Staged” sergisinin kavramsal çerçevesi ve sergide yer alan eserler üzerine konuştuk.
“Sahnelenmiş/Staged”, sanat ile ekolojik duyarlılık/duyarsızlık arasındaki bağlantıya odaklanıyor. Sergiye eşlik eden etkinliklerle, sanatın gücüyle sürdürülebilir bir geleceğe katkı sağlamayı ve bu önemli konudaki sohbeti derinleştirmeyi amaçlıyor. Serginin kavramsal çerçevesi ilhamını Arte Povera akımının öncülerinden ekoloji aktivistlerinden Piero Gilardi’nin sanatı ve düşünsel mirasından alıyor. Doğayı taklit eden Doğa Halıları (Tappeto-Natura) adlı yapıtları insanın doğayla kurduğu yabancılaşmış ilişkiyi açığa çıkarıyor. Sergide yer alan sanatçılardan Paul Hodgson’un Arkas Sanat Alaçatı’daki Heykeltıraşın Atölyesi adlı performansı sırasında atık litografi baskı malzemelerinden üretilen eserde hem performatif üretim süreci hem de geri dönüşümün kendisi, serginin dönüşüm ve yeniden kullanım ekseninde kurduğu meselenin merkezinde yer alıyor.
Sergide seyirciyi beklenmedik bir şekilde bir odadan süzülen görüntülerle Berndnaut Smilde’nin iç mekânda kurguladığı Atlas Nimbus isimli sahte bulutları karşılıyor. İklim biliminin büyük gizemlerinden biri olan bulutların küresel ısınmadaki rolünün tartışıldığı bir gündemde Fransız atmosfer fizikçisi Sandrine Bony’nin Sorbonne Üniversitesi’nde yayımlanan “Uluslararası Bulut Günü: Laboratuvardan Hayal Gücüne” başlıklı yazısını anımsadım. Bony, yazısında “bulutlar doğarlar, gelişirler, etkileşirler, ölürler ve yeniden oluşurlar” söylemiyle bulutları yaşayan varlıklar olarak tanımlarken bu yönüyle hem bilimsel hem de sanatsal bir bakış açısı sunuyor. Tıpkı sanatçı Smilde’nin geçici bir varlık anını temsil eden bulutları bir kaybın ya da dönüşümün işareti olarak yorumlaması gibi. Kapalı bir alanda bulut görselleriyle gerçeküstü deneyim yaşatan Smilde’nin bulutlarla metafiziksel bir bağ kuran insanların algılama biçimine de gönderme yapıyor. Sergide bu yaklaşıma göz kırptığını düşündüğüm Danielle Kwaaitaal’ın Florilegium serisi oldu. Kwaaitaal, çiçekleri deniz suyunun içinde fotoğraflayarak doğayı sadece görselleştirmekle kalmıyor; ona dair yeni bir algı, neredeyse gerçeküstü bir atmosfer yaratıyor. Murat Germen’in Kuzey ülkelerinde, kutba yakın coğrafyalarda çektiği fotoğraflardan oluşan video çalışması iklim krizine görsel bir tanıklık sunuyor.
Nermin Er’in Dinle / Listen (2017) adlı metal heykeli, doğanın sesine kulak verme çağrısını fiziksel bir edime dönüştürüyor. Arkas Sanat Alaçatı’da duvara dönük yerleştirilen çalışmaya, daha önce Kapadokya’daki sergiden doğa içinde ağacı dinlerken konumlandığı üç fotoğraf eşlik ediyor. Yüzünü duvara dönen yerleşimiyle, iç ve dış mekân algısıyla yok olmakta olan doğaya da bir gönderme barındırıyor adeta. Endüstriyel bir malzeme kullanılarak üretilmiş olması, doğaya mesafelenmiş insanın kendi içsel çatışmasını yansıtıyor olmasının yanı sıra, sessiz ve güçlü bir jest olarak serginin genelinde hâkim olan insan-doğa ilişkisini sorgulayan eleştirel yaklaşımı tamamlıyor.
Sergide Ahmet Doğu İpek, Ali Borovalı, Ali Kanal, Antonio Riello, Azade Köker, Bengü Karaduman, Berndnaut Smilde, Borga Kantürk, Burçak Bingöl, Danielle Kwaaitaal, Ergin Çavuşoğlu ve Konstantin Bojanov, Ferhat Özgür, Gözde Mimiko Türkkan, Gül Ilgaz, Hayal İncedoğan, Henri Ferdinand Bellan, Ilgın Seymen, İsmail Eğler, Murat Germen, Murat Morova, Murat Yıldız, Nancy Atakan, Nazif Topçuoğlu, Nermin Er, Özgür Demirci, Paul Hodgson, Piero Gilardi, Rose Morant, Selçuk Demirel, Sibel Horada, Silva Bingaz, T. Melih Görgün, Tufan Baltalar, Willem De Haan’ın eserleri yer alıyor.
“Sahnelenmiş/Staged” sergisi sanat ile ekolojik duyarlılık/duyarsızlık arasındaki bağlantıya odaklanıyor. Schopenhauer’ın temsil kavramı ve Baudrillard’ın simülasyon teorisinden ilham alıyor. Serginin kavramsal çerçevesini oluştururken eser seçkisini nasıl ele aldınız?
Serginin kavramsal çerçevesi üzerinde düşünürken aklımda bazı eserler vardı, ayrıca bu konuda çalıştığını bildiğim ve senelerdir birlikte çalıştığım sanatçı arkadaşlarımla uzun soluklu görüşmelerimi sürdürüyordum. Bu sergi projesi üzerinde araştırmalarımı yürütürken, daha önce birlikte çalışmadığım sanatçılarla da çalışma imkânı bulduğum için çok mutluyum, bu sanatçılardan bazıları İzmir bölgesinde yaşayan ve çalışmalarını sürdüren sanatçılardı, bu konuda Arkas Sanat ekibi de bana önerilerde bulundu. Bazı eserler bu sergi için üretildi. Sanatçılarla mekâna özgü yerleştirmeler ve bu sergi için üretilen eserler üzerinde de birlikte düşündük. Arkas Sanat Alaçatı’da sanatçıların tasavvurlarındaki doğa/ ekoloji önerisini öne süren bir sahne tasarımı üzerinde çalıştık. Bu sergide amaç iklim krizi meselesini rahatsız edici boyutlarıyla ortaya koymaktansa, onun farklı sebep ve sonuçlarına referanslar bırakmak; doğa ile insanın çift yönlü ilişkisinin önemini ve doğaya olan ihtiyacımızı ve nostaljimizi izleyiciye tekrar hatırlatmak ve onu korumak için birlikte neler yapmamız gerektiğini birlikte sorgulamaktı. Burada izleyicilerde farkındalık yaratmak, onları sorumluluk almaya davet etmek, zarar verme eylemini geriye çevirerek, iyileştirmek mümkün olur mu sorusunu dikkate sunmak istedik. Bu konuya bir açıklama getirmek için sergide yer alan üç eserden bahsetmek isterim.
İlk olarak serginin odak noktasında yer alan ve serginin ilham kaynağı olan Arte Povera sanatçısı ve ekoloji aktivisti Piero Gilardi için hazırlanan bölümden bahsetmek gerekir. Piero Gilardi, 1965 senesinde henüz iklim krizi meselesi bilinmezken bir araştırma enstitüsü kurmuş ve bu konuda bilimsel araştırmalar başlatmıştı. Ayrıca gelecekte doğanın yok olacağına ve insanın taklitlerine ihtiyacı olacağına inanıp, insanları bilinçlendirmek amacıyla, sünger ve poliüretandan dev Doğa Halıları (Tappeto-Natura) üretmeye başlamıştı. Yeni ifade dilleri ve kompozisyonlarla izleyiciyi ekolojik ve çevresel krizin gerçekleriyle yüzleşmeye ve eleştirel bir bakış geliştirmeye çağırdı. Sanatla yaşamı bir bütün olarak gören usta bir sanatçıydı. 1960’larda ürettiği ikonik Doğa Halıları ile nehir yatakları, ormanlar, sahiller gibi doğal alanları andıran hiper-gerçekçi poliüretan zemin heykelleriyle, izleyicileri sanatı izlemekten çok yaşamaya davet etti. Bu eserler sadece görsel değil, dokunsaldı; üzerlerine oturulabilir, uzanılabilir, içinde gezilebilir biçimleriyle modern hayatın yapaylığına ayna tutan, sanatın edilgen tüketimini sarsacak nitelikteydiler. Doğayı ikame eden sentetik malzemenin ötesinde, bu eserlerde “gerçek doğaya duyulan özlem” de vardı. 2022 senesinde Arkas Sanat Alsancak’ta küratörlüğünü üstlendiğim Elgiz Koleksiyonu’nda “Mitler ve Hayaller” sergisinde onun da bir eserine yer vermiştik ve kendisini de konuşmacı olarak davet etmiştik. O tarihte hem sağlığı çok iyi olmadığı için hem de Turin’de büyük retrospektif bir sergisi olduğu için gelememişti, bir sene sonra da vefat haberini aldık. Bu sebeple bu sergide bu konuda büyük çalışmalar yapmış olan bu vizyoner sanatçıyı anmak için özel bir bölüm kurgulamak istedik. Bu bölümde sanatçının hayatını, felsefesini, eserlerini anlatan, Magazzino Italian Art Foundation tarafından hazırlanmış ve film yönetmeni Domenico Palma tarafından yönetilmiş Gilardi: Tappeto-Natura isimli bir belgesele ve Elgiz Koleksiyonu’ndan ödünç alınan Kiraz Çiçeği eseri yer almaktadır. Ayrıca kütüphane bölümünde sanatçının sergi kitapları da incelenebilir.
Diğer iki eserdeki ortak söylem doğaya verilen zararın belki de geriye çevrilebileceği ve iyileştirilebileceği umudunu ortaya koyuyor.
Sergi de ilk karşımıza çıkan, sanatçı Ali Kanal’a ait Doku-Lab isimli araştırma projesi. Bu proje bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı tarafından finanse edilmekte ve sanatçı bu proje üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. 2021 yılında, küresel ısınmanın etkisiyle Antalya’nın Manavgat ilçesinde çıkan büyük yangında yaklaşık 60 bin hektarlık ormanlık alan küle döndükten sonra sanatçı bu projesi ile, yangının izlerini mikroskobik ölçekte inceleyerek, görsel veriler ve yapay zekâ ile yeni bir gerçeklik yaratıyor. Yangın sonrası tahrip olan biyomdan alınan organik doku örnekleri (ağaç kabukları ve hayvan kemikleri) ile bir yıl sonra aynı bölgede filizlenen yeni yaşamın izlerini taşıyan dokular (bitkiler ve toprak) sentezlenerek bir araya getiriliyor. Ölüm ve yaşamın kesişim noktasında eğitilen yapay zekâ, bu dokuları işleyerek hiç var olmamış bir yaşamın izlerini ortaya çıkarıyor. Yangının yıkıcılığını, yalnızca bir son değil, aynı zamanda yeni başlangıçların taşıyıcısı olarak gören sanatçı, küllerin arasından filizlenen yaşamı, doğanın kendini yenileme gücünü ve zamanın dönüşümünü gözler önüne seriyor. Yapay zekâ aracılığıyla üretilen organik doku formları, belki de asla var olmayacak bir ekosistemin izlerini taşıyor. Ancak tam da bu belirsizlik, bize felaketlerin ortasında dahi yeni olasılıkların varlığını hatırlatıyor, yok oluşun içinde saklı olan umudu.
İkinci bir eser de İsmail Eyler’e ait Unburn isimli bir video yerleştirmesi, filmde Edremit’e bağlı bir köyde metruk ve artık kullanımda olmayan eski bir zeytin işleme binasının önünde henüz birkaç ay evvel toplanmış olan bahçenin yabani otları yanarken görülüyor, aynı zamanda da fiziksel sergi mekânına yerleştirilen küller gerçeklik boyutuna taşıyor. Film sondan başa doğru seyrediyor. Dolayısıyla bir yakmayı geriye alma/verilen zararın etkisini yok etme arayışı söz konusu. Yakılma eylemi hiç yaşanmamış gibi hissedilirken, bir yandan da çoktan olmuş olanı fiziksel olarak sergi mekânında kurgulanmış olan küllere bakarak deneyimliyor izleyici.
Bunların yanı sıra coşkulu, renk ve nostalji dolu doğa tasavvurları, son derece estetik bir kurgunun yer aldığı bir doğa tasavvuru ortaya konuyor bu sergide.
Daha önce sizinle yaptığımız sergi konuşmalarında da deneyimlediğim gibi, ekolojik krizi odağına alan sergilerinizle, aciliyet gerektiren bir konuyu sanat izleyicisine taşıyor, bu alandaki tartışmaları canlandırıyor ve paylaşım alanları oluşturuyorsunuz. Bu anlamda, sanatın ekolojik meselelerde farkındalık yaratma ve tartışmaları genişletmedeki işlevi hakkında neler söylemek istersiniz?
Bu konuyu önemsiyorum ve birbirinin söylemini devam ettiren, diyalog hâlinde sergiler kurgulamayı amaçlıyorum, bir kitabın farklı bölümlerini yazmak, farklı açılardan ele almak gibi, çünkü aynı sorunlar artarak devam ediyor.
Sanatçılar kendi bulundukları coğrafyalarda farklı tehditlerle karşı karşıya oldukları için bize yaşadıklarını kendi perspektiflerinden anlatıyorlar, bu da çok değerli bir paylaşım ve farkındalığa davet. Bu deneyimleri yaşamamış insanlar için göz açıcı bir şahitlik. Buna bir örnek olarak, Willem de Haan isimli Hollandalı sanatçının sergide yer alan video performansı gösterilebilir, ilk bakışta filmde sanatçının evin çatısına benzeyen bir motor ile nehirde dolaşıyor olması ironi dolu görünebilir ama arkasında yatan amaç çok başka. Genç sanatçı, Motor Ev (Motor Home) adlı bu çalışmasını, 2017 senesinde Hollanda’da yaşanan ve büyük can ve mal kayıplarına sebep olan sel felaketinden sonra, sular altında kalmış olan bir evin çatısına bir motor takmak suretiyle bir sala dönüştürdüğü bir heykel olarak kurgulamış. Sanatçı yaşadığı şehir olan Amsterdam’da bu eseri ile belirli aralıklarla nehir de dolaşarak performans yapıyor. Bunu yaparken iki amacı var; bir tanesi yaşanmış olan felaketi unutturmamak, ikinci sebebi ise Hollanda’nın ilerde sular altında kalma tehdidi altında olduğunu hatırlatarak insanları bu konuda birlikte önlem almaya davet etmek.
Bu eserle ilgili yaşanmışlıklara dair daha fazla bilgiye kütüphanede sergi için kurgulanan bölümden ulaşmak da mümkün. Kütüphanedeki bu bölüm bu amaçla hazırlandı ve oradaki kitaplardan nasıl faydalanabileceğine dair notlar eklendi. Mesela bu kitaplardan bir tanesi Elizabeth Cripps’in What Climate Justice Means And Why We Should Care kitabının ilk bölümünde iklim krizine dair birkaç senaryo önerisi bulunuyor, bunlardan bir tanesini paylaşmak isterim: Hayal edin ki sen, partnerin ve bebeğiniz sel suyuna kapılmış gidiyorsunuz. Eviniz ve eşyalarınız su altında kalmış, suda boğulmadan hayatta kalma savaşı veriyorsunuz, batmamak için son gücünüzle mücadele ederken tutunabilecek bir şeyler bulmaya çalışıyorsunuz. O sırada yanınızdan akıntıya kapılmış ölü bedenler geçiyor… Gözlerinizi kısa bir süreliğine kapatın ve kendinizi bu durumları yaşarken hayal etmeye çalışın diyor yazar. Hayal edin ki çocuğunuz boğulmak üzere, sevdiklerinizi korumaktan aciz, perişan bir durumdasınız…
Birkaç sayfa sonra bunların aslında hayali senaryolar değil, yaşanmış hikâyeler olduğunu ifade ediyor. Yukarıda bahsi geçen New Orleans’ta 2005 senesinde Katrina Kasırgası sebebiyle Andre isimli bir adamın yaşadığı bir olay. Bu tip felaketler başına gelmeyen insanlar ancak bunlara şahit olurlarsa, bu konulardan haberdar olurlarsa bir farkındalık geliştirebilirler.
Sergi kurgusuna dönecek olursak; farklı ülkelerden sanatçılarla çalışırken bu konuda onların içinde bulundukları düşünsel boyutu ve bu konuya verdikleri önemi görme imkânım oldu, bu benim için de bir öğrenme süreciydi. Aslında hepimiz aynı gemide, aynı istenmeyen hedefe doğru ilerlemekteyiz ve yaşananlar ve korkulan son hepimiz için geçerli. Tüm dünya ülkelerindeki bilinç seviyesini aynı seviyeye taşımak ve hep birlikte bu uğurda çalışmak önemli, bunun için de sanat etkin bir diyalog/ iletişim platformu sunuyor.
Murat Germen Simulacrum#1 ve Simulacrum#2 eserlerinde Caddebostan sahilinde dron ile havadan çektiği fotoğraflarda, ilk bakışta son derece estetik hatta ebru sanatını andıran bu eserlere dikkatle bakınca, söz konusu görsellerin günümüzün çok önemli bir iklim krizi felaketi olan müsilaj problemini yansıttığını fark ediyor. İnsanın doğaya verdiği tahribata rağmen, verilen zararı estetik bir şekilde gösteren doğaya karşı mahcubiyetimiz daha da artıyor. Germen’in sözleriyle: “Ebru gibi olumlu duygular tetikleyen güçlü bir yaratı tekniğinin, müsilaj gibi olumsuzluğu ve doğa tahribatını temsil eden bir olgu ile görsel olarak eşleşmesi ironik bir simülasyon vakası olarak tezahür etti.”
Yine Murat Germen’in farklı bir çalışmasına da değinmek isterim burada; Northscapes isimli video kurgusunda sanatçı, Kuzey coğrafyalarının kutba yakın olan yerlerinde ekstrem hava şartlarının hâkim olduğunu ve buralarda insanların bu şartlara uygun yaşam biçimleri benimsediklerine değiniyor. Sanatçıya göre: “Diğer coğrafyalara örnek olması gereken bu var olma biçimi, buraların küresel ısınma ve iklimsel değişimden ne fazla etkilenen yerler olduğu gerçeğini maalesef değiştiremiyor. Ortaya çıkacak felaketten direkt olarak etkilenecek olan ise insan türü, doğa kendisini her zaman onarabiliyor!”
Bu sergi projesinin sorguladığı esas mesele insanoğlunun sebebi ve aynı zamanda da mağduru olduğu iklim felaketine karşı duyarsızlığı ve bunun aşılabilmesinin nasıl mümkün olacağı, bunun için bu konuyu irdelemek üzere sosyologlar, psikologlar, çevre bilimcileri, bu meseleyi yaşam ve çalışma felsefelerinin odağına alan iş adamları, deniz biyologları, farklı ülkelerden sanatçılarla planlanan konuşmalar, tartışmalar, atölyeler, film gösterimleri kurgulandı. Sadece gezilip keyifli zaman geçirilecek bir sergi yerine insanların hayatlarında onları aksiyon almaya teşvik edecek bir etki yaratması arzu ediliyor.
Arkas Sanat Alaçatı gibi doğasıyla öznel bir yere sahip bir mekânda serginin gerçekleşiyor olması serginin kurgusunu ve deneyimini sizce nasıl etkiliyor?
Çeşme doğası güzelliği ve biricikliğiyle daima gönüllere taht kurmuş olma özelliğini koruyor şüphesiz. Arkas Sanat Alaçatı için özel olarak yapılan bina geçen sene mimari ödül almıştı, buna ek olarak Ege bölgesinde yer alan nadir çağdaş sanat müzelerinden bir tanesi.
Arkas Yönetimi/ ekibi bitkilere, doğaya çok değer veriyor ve binayı çevreleyen açık alanda eşi benzeri görülmeyen bir bahçe tasarımı kurgulanmış. Sergi mekânında dışarıya bakan daha fazla cam olsa, sergi ile yarışır güzellik/ nitelikte olacak bu bitkiler binaya girerken ve çıkarken izleyicilere güzel bir nefes alma alanı sunuyor.
Bütün bunlara rağmen bu coğrafyada yaşanan doğal afetleri de unutmamak gerekir; sergi kurulum aşamasında tecrübe ettiğimiz şiddetli fırtına ve çatıların uçmasına sebebiyet verebileceği konusunda uyarılara istinaden; sevgili Nermin Er’in Dinle (Ağacı Dinle) adlı metal heykelini dış mekândaki zeytin ağacını dinlemek üzere konumlandırmışken heykelin zarar görme ihtimaliyle ilgili yaşadığımız endişe sonucunda sanatçıyla birlikte onu hiç istemeyerek iç mekândaki sergi bölümüne dahil etmek zorunda kaldık. Ama bunu yaparken gene sanatçının talebi ile daha önce Kapadokya’da ağacı dinlerken/ sergilenirken çekilmiş olan fotoğraflara dönük olarak gösterime sunuldu. Diğer bir deyişle iklim krizi serginin kurgusu aşamasında da bize eşlik etti.
Sergide yer alan mekâna özgü yerleştirmelerden de bahsedebilir misiniz?
Sergide üç adet mekâna özgü yerleştirme bulunuyor. İkisi Burçak Bingöl’e bir tanesi de Sibel Horada’ya ait çalışmalar.
Burçak Bingöl’ün mekâna has çalışması Hasbahçe’de Güller ile sanatçı, klasik Osmanlı kap formları ve o dönem kültürünün zirveye çıkardığı bezeme fikrini bugünün araç ve anlayışlarıyla yeniden yorumluyor. Yerleştirme, doğa fikrini hem bitkisel çağrışımıyla hem de kültürel olarak ele alıyor. Her şeyin belli bir ömrünün olması/ geçicilik fikrini, gerçek gül imgeleriyle oluşturulmuş bir dekorla zamana ve malzemeye sabitleniyor. İçerisi ve dışarısı, geçmiş ve bugün arasında bağ kuran çalışmanın, zengin bitkisel doku içerisinde beliren geleneksel seramik formları; kendini aynı doku içerisine gizlerken, çiçekler ve mekânın kendisiyle de bütünleşiyorlar. Beliren veya yok olan bu formlar sürecin içerisinde barındırdığı boşlukta bir yerlerde asılı kalarak, yüzey ve formu bütünleştiren yapıt, yeni bakış açıları önererek bu topraklarda artık yaşanmayan bir bahçe kültürünü yarım kaplar ve güllerle anımsıyor.
Yine Burçak Bingöl’ün bir mekâna özgü yerleştirmesine daha yer verdik bu sergide; Parçaları Çoğalır II. Bir seramik heykeli pişirme aşamasında heykel patlayarak parçalanınca, sanatçı artan parçaları sırlayıp çiçeklendirmek suretiyle oluşturmuş bu eseri. O tarihte, üretim aşamasındayken, Ankara’daki bir patlamayla eş zamanlı düşen bu olay sonucunda; sanatçı, eserdeki çiçek bezeli ufak seramik kırıkları, en zor koşullarda bile beklenmedik yerlerden çıkıp büyüyen istilacı bir bitki gibi hayal etmiş. Tüm zorlu şartlara direnen bu küçücük ve narin eser, felaketlerle baş etmeyi korku ya da kayıp olarak değil, duyguların sanat yoluyla aşılması fikriyle oluşmuş ve o günden günümüze gelip, bugünkü sergi mekânının kıyısından içeri sızarak kendine bir yer edinmiş adeta. Tüm zorlu şartlara direnen bu küçücük ve narin eser, sergi mekânında yerleştirildiği zemine yakın alanda izleyici tarafından fark edilmeyi bekliyor.
Sibel Horada’nın Suyun Şekillendirdiği ve Birikimler, Mağarasal Oluşumlar adlı mekâna özgü yerleştirmeleri hurda buzdolabı, sökülen dolaplardan koparılan poliüretan köpük fragmanları ve kürdanlardan oluşuyor. Bu çalışmaları Yapı Kredi Galerideki “Yeryüzü Halleri” sergisi için hazırlamış sanatçı, bu sergide de yer verilmesi gerektiğini düşündük ve Sibel’de davetimizi kabul etti. Bu sebeple, bu eserlerin ilk yer aldığı serginin küratörleri Burcu Çimen ve Didem Yazıcı’nın sözleriyle açıklanmasını daha doğru buluyorum: Çalışmalarında ekolojik faktörler ile kişisel ve kolektif belleği ilişkilendiren ve Burgazada’da yaşayan sanatçının, Suyun Şekillendirdiği adlı serisi, Marmara Denizi sahillerinde bulduğu plastik köpük fragmanlarıyla yaptığı bir heykel serisidir. Bu heykellerde strafor ve diğer köpürtülmüş plastik malzemeden atıklar, sanatçının müdahalesi olmadan denizin, dalgaların, taşların ve hayvanların biçimlendirdiği hâlleriyle var olurlar. Birikimler ve Mağrasal Oluşumlar (2024) adlı heykelde ise denizden gelen bu malzemeye hurda buzdolapları eklenir. Sanatçının Kınalı Ada’nın bir zamanlar taş ocağı, şimdi ise hurdalık olarak kullanılan alanında karşılaştığı buzdolabı iskeletleri, deniz kenarında sıklıkla bulunabilen poliüretan köpük parçalarının kaynağına dair bir ipucu oluşturur. Bu buzdolapları, geri dönüşüme değer bulunan tüm parçaları söküldükten sonra dahi dünyada kapladıkları hacmin çoğunu korurlar. Sanatçının, tüketim anlayışı ile etkileşim kuran bir şehir haritası oluşturmakta olduğu da söylenebilir.
Sergide yer alan fotoğraf çalışmaları çeşitli coğrafyalardaki insan, hayvan ve doğa ilişkilenmelerinin çarpıcı bir belgelemesini sunuyor. Fotoğraflarla bu anlatıların sergi seçkisindeki yeri ve serginin genel söylemiyle kurduğu ilişki üzerine neler söylemek istersiniz?
Sergide yer alan her bir eserle ilgili söylenecek çok söz var, bu soru çerçevesinde birkaçından bahsetmek isterim.
Burçak Bingöl’ün Varsayılan Anlar serisi el dokuması ipeğe özel bir baskıyla hazırlanan “koruyucu” tulum içerisinde beliren sanatçının kendi bedeni, kırılganlığı kabullenmenin direncini vurgularken, bir yandan da bana göre doğanın bizim ikinci bir derimiz olduğuna ve doğanın ve insanın ne kadar kırılgan olduğuna dair bir hatırlatmadır. İlham kaynağı bomba imha timleri için tasarlanan tulumdur ama buradaki fark tulumun kendisinin de kırılgan oluşudur. Ekoloji kelimesinin etimolojik anlamının yaşanan yer/ ev demek olduğunu düşünerek, doğanın bizim yaşam alanımız olduğunu ve birbirimizle çift yönlü ilişkimizin önemini ve bizi birleştiren ve ayıran sınırların inceliğini hatırlamak önemlidir.
Bu noktada Bengü Karaduman’ın Yetim Orman isimli çalışmasından bahsetmek anlamlı olur. Bu video eserinde, sanatçı ormanın insan tarafından gördüğü tahribat ve sürekli küllerinden tekrar doğma çabasını çok estetik bir kurgu ile ortaya koymakta ve insan ile doğanın karşılıklı mücadelesine işaret etmektedir.
Bengü’nün bu önerisiyle diyalog hâlinde olan Hollandalı sanatçı Danielle Kwaaitaal’ın Döngü Sonu (Kuşlar) serisinden bu sergi için üretilen İspinoz ve Çulluk adlı eserleridir. Sanatçı bu cansız kuşları belgelerken sonların doğasında saklı olan güzelliği araştırmaktadır. Bu natürmort serisinde, günlük nesneler varoluşlarının son aşamalarında yakalanmıştır. Aşınmış, kırılmış veya atılmış her bir öğe, zamana, kullanıma ve geçiciliğe dair sessiz bir anıta dönüşür. Özenle hazırlanmış kompozisyon ve incelikli ışıklandırma sayesinde, fotoğraflar bu nesneleri işlevsel geçmişlerinin ötesine taşır. Bir zamanlar bir amaca hizmet etmiş, anlam taşımış bu canlılar burada hareketsiz bir şekilde görülmeyi beklerken, bu seri, izleyicileri tüm maddi şeyleri yöneten döngüler üzerinde düşünmeye davet ediyor: Yaratılış, işlev, çürüme ve yok olma. Döngünün Sonu, bu öğelere son bir temsiliyet imkânı vererek onların geçişini onurlandırıyor ve değer, hafıza ve dönüşüm üzerine bir meditasyon imkânı sunuyor.
Kwaaitaal’ın aynı seriden ölü çiçek fotoğrafı da Döngü Sonu (Çiçekler), Fransız düşünür Blaise Pascal’ın bir şiirini anımsatıyor bana: İnsan, der Pascal bu şiirinde yalnızca bir kamıştır, doğanın en zayıf varlığıdır ama düşünen bir kamıştır. Onu ezmek için tüm evrenin silahlanması gerekmez; bir buhar, bir su damlası bile yeterlidir. Ama doğaya karşı avantajı doğanın onun bu kırılganlığını bilmemesindedir. Evren onu ezse bile, insan kendisini ezen şeyden daha yücedir. Çünkü insan, öldüğünü ve evrenin kendisine karşı üstünlüğünü bilir; oysa evren bunu bilmez. Burada düşünür insanın hem yüceliğini hem de kırılganlığını aynı anda yansıtan çelişkili doğasını etkileyici bir biçimde ortaya koymaktadır.
Nazif Topçuoğlu Natural History adlı eserinde, kız çocuklarının büyüme ve öğrenme sürecinde yaşadığı belirleyici, kimi zaman korkutucu ve gergin evrelere odaklanır. Eserdeki okul ortamı; doldurulmuş hayvanlar, ölü doğa ve geçicilik temalarıyla öne çıkar. Genç bir öğrencinin fen bilimleri alanında öğretmeniyle birlikte yaptığı araştırma, onun rasyonel düşünceye ve bilgiye olan merakını temsil eder. Bu bağlamda kız çocuğu, ölüm kavramını bilimsel yollarla anlamlandırmaya, doğayı ve yaşamın geçiciliğini sorgulamaya çalışır.
Sergi çerçevesinde bakıldığında ise esere ilk bakışta bugün dünyada yaşanılan vahim durumun bir özeti niteliğini taşımaktadır; insanlar tarafından öldürülmüş olan kuşlar, vitrin üzerinde bu kuşların seramikten yapılmış kopyaları ve tüm bunların temsil ettiği üzücü gerçeğin farkında olmadan önünde poz veren genç kızlar.
Ali Borovalı’nın Antarktika’da çekmiş olduğu üç fotoğraf Poles Apart, Soul Mates ve All Went So Wrong buzulların erimesi, parçalanma, tahrip olma, biyoçeşitliliğin azalması konularına değiniyor.
Ferhat Özgür Bizim Mahalle adlı eserinde şehirde yaşayan üç küçük çocuğun oturup dinlenirken birlikte bakabildikleri tek manzara yıkılmış ve yapılmakta olan binalar ve doğadan yoksun bir yaşama işaret ediyor.
Bütün bu eserler bir yandan insanın doğa tahribatını sürdürürken, diğer yandan da kendi yaşam alanlarını ondan ilham alarak ürettiği kopyalarıyla dekore ettiğini ve bu süreçte belki de kendi sonunu hazırladığının farkında olmadığına gönderi yapmaktadır.
Paul Hodgson’un Heykeltraşın Atölyesi performansında atık litografi baskı malzemelerinden ürettiği eserle ve gerçekleştirdiğiniz söyleşiyle birlikte izleyiciyle güçlü bir bağ kuruyor. Serginin tartışmaya açtığı kavram etrafında, eserin üretim sürecine dair bu sergiye özel performans nasıl ortaya çıktı?
Paul ile gerçekleştirilen performans ve söyleşiden bahsetmeden önce, performansın gerçekleştirildiği salonda gösterimde olan ve Paul’ün bu sergi için atık malzemeleri dönüştürerek ürettiği eserle önemli bir diyalog kuran başka bir eserden bahsetmek isterim. Ilgın Seymen’in Bulutların Üzerinde adlı eseri insan atıklarının hayatımızda kapladığı alan, ortaya koyduğu tehdide rağmen bu konudaki duyarsızlığı konu alınıyor. Sanatçının kendi sözleriyle: Bulutların Üstünde, çöp yığınlarını göksel bir sahnelemeyle buluşturarak atığı yalnızca çevresel değil, aynı zamanda estetik ve metafizik bir olguya dönüştürür. Barok dönemin gökyüzü tasvirlerini andıran cennetvari bir atmosferde çöp yığınları birer göksel kalıntı gibi ağır ağır süzülürken, izleyici hem büyüleyici bir görsel şiirselliğe hem de rahatsız edici bir farkındalığa davet edilir. Görselin sunduğu bu ambivalansa eşlik eden ses kurgusu meditatif bir huzur hissiyle başlasa da sonradan huzursuzluk hissi verir. Görsel ve ses bütünlüğü dinginlikle ürperti arasında gidip gelen geçişlerle, izleyiciyi estetik haz ile etik sorumluluk arasında salınan çelişkili bir deneyime hapseder. Bu yedi dakikalık video yerleştirmesi insan merkezli ilerleme mitinin çöküşünü gösterişli bir melankoli olarak sunarken insanın doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Paul Hodgson’ın performansını bu perspektiften değerlendirmek daha anlamlı olacaktır. Serginin önerdiği sahnelenme olgusu ve etkileşim meseleleri üzerinden bakınca, burada niyetimiz izleyiciyi kurguya ve bu dönüşüm sürecine dahil etmekti. Burada gene yaratıcı bir amaçla kullanılmış olan litografi baskı malzemelerini üretim için kullanılan ikincil bir araç/ malzeme olma konumundan birincil bir konuma koyarak, onları bir sanat objesine dönüştürmek suretiyle ona farklı bir varoluş amacı kazandırmak idi. İzleyiciyi sergideki eserler, konuşmalar, tartışma platformları, sergi için kurgulanmış olan özel kütüphane bölümü ile kendileri için araştırma ve refleksiyona davet ederken aynı zamanda da onlara sanatçının önderliğinde atık objelerin dönüştürebileceğini hatırlatmak istedik. Bu performansı gerçekleştirirken farkındalık yaratmak istediğimiz konular arasında; yaşantılarımızın kalitesini negatif yönde etkileyen ve insanlık için büyük bir tehdit oluşturan çöp meselesini tekrar düşünmek, ona farklı bir boyut kazandırmak, bu konuda sorumluluk bilinci geliştirmek ve günlük yaşamlarımızda bu hususları önemseyerek yaşam biçimlerimizi tekrar düşünmek vardı.
Performans sadece gözlem üzerine kurgulandı, konuşma yoktu, bu aynı zamanda bir düşünme ve sorgulama süreciydi, sonrasında sanatçıyla yürüttüğümüz konuşmada bu konuların üzerinde konuştuk, izleyiciye biz de sorular sorduk. Performans ve söyleşi sonrasında eser ona ayrılmış olan alanda gösterime sunulmak üzere sergideki yerini aldı.
Son olarak sergiye eşlik eden bir kitap listesi bulunuyor. Bu listede dikkatimi çeken eserlerden biri, Suzanne Simard’ın Anne Ağaç (Finding the Mother Tree) adlı kitabı. Simard, orman iletişiminin, korumanın ve hissedişin merkezinde yer alan görkemli ağaçlara, yani Anne Ağaçlara dikkat çekiyor: Ağaçlar öldüklerinde, bilgeliğini kuşaklar boyunca çocuklarına tıpkı ebeveynler gibi aktarıyor. Bu listede yer alanlardan okuyucularla özellikle paylaşmak istediğiniz bir kitap ya da bir alıntı var mı?
Kurumun kütüphane bölümünde sergiye ait kurgulanan özel bölümde sergi için araştırma yaparken üzerinde çalıştığım kitaplara ek olarak, iklim krizi ile ilgili makaleler, raporlar ve sergide eserleri yer alan sanatçıların kitaplarına yer veriliyor. Ayrıca bu bölümde yer alan kitapların bir listesi ve her bir kitabın sergiyle nasıl bir diyalog içerisinde olduğunu anlatan kısa açıklama metinleri de hazırlandı kütüphane için.
Sorunuzda bahsetmiş olduğunuz Orman ekoloğu Suzanne Simard’ın kitabı “Staged” sergisine doğayı bir ağ, bir iletişim ve dayanışma alanı olarak görmeye davet eden derin bir ekolojik bakış kazandırıyor diyebiliriz. Kitapta Simard, ormanların rastgele ağaç toplulukları değil; özellikle “anne ağaçlar” aracılığıyla besin, bilgi ve destek paylaşan karmaşık, iş birlikçi ağlar olduğunu bilimsel çalışmalarına dayanarak anlatıyor. Bu yaklaşım, “Staged” sergisindeki sahnelenmiş ya da yapay doğa temsillerine karşı, doğanın canlı, bilinçli ve ilişkisel doğasını hatırlatıyor. Eğer sergi doğayı yüzeysel ya da estetik bir dekor olarak sunuyorsa, Anne Ağaç kitabı bu temsillerin ötesine geçerek izleyiciyi doğanın içsel zekâsını ve bağlarını düşünmeye yöneltebilir. Bu bağlamda kitap, “Staged”e yalnızca bir bilimsel katkı değil, aynı zamanda doğayla empati kurmayı teşvik eden duygusal ve etik bir katman da ekliyor ve doğadaki türlerin hayatta kalmak için geliştirdikleri kolektif stratejilerin, insanlar için de bir model teşkil edebileceğini ümit ediyoruz.
Sergiye ilham kaynağı olan kaynaklardan bir tanesi de Noam Chomsky’nin Yaşanabilir Bir Gelecek Mümkün kitabı ve yazarın iklim krizi karşısındaki bireysel ve toplumsal sorumluluklarımızın farkına varmak konusundaki uyarısı idi. Chomsky’e göre umut bir seçim, naif bir hayal değil, mücadeleyle inşa edilmesi gereken bir görev. Sergi ismini; gerçeklikten ziyade kurguların empoze edildiği bir dünya düzeninden alıyor ve alternatif dünya tasavvurlarının ancak sanatın esneklik ve yaratıcılığında mümkün olabileceği düşüncesinde vücut buluyor. “Staged” sergisi izleyicisini, sanatçıların önerdiği alternatif doğa kurgularıyla ya da kolektif yaşam biçimlerine dair ütopyalarla; gerçekliğin sahnelenişi ve umut ihmali arasında gidip gelen bir duygusal ve düşünsel alana yerleştiriyor ve onu içinde bulunduğu konumu sorgulamaya teşvik ediyor.
Sergi aynı bir tiyatro sahnesinde olduğu gibi hem bir ayna hem de bir prova niteliğinde: içinde bulunduğumuz gidişatın bir yansıması ve geleceğin provası. İzleyiciyi krize tanıklık etmeye ek olarak doğayla kurduğu ilişkiyi dönüştürebileceği bir farkındalık seviyesine davet ediyor.
Bu sergi için beni davet eden ve kurgu ve kurulum aşamasında büyük destek olan, başta Arkas Sanat Müdiresi sevgili Müjde Unustası olmak üzere Arkas Sanat Alaçatı yönetimine, ekibine ve sergi kurulumundaki desteği için Selim Çevrem’e, sergide eserleriyle yer alan sanatçılara, kendi sanatçılarıyla ilgili koordinasyonu yürüten galerilere ve eserlerini konsinye olarak ödünç veren Arkas Koleksiyonu ve Elgiz Koleksiyonu’na sonsuz teşekkürlerimle.
“Sahnelenmiş/Staged” sergisini 4 Ocak 2026 tarihine kadar Arkas Sanat Alaçatı’da görebilirsiniz.