Labirent Sanat, Abdo Yalçınkaya’nın “Supernatura” başlıklı kişisel sergisini 15 Mart tarihine kadar sanatseverlerle buluşturuyor.
Abdo Yalçınkaya’nın “Supernatura” başlıklı kişisel sergisi, insan, doğa ve şehir temalarını farklı görünüm biçimlerini ve bu biçimlerin yarattığı duygulanımları bir araya getiriyor. Eserlerinde insan tasarımlarının ve araçlarının doğa karşısındaki durumunu işleyen sanatçı, teknolojinin yıkıcı etkilerini, militarizmin toplum üzerindeki baskısını ve tüketim toplumunun sürdürülemezliği gibi evrensel eleştirel konulara odaklanıyor. Çağdaş sanatın etkilerini taşıyan sergi, Neo-figüratif, Ekspresyonist ve Pop-art akımlarından da izler barındırıyor.
Sergi ismini, Fransız funk müzisyeni Cerrone’un aynı adlı distopik disko şarkısından alıyor ve sanatçının üretimlerini geniş bir yelpazede sunuyor. Sanatçı, seçkide kendi olağanlığı içinde ilerleyen dünyanın çok boyutlu kolektif bir eleştirisini de aktarıyor. Sergi, bireysel bir perspektiften doğup toplumu bir bütün olarak hedef alırken, izleyiciyi de bu sorunların bir parçası olarak görmeye davet ediyor. Abdo Yalçınkaya’nın üretimleri, bu açıdan hem bir uyarı hem de bir farkındalık çağrısı taşıyor ve geleceğe dair bir felaketi tüm olağanlığıyla öngörüyor. Sergi izleyicilere sanat aracılığıyla toplumsal ve çevresel sorunlar üzerine düşünme fırsatı sunarken aynı zamanda estetik bir deneyim de vadediyor.
Doğa bilimci ve aktivist yazar Dara McAnulty’nin çocukları dışarı çıkmaya, doğayı keşfetmeye ve doğayla daha derin bir bağ kurmaya davet ettiği, Barry Falls’un resimlediği kitabı Vahşi Çocuk, Oğuzhan Şenocak’ın çevirisiyle Dinozor Çocuk’tan çıktı.
Vahşi Çocuk, beş bölümden oluşuyor. Bu bölümler okurlarına kuşları, bitkileri, ağaç türlerini, yaban bitkilerini, yırtıcı kuşları, göç yollarını, nehirlerdeki hayatı detaylarıyla tanıtırken kuş yemliği, teraryum ve keşif sopası yapmayı da öğretiyor.
“Ailenle ve arkadaşlarınla yürüyüşlere çıkmak ve gördüklerine dikkat edip o anları ölümsüzleştirmek olağanüstü vahşi hayatımızla ilgili bilgilenmenin ve ona hayran kalmanın oldukça pratik ve nefis bir yoludur. Bu harika kitap şiirsel bir anlatımla yazıldı ve birbirinden ilginç bilgilerle ve etkinliklerle dolu. Ödüllü doğa bilimci yazar Dara McAnulty bu kitap yoluyla sana yaşam alanlarını nasıl keşfedebileceğini ve o yaşam alanlarında yaşayan böcekleri, hayvanları ve bitkileri tanımlamak için duyularını nasıl kullanman gerektiğini gösterecek. Gezegenimizin ne kadar hayret verici olduğunu gerçekten fark ettiğinde onu koruyabilmek için elinden gelen her şeyi yapmak isteyeceksin.
İzin ver sana doğanın büyüsünü göstereyim. Haydi beraber bir yolculuğa çıkalım. Büyüleyici bir dünyanın bizi beklediği vahşi bir yolculuğa...” (Tanıtım Bülteninden)
Akbank Sanat’ın Hollanda Krallığı’nın katkıları ve Eye Filmmuseum ve SEE NL iş birliğiyle düzenlediği, ekosistemlerin kırılganlığına, insan müdahalesinin doğaya etkilerine ve doğanın döngüsüne odaklanan “Cinema Ecologica” başlıklı film seçkisi, 11 Şubat-4 Mart tarihleri sinemaseverlerle buluşturacak.
Sinema aracılığıyla çevreyle kurduğumuz ilişkiye dair yeni perspektifler sunan seçki, Eye Filmmuseum’un 2022’de düzenlediği “Cinema Ecologica” programından beş film ile birlikte Movies That Matter resmi seçkisinde yer alan Hollanda Film Endüstrisi’ni temsil eden SEE NL katkısıyla I Am the River, the River Is Me filmi izleyicilerle bir araya getirecek. Adalar, nehirler, ormanlar ve denizler gibi farklı ekosistemleri merkeze alan bu yapımlar, doğayı bir arka plan olarak değil, hikâyenin başkahramanı olarak anlatıyor. Film gösterimleri 4 Mart’a kadar her salı akşamı Akbank Sanat binasında ücretsiz olarak gerçekleşecek.
Program:
11 Şubat - Wistful Wilderness (Weemoed en Wildernis)
18 Şubat - The Flat Jungle (De Platte Jungle)
25 Şubat - 5 Walks Trilogy
4 Mart - I Am the River, the River Is Me
“Cinema Ecologica” başlıklı film seçkisi hakkında detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Gonca Güngör’ün “Madness: Delilik” başlıklı kişisel sergisi 1 Mart’a kadar Artgalerim’de sanatseverlerle buluşuyor.
Gonca Güngör “Madness: Delilik” sergisiyle izleyiciyi bilinçaltının karanlık köşelerine, deliliğin ve sıradanlığın sınırlarına doğru bir yolculuğa çıkarmayı amaçlıyor. Sergi; zihin, akıl ve toplumsal normlar üzerine kurduğu derinlemesine bir sorgulama sunuyor.
“Eserlerimde izleyiciyi farklı bir dünyaya davet etmiş, renkler ve figürler arasındaki soyut geçişlerle gözle görülmeyeni görünür kılmayı hedef almaktayım. Tablo yüzeylerinde patlayan renkler, kaotik desenler ve imzam olan figürlerim, izleyiciyi sürekli bir ‘düş ve gerçeklik’ arasında gidip gelmeye zorlar. Delilik, bir anlamda kaosu ve belirsizliği simgeliyor. Ancak, bu kaosu sadece karamsar bir bakış açısıyla sunmuyor. Aynı zamanda, deliliği bir özgürlük, bir varoluş biçimi olarak da ele alıyor. Bu eserler, izleyicinin algısındaki duygusal ve zihinsel engelleri kırmak için cesur bir çaba sunuyor.
‘Delilik, bir sınırın ötesinde yaşama şeklidir. O sınır, bazen bir düşüncenin, bazen de bir duygunun kaybolduğu yerdir’ sanatımda bu ‘sınırları’ sürekli olarak zorlayan bir anlayışa sahibim. Sergimin merkezinde, insan zihninin çöküşü, toplumsal normların baskısı ve içsel kaosun görsel bir temsili yer alıyor. İzleyiciye sadece görsel bir deneyim sunmak değil, aynı zamanda "delilik" kavramını sanat yoluyla sorgulatmak, akıl ve mantığın ötesindeki karanlık alanları keşfetmenin mümkün olduğunu göstermek istiyorum.
Modern insanın en büyük korkularından biri olan ‘akıl kaybı’ temasını, renk ve formun özgürce dans ettiği bir platformda ele alarak, tablonun her köşesine gerilim ve huzur arasındaki dengeyi yerleştiriyor. Her bir tablo, izleyiciye farklı bir hikâye anlatıyor; bazen bir çığlık, bazen bir sessizlik, bazen bir gülümseme. Kullandığım semboller, canlı renkler ve soyut figürler, bu sergide deliliği bir kehanet, bir kaçış veya bir kurtuluş olarak gösteriyor.
‘Madness: Delilik’, sadece bir sanat sergisi değil, aynı zamanda bir içsel keşif süreci. İzleyiciyi, deliliğin hem bir korku kaynağı hem de bir özgürlük aracı olarak nasıl algılandığını anlamaya davet ediyor. Sergi, izleyicilere sanat yoluyla akıl sağlığı, toplumun normları ve bireysel özgürlük konularında derinlemesine bir düşünme fırsatı sunuyor.”
Gonca Güngör’ün kaleme aldığı metinden alıntıdır.
Künye:
1. Gonca Güngör, 2024, Ademle Havva
2. Gonca Güngör, 2024, Denizci
3. Gonca Güngör, 2024, Vahşi Ruh
4. Gonca Güngör, 2024, Uçmak
5. Gonca Güngör, 2024, Evlilik
İtalyan psikiyatr Eugenio Borgna’nın dostluğun günlük hayatımızdaki, ruhsal ve mistik dünyamızdaki yeri üzerine hazırladığı kitabı Dostluk Üzerine, Meryem Mine Çilingiroğlu’nun çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.
Saatlerdeki zaman, takvimdeki zaman hayatımız süresince akıp geçse de dostlukta zaman, içsel zaman, geçmişten şimdiki zamana, şimdiki zamandan geleceğe baş döndürücü bir şekilde uzanıveren yaşanmış zaman asla zedelenmez. Bir kez daha söylemek isterim ki, birbirini yeniden gören dostlarda sessizliğin ve yokluğun dili yerini çehrenin ve gözlerin, tebessümün ve gözyaşlarının diline bırakır ve bunlar zaman zaman konuşmaktan da parlak bir iletişim yoludur.
“Bizler birbirinden uzak adalar değiliz, bizler geleceğe açık topluluklar olmalıyız.”
Sinematek/Sinema Evi, 14 Şubat-28 Mart tarihleri arasında usta oyuncu Romy Schneider’e odaklanan ana programının yanı sıra kısa süre önce hayatını kaybeden David Lynch imzalı üç filmi sinemaseverlerle buluşturacak.
Sinematek/Sinema Evi’nin ana programı, nitelikli oyunculuğunun yanı sıra Avrupa sinemasında sınırları aşan ve kendine özgü star imgesiyle sinema tarihinde yer edinmiş, Avusturya doğumlu aktris Romy Schneider’e (1938-1982) odaklanıyor. Fransız Kültür Merkezi iş birliği ile gerçekleştirilen program kapsamında oyuncunun, döneminin tipik kadın karakterleri ötesinde, birbirinden farklı rollerle yer aldığı dokuz film gösterilecek. Uzun yıllar beraber çalıştığı yönetmen Claude Sautet’nin dört filmi yanında Géza von Radványi, Orson Welles, Bertrand Tavernier ve Jacques Deray’in filmleri de programdaki filmler arasında yer alıyor.
Sinematek/Sinema Evi, 15 Ocak 2025’te hayatını kaybeden David Lynch’i bir film seçkisi ile anacak. Üç filmlik bu seçki kapsamında Mavi Kadife (1986), Mulholland Çıkmazı (2001) ve yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi Eraserhead (1977) sinemaseverlerle buluşacak.
Sinemanın erken dönemine ait eserlerin canlı müzik eşliğinde seyirciyle buluştuğu, düzenli Sinematek programlarından Sessiz Perşembe’nin bu programında korku türünün öne çıkan örneklerine odaklanılıyor Seçkide bu türün klasikleşmiş en eski yapımlarından olan ve yeniden çekimi ile gündeme gelen F.W. Murnau’nun Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi (1922) filmi ile Carl Theodor Dreyer'in korku sinemasına ilham vermeye devam eden Vampir (1932) filmi yer alıyor.
Sinematek/Sinema Evi’nin ikinci restorasyon çalışması olan ve bir önceki programda doksan yıl sonra seyircisi ile yeniden buluşan Aysel, Bataklı Damın Kızı filmi gösterimleri bu programda da devam edecek. Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini yaptığı, Selma Lagerlöf’ün bir hikâyesinden uyarlanan, senaryosunu Nâzım Hikmet’in yazdığı 1935 yapımı film, Kurukahveci Mehmet Efendi’nin desteği ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Sinema-TV Araştırma ve Uygulama Merkezi iş birliğiyle Atlas Post Prodüksiyon Stüdyolarında restore edildi. Film, programa paralel olarak 23 Şubat’ta İsveç Film Enstitüsü’nde ve 6 Nisan’da Amsterdam’da bulunan Eye Filmmuseum’da gösterilecek. Film kapsamında Kurukahveci Mehmet Efendi desteği ile hazırlanan, küratörlüğünü Suna Altan’ın, grafik tasarım ve uygulamasını Kerem Yaman'ın yaptığı sergi de haftanın her günü saat 10.00-18.00 arasında Sinematek/Sinema Evi'nde ziyaret edilebiliyor.
Bağımsız sinema için alternatif bir gösterim mecrası ve bir tartışma platformu oluşturmak amacıyla FilmKoop iş birliği ile gerçekleştirilen “FilmKoop ile Bağımsız Sinema” bölümü kapsamında yerli sinemanın güncel ve öne çıkan yapımları, film ekiplerinin katılımıyla, pazar günleri saat 14.00’te seyirciyle buluşmaya devam edecek.
Sinematek/Sinema Evi’nin yeni programı hakkında detaylı bilgiye buradan ulaşabilir, filmlerin biletlerini ise buradan satın alabilirsiniz.
Bilsart, Zeynep Demirhan’ın “Anlık Telaşın Anatomisi” başlıklı kişisel sergisini 12 Şubat-8 Mart tarihleri arasında sanatseverlerle buluşturacak.
İsmini Ece Eldek’in Mânâ adlı kitabındaki şiirden alan “Anlık Telaşın Anatomisi” sergisi tanıdık ve tekinsiz arasındaki gerilimi, bireyin çevresinde yer edinme çabası üzerinden somutlaştırıyor. Bu psikolojik mücadele, kentin karmaşık dinamikleri içinde bireyin benliği ve etrafındaki ile ilişkisine dair soruları ortaya koyuyor. Sergide yer alan Süregelen isimli 10 dakikalık video bu gerilimi ve panik durumunu maddenin hâl değişimi ile mekânsal bir deneyime çeviriyor. Yersiz Düşler isimli video ise, kentsel rant için yıkılmak üzere olan bir yapı ile sanatçının kurduğu ilişkiyi gözler önüne seriyor.
“Martin Heidegger’in “dwelling” kavramından yola çıkarak, yerleşmek, insanın dünyadaki varoluş biçimidir; bu yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir eylemdir. Güvenli alan olarak tanımladığımız ev, bedenin bir yansımasıdır ve yaşantılarımızı anlamlandırmak için bir sığınaktır. Evin bir uzantısı olan kent ise, aidiyet arayışındaki bireyin zihninde sürekli yeniden kurulan bir oluşumdur.
Freud yuva olarak tanımladığı Heimlich kelimesi ile olumsuzluk eki un- birleştirerek Unheimlich kavramını türetmiş ve tekinsizlik durumunu tanımlamıştır. Tanıdık olanın tekinsiz bir hâle dönüştüğü, bastırılanın ortaya çıktığı bu durumda, bilinçdışı gün yüzüne çıkar. Lacan’a göre bilinçdışı bireyin gizli kalmış arzularını yansıtsa da bu alan aynı zamanda Öteki ile kaçınılmaz bir şekilde ilişkilidir. Mahrem olan, bireyin en içsel mekânıdır, ancak bilinçdışındaki yabancılık ve Öteki’nin etkisi, bu mahremiyeti sürekli yeniden şekillendirerek tekinsiz bir hâle getirebilir. Kendini var etme çabasıyla yüzleşen birey kültürel, sosyal ve duygusal bir yabancılaşma yaşar, iç ile dış arasındaki sınırları silikleşir. Kentin sokaklarında dolaşırken, evin bastırılan öteki yüzü ile karşılaşır.
Böyle bir coğrafyada yaşamak, sakinleri için hem anlam arayışının hem de bu anlamın sürekli yıkıma uğradığı bir alan yaratır. Kapitalist dinamikler, kent mekânlarının metalaştırılması, güvende hissedememe ve değersizlik, bireyin bu arayışlarını sekteye uğratır. Modern dünyanın yarattığı ekonomik ve toplumsal sıkışmışlık içerisinde beden sıkışıp kalır ve kendine bir nefes alanı yaratmakta zorlanır. Kök salamayan beden, bu sıkışmış hâlin içinde telaşlı zamanlar ile ilerlemeye çalışır. Belirsizliğin ve bilinmezliğin içinde hareket ederken kendine geçici yuvalar ve kaçış alanları arar. Tanıdık bir yer arayışı artık fiziksel bir barınak olmaktan çıkıp zihinsel bir süreç hâline gelir. Bu sürecin bir sonu yoktur; her an yeniden üretilebilen ve döngüsel değişimlerin içinde devam eder.”
Başkalarının Aklı’nın yazarı Tali Sharot ile Dürtme’nin yazarlarından Cass R. Sunstein’in birlikte kaleme aldığı, dünyaya yeniden hayretle bakmaya yardımcı olacak nitelikteki Bir Daha Bak: Hep Orada Olanı Fark Etmenin Gücü adlı kitap Ezgi Başer Akgürgen’in çevirisiyle Domingo Yayınevi’nden çıktı.
Bir Daha Bak, alışkanlıklarımız ile rutinlerimizin bizi nasıl körleştirdiğini gösterirken hayatımıza yeniden anlam katmamıza yardımcı olabilecek bir rehber sunuyor.
“Hayatınızın en güzel günü hangisiydi? Peki o günü tekrar tekrar yaşasanız sizce nasıl hissederdiniz? Muhtemelen giderek anlamını yitirirdi. Böyleyiz... Hafta başında bizi heyecanlandıran şey hafta sonu geldiğinde sıkar. Bir zamanlar nefes kesici bulduğumuz ilişkiler, işler, şarkılar, sanat eserleri bir süre sonra ışıltısını kaybeder. İnsan alışır ve iyi şeyleri fark etmemeye başlar. Tabii kötü olanları da: Kirli havaya alışır, kendisine zarar veren ilişkileri sürdürür, hatalı davranışlara karşı kayıtsızlaşır, eşitsizliğe karşı körleşir.
Peki ya her şeyi yeniden görmenin bir yolunu bulabilseydik? Ya sadece gözalıcı şeylere duyduğumuz hayret duygusunu, çoktandır göz ardı ettiğimiz şeylere karşı da yeniden kazanabilseydik?”
Cem Güventürk’ün “Ay, Güneş ve Ay” başlıklı kişisel sergisi, 13 Nisan’a kadar İBB Kültür ve İBB Miras’ın ev sahipliğinde Müze Gazhane’de sanatseverlerle buluşuyor.
Küratörlüğünü Begüm Güney’in üstlendiği “Ay, Güneş ve Ay” sergisi, insanın anlam arayışını derinlemesine incelerken bu sorgulamayı interaktif olarak izleyicilerle paylaşıyor. “Sanat nedir?” ve “Ben kimim?” sorularını merkezine alan Güventürk, yeni sergisinde insanın varoluşsal sancılarını ve anlam arayışını sanatına aktarıyor. Tuval üzerine 25, kâğıt üzerine 14 eserin ve beş heykelin yer aldığı “Ay, Güneş ve Ay” sergisinde sanatçı, kendine özgü bir sembolizmle yeni bir ifade biçimi sunuyor.
Geceyi ve gündüzü sembolize eden evrensel unsurlar üzerinden zaman, anlam ve varoluşu sorgulayan Cem Güventürk, ay ve güneşi karanlık ve aydınlık olanla ilişkilendirirken “…ve ay” ile gölgede kalanı, gizemi ve örtük gerçekleri işaret ediyor. Sergide mutfak, banyo, yatak odası gibi tanımlanabilir ev alanlarında bulunan insan figürleri, bir anda pembe göller, kara boşluklar ve alternatif gerçeklikler gibi gerçeküstücü alanlara taşınıyor. Güventürk, eserlerinde bireyin karmaşık duygu durumlarını, sıradan olanın içindeki sıra dışılığı, belirsizliğin huzursuzluğunu ve tanıdık sıkışıklıkları bir bütün olarak ele alıyor.
Albert Camus’nun Sisifos Söylemi ve Yabancı eserlerinden ilhamla, varoluşun uyumsuzluğunu sanatına taşıyan Cem Güventürk, sıradan yaşamı kutlayan ve umudu yücelten bir bakış açısını benimsiyor. Umut taşıyan bu direnişle sanatını anlam arayışına adayan sanatçı “Ay, Güneş ve Ay” sergisinde izleyicileri anlam, zaman ve varoluş üzerine büyüleyici bir yolculuğa davet ediyor.
Faslı yönetmen, şair ve yazar Ahmed Bouanani’nin ilk düzyazı eseri olan Hastane, Duru Aygüven’in Fransızca aslından çevirisiyle Holden Kitap’tan çıktı.
1990’da Fas’ta basılan romanda Bouanani, 1967’de yakalandığı tüberküloz sonucu hastanede geçirdiği altı aydan, bu süreç boyunca eşi Naima’ya yazdığı mektuplardan ve Fas’ın kolektif hafızasından aklında kalan parçaları bir araya getiriyor.
Bouanani, yaşamın ağırlığından kurtulmak için metaforlara sarılıyor. Bir yere gidilmediği hâlde tuhaf yerlere varılan bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Belirsiz bir zamanda, belirsiz bir coğrafyada geçen hikâye, hastanenin giderek bir hapishaneye dönüşmesini anlatıyor. Kapılar kayboluyor, yaşayanlar ölüleri andırıyor. Kan, gözyaşı ve pislik hastaların etrafını sararken ölüm de aralarında dolaşıyor, dost oluyor onlarla. Doktorlar ve hemşireler ortadan kayboluyor, cesetler hastalar tarafından taşınıyor.
“Tek bir gerçek cehennem var, işte burada, her gün içinde yaşadığımız cehennem! Burası, burası!”