17 ŞUBAT, ÇARŞAMBA, 2021

Geçmişten Şimdiki Zamana Yankılar

Mathias Hornung’un “Defragmentology” ve Onur Hastürk’ün “Asimilasyon” başlıklı sergilerini bir araya getiren “Echos” sergisi kapsamında, sanatçılarla kişisel sergilerine, üretimlerinde kullandıkları teknikler ve anlatılar ile geçmiş ve günümüz arasında kurdukları köprüye dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Geçmişten Şimdiki Zamana Yankılar

Anna Laudel İstanbul; Mathias Hornung ve Onur Hastürk’ün, 2020 yılında Düsseldorf’taki galeri mekânında gerçekleştirdiği kişisel sergilerini, “Echos” başlığı altında sanatçıların yeni eserleriyle birlikte Almanya’dan sonra İstanbul’da bir araya getirdi. Hornung, kişisel sergisi “Defragmentology”de ana malzemesi ahşap üzerine uyguladığı baskı tekniğiyle üst üste binen, gridler vasıtasıyla pikselleşen, kalıcı bir aşınma sürecine giren ve nihayetinde yeniden birleşerek günümüzün dijitalleşmiş, bilgi yüklü dünyasının imgelerini yansıtan eserler ortaya koyuyor. Sanatçının, eski Doğu temelli üretim tekniklerini kullandığı fakat çoğu zaman izleyici tarafından bilgisayar tabanlı bir üretimin sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu düşünülen eserlerinde geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin ilişkisinin yanı sıra, topografya ve mekân kavramları da önemli bir rol oynuyor.

​Onur Hastürk ise “Asimilasyon” isimli sergisinde geleneksel sanatlar alanındaki uzmanlığını kullanarak modern sanatın öncülerinden Matisse ve Warhol’un resimleri üzerinden Avrupa resim geleneği ile geleneksel sanatların teknik, estetik ve anlatıları arasında bir diyaloğa elçilik ediyor. 28 Şubat 2020 tarihine kadar Anna Laudel İstanbul’da izlenebilecek olan “Echos” sergisinde, Hornung ve Hastürk’ün üretimlerinde kullandığı teknikler ve odaklandıkları kavramlar her ne kadar farklılık gösterse de her iki sanatçı, geçmişin yankılarını günümüze taşıyor.

Onur Hastürk ile Söyleşimiz: 

Öncelikle Anna Laudel İstanbul’da yer alan serginizin ismine dair bir soru yöneltmek istiyorum. Asimilasyon kelimesi TDK sözlüğünde “kendi benliğini ve özünü kaybetmek” olarak tanımlanıyor. Bu kavramı sık sık toplumun kendi kültürünü, gelenek ve göreneklerini kaybederek asimile eden unsurun yaşam biçimi ve kültürüne ayak uydurulmasını tanımlamak amacıyla kullanıyoruz. Fakat hem serginin bütününü ele aldığımızda hem de katalog metninde belirtildiği üzere siz bu kavramı çift yönlü bir şekilde alıyorsunuz. Sergiye bu ismi vermenizin sebebi nedir ve sergilenen eserlerinizde asimilasyon kavramını nasıl yorumlamaktasınız?

Serginin kavramsal ve kültürler arası okumasına yön veren, özellikle tercih edilmiş bu sergi adına dikkat çekerek başladığınız için teşekkür ederim. Latince “benzer yapmak” (assimilare) anlamına gelen bir köke sahip asimilasyon, aynı zamanda çağımızda sıklıkla karşımıza çıkan bir kavram ve kuşaklar boyu süren uzun bir süreç. Asimilasyon, bireyin veya grubun kendi kültürel kimliğinden, kültürel geçmişinden, yaşam tarzından sıyrılarak, başka bir kültürü özümsemesi süreci olarak tanımlanabilir. Ben bu özümsemeyi kendi içinde bireysel, toplumsal ve sanatsal anlamlarda kültürlerarası bir etkileşimle pek çok anlamda insanlığın zenginleşmesi olarak düşünüyor ve bu anlamda kullanıyorum. Yüzyıllar boyunca süregelen bu “özümseme” ile kültürel kimliklerin, geleneklerin, inanış ve aidiyetlerin birbirine temas etmesi her alanda olduğu gibi sanatsal anlamda da kendini göstermektedir. Bunu geleneksel Türk sanatları üzerinden bahsedecek olursak, bildiğiniz üzere yüzyıllar boyunca İpek Yolu sadece tüccarların değil, aynı zamanda Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin yolu olmuştur. Bu süreçte Türk sanatı da kendi kimliğinde pek çok etkileşimi özümsemiş ve yine kendi üslubunda bir ifadeyle yorumlamıştır. Ben de çalışmalarımda Doğu-Batı, geleneksel-çağdaş gibi ikilemler arasında kendi bağ ve bağlamlarımdan yola çıkarak üzerinde durduğum sorunsal, duygu ve düşünceleri hem uygulama pratiğimde hem de kavramsal olarak ifade etmeye çalışmaktayım. Böylece yüzyıllardır süregelen bu “asimile-asimilasyon” üzerinden, özümsediğimiz, aidiyet kurduğumuz ve ötekileştirdiğimiz kavramlara yeniden bir bakış açısı sunmaktayım.

Sergi “Matisse’e Saygı”, “Andy Warhol’a Saygı” ve “Klasik Minyatür” olmak üzere üç ana başlık altında şekilleniyor. Öncelikle Matisse’in Türkçede odalık kökeninden gelen ve “hizmetçi” anlamındaki “Odalisque” serisini yorumladığınız işlerinizden bahsetmek istiyorum. Matisse’in resmettiği “Odalisque” serisinde sanatçının modernist üslubundan gelen kontrast renk kullanımları, oryantalist bir üslupla resmedilmiş eğrisel figürleri, gevşek fırça darbeleri ve düz renk bloklarını görüyoruz. Öte yandan haremde olmasını beklediğimiz kumaşların, çini karoların ve halıların zengin desen ve motifleri Matisse resimlerinde lekesel ve sembolik biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda sizin eserlerinizde geleneksel sanatlar alanındaki uzmanlığınızı kullanarak Matisse’in yaklaşımını tersine çeviren bir iade-i ziyaretten söz etmek mümkün müdür? Bu seriye başlamaya nasıl karar verdiniz?

Bu serinin tamamen, zihnimde ve belki bilinçaltımda sorunsallaştırdığım şeylerin yansıması olarak gelen bir ilham olduğuna inanıyorum. Kendi içinde, kendinden doğarak gelişen bu çalışmalar süresince meydana gelen “şey”in ne olduğunu bazen kendim bile uzaktan izleyerek tanımlamaya çalıştığımı söyleyebilirim. Bu adeta içinize üflenmiş bir nefesin yeryüzünde vücut bulan bir söyleme dönüşmesini izlemek gibi benim için.

​Matisse’in yaklaşımını tersine çeviren çalışmalar diyebilir miyim, bilmiyorum. Matisse, Doğu seyahatlerinden edindiği Doğu’ya özgü kıyafet, kumaşlar ve pek çok kompozisyon unsurunu resimlerinde kendi inisiyatifleriyle yeniden yorumlamış, çok güçlü kontrastlarla da dikkati eserin tamamını kapsayacak bir etkiye çekmiştir. Doğu minyatürlerinde bu denli güçlü renklerin baskınlığını ve kontrastların detaysız yüzeylerde karşımıza çıkmasına pek sık rastladığımızı söyleyemem. Fakat buna karşın benim minyatür teknik ve üslubunda yeniden yorumladığım Matisse resimlerinde bu güçlü renk metinlerini olduğu gibi kullanmaktan çekinmeyerek aslında minyatür diline de aşina olmadığı bir söylemi teklif etmiş oluyorum.

Odalık” serisi sergi alanının diğer bir odasında devam ediyor, fakat bu sefer odalık kadınlarını görmeyi beklerken narin erkek figürleriyle karşılaşıyoruz. Bu figürler serginin bir diğer başlığı olan “Warhol’a Saygı” serisinde de devam ediyor. Klasik odalık tasvirlerinden kadın figürlerini çıkararak erkek figürlerini anlatıya dahil etmenizin sebebi nedir?

Benim için “Odalık” kavramı çağlar boyunca karşımıza çıkan en temel insan sorunsallarından biridir. Ve ben bu bağlamda sadece fiziki bir durumdan değil zihinsel ve ruhsal olarak da pek çok ilişkide “otorite” olana karşı farkında olarak ya da olmayarak “odalık”laştığımızı düşünüyorum. Kendi yorumlamalarımdan oluşan bu seride tarih boyunca insanın, bedensel ve duygusal olarak maruz kaldığı her türlü baskıyı ve sınırlandırılmayı tasvir ettiğim bu figürleri coğrafya, kültür, cinsiyet ve ırk ayrımı olmaksızın tanımlayarak “Odalık” ifadesindeki mefhumu tamamlamak istedim.

Matisse’in çıplak kadın figürleri ve bitkisel siluetleri kullandığı ve cut-out tekniğiyle ürettiği eserlerinin yansımalarını sizin işlerinizde ebru kağıdının kullanımı şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu eserleri üretirken neden ebru kullanmayı tercih ettiniz?

Matisse’in cut-out adını verdiği bu kağıt kesme tekniğinin en erken örneklerine, Orta Asya’da rastladığımız ve yüzyıllar içerisinde Türk sanatında gelenekselleşmiş “kat’ı” sanatına referans verdiğini görmekteyiz. Kat’ı sanatı gelenek içerisinde yine kökleri Orta Asya’ya kadar uzanan bir hikâyesi olan ebru kağıdının kesilip yapıştırıldığı bir tezyini sanat pratiğidir. Bu sebeple Matisse’in 20’nci yüzyıl Batı sanatında yorumladığı bu çalışmaları kendi geleneksel kültürüne yani aslına rücu ederek çıkış noktası olan ebru sanatıyla bir görme biçimi denemek istedim.

Sizi aslında 2016 yılında Mamut Art Project’te sergilenen kağıt bardaklar seriniz ile tanıdık. Bu seriniz Warhol’un modern endüstrinin parlak, seri üretime dayalı, kısa ömürlü ürünlerine getirdiği eleştiriyle paralellik gösteriyor. Fakat “Warhol’a Saygı” dizisinde Warhol’un Altın Kitap’ını farklı bir boyutta ele alıyorsunuz. Bu serideki işlerinizden bahsedebilir misiniz?

Bilindiği üzere yüzyıllardır altının sanat malzemesi ve kavramsal olarak kullanımı farklı coğrafya ve kültürlerde kendisine yer bulmuştur. En erken örnekleri Doğu’da el yazmalarından, Roma ve Bizans’a kadar uzanan pek çok yapıtta görülen altın; bazen tanrının ışığı ve kutsama bazen sonsuzluk bazen ise dünyevi/fani olan söylemleri ile daha pek çok kavramsal ifadeyi içinde barındırmıştır. Ben de “Altın Figürler” adını verdiğim bu seride tinsel-tensel bağlamlar arasında bir alt metin okuması üzerinde durarak Doğu’nun daha tinsel ifadesiyle Warhol’un maddesel ve bedensel tavrını birleştirmeye çalışıyor ve tasavvufta insan-ı kâmil denilen yani en mükemmel hâle tekâmül etmiş olan insanı figürlerimde altınla temsil ve tasvir ediyorum. Bu figürler “Alef” adını verdiğim ve başlangıç noktasındaki yaratıcı enerjiyi tasvir eden altın figür ve etrafında hareket enerjisini hissettiğimiz diğer altın figürlerle çevrelenmiş olarak görülmekte.

“Klasik Minyatürler” başlıklı serinizde geleneksel minyatürün estetiği ve görsel dilini kullanarak, bir zihin haritası yaratıyor ve portreleriniz aracılığıyla bizi kendi zihninize davet ediyorsunuz. Sergideki bu alanın kurgusundan bahsedebilir misiniz?

“Klasik Minyatürler” adını verdiğim bu konseptin oluşturduğu çalışmalara baktığımızda aslında zihnimizde canlanan minyatürün renkli dünyasının ötesinde yine hem malzeme hem de kavramsal olarak daha tinsel çalışmalar görebiliyoruz. Otoportre adını verdiğim triptik çalışmanın başlangıç noktası ortalarında konumlandırılan portrelerdir. Aslında burada sağında ve solunda Maleviç’e kadar uzanan referanslar, iyi-kötü, cennet-cehennem, gece-gündüz, eril-dişil gibi pek çok ikilem arasında kendi suretimizi izlemekteyiz. Transparan kağıt üzerine altın tahrir tekniğiyle gerçekleştirilen bu portrelerde Doğu’nun mistik ve spiritüel enerjisiyle beraber Yunan ve Batı mitolojisine uzanan imgeler görülebilir. Üzerinde okuyup araştırdığım kavramlarla birlikte zihnimizin kolektif bağlarında zaten orada olan imgelerin de kendine yer bulduğu bu otoportreler aynı zamanda her birimizin yaşam ve yaradılış üzerine izler bulabileceği tasvirler.

Son olarak, sergide yer alan seramik işleriniz ve “Kırmızı Fesli Figür” serilerinizde odaklandığınız konular, kavramlar ve estetiğin geleneksel sanatlar ile 21’nci yüzyıl arasında kurduğunuz diyaloğu ve sanat üretiminizin bütününü kapsadığı düşünüyorum. Bu işlerden bahsedebilir misiniz?

Bu seride göreceğiniz figürler yerleştirme kompozisyonunda bir’den başlayıp yine kendisiyle hemhâl olmuş yani bir olmuş figürlerle tamamlanmakta. Kendinden yine kendine dönüşü tasvir eden bu figürlerde, Yunus Emre’nin “bir ben var benden içeru” dediği gibi öz saygı ve sevgiyle kendini kucaklamakta. Çevremizdeki insanları coğrafya, kimlik, cinsiyet, inanç gibi ayrıştırıcı ve ötekileştirici tanımlarla görmeden, tasavvuftaki bir ve bütün olma (vahdaniyet) kavramıyla görebilirsek, özümüzde saklı olan kendimizle daha iyi iletişim kurabileceğimizi hissediyorum. Ve bu çalışmalar da sadeleşip kendimi en yalın hâlde tasvir etmeye ve kabullenmeye çalıştığım yaşamımda hatırlatıcı bir yol haritası.

Mathias Hornung ile Söyleşimiz:

Sizinle de öncelikle Anna Laudel İstanbul’da yer alan kişisel serginizin adından bahsetmek istiyorum. Bilgisayar endüstrisinde kullanılan ve Türkçeye birleştirme olarak çevirebileceğimiz “defragmentation” kavramı, serginin kavramsal çerçevesi ve sergilenen rölyeflerin formal özellikleriyle nasıl bir ilişki kuruyor?

Eserlerim, üretim sırasında kalıcı bir erozyon sürecine maruz kalıyor. Başlangıçta tasarlanan bir kompozisyon (görsel fikri), her zaman bir yön değişikliğine tabidir. Bir çalışmanın ayrıntıları, resmin diğer bölümleriyle bağlanır veya çözünür; bu aynı zamanda sergiye ismini veren bir birleştirme (defragmentation) etkisi yaratır. Renklendirme kullanılarak bu etkinin gücü artırılabileceği gibi azaltılabilir de.    

Serginin katalog metninde, gravürlerinizde geleneksel ahşap baskı tekniği ile bilgiye kolaylıkla ulaşılan, görsel medya bombardımanı altında kaldığımız ve mükemmel teknik görüntülerin olduğu dijital dünyamız arasında bir bağ kurduğunuzdan, resimlerinizi hem görsel bağlantılar açısından hem de tematik olarak günümüze yeniden yerleştirdiğinizden bahsediliyor. Bu bağlamda üretim sürecinizden ve kullandığınız tekniklerden bahsedebilir misiniz?

Benim için üretim süreci ve kullanılan teknik bahsettiğiniz görsel medya bombardımanı ile pek alakalı değil. Ayrıca, eğer gerçekten istenirse herkesin medyanın etkilerinden kaçabileceğini düşünüyorum. Profesyonel bağlamda bu durum elbette tamamen farklı görünebilir. Üretimlerimi gerçekleştirdiğim güvenli alanıma yani atölyeme kaçma fırsatım olduğu için belki de benim için kolay olduğunu söyleyebilirim.

Yeni çalışmalarımın çoğu, özellikle "Digital Melt” serisinden olanlar çok güçlü teknik karaktere sahipler. Şu anda Anna Laudel İstanbul’da sergilenen kırmızı büyük eseri bu seriye örnek olarak verebiliriz. Tüm yapı veya yapının sadece bazı kısımları pikselleştirilir, aşınır, yeniden birleştirilir ve katmanlar üst üste bindirilir. Bütün bunlar, özellikle baskılarda, yüksek basınca yol açabilir. Şüphesiz ki bu eserler, dijitalleşmiş, fazlasıyla bilgi yüklü dünyamızda sürekli karşımıza çıkan durumları yani fenomenleri yansıtır.

​Bununla birlikte, bazı konularda bilinçli olarak bir yorum ya da ekleme yapmıyorum, çünkü izleyiciye tam yorumlama özgürlüğü vermek istiyorum.

Eserlerinizde ahşabın yanı sıra kağıt ve bilgisayar parçaları kullanıyorsunuz. Üretimlerinizde kullandığınız malzemeler ve yaratmak istediğiniz imgeler arasında nasıl bir bağlantıdan söz edilebilir?

Ahşap benim neredeyse hep kullandığım temel malzemem! Çalışmalarım sırasında renkli gravürler yapmaya başladım. Bu teknikten ortaya çıkan matris/baskı plakası, bağımsız ahşap kabartma veya ahşap heykel hâline geldi. Benim için mevcut farklı biçimlerdeki ahşap, sanatsal yaklaşımım için ideal bir malzeme. Hızlı çalışıyorum ve sabırsızım, fakat malzeme hızlı çalışma yöntemlerine, yön değişikliklerine veya düzeltmelere izin veriyor. Bu sayede beni yavaşlatacak karmaşık teknik prosedürler olmadan tek nefeste işler yaratabiliyorum. Rölyef baskı, karmaşık prosedürler olmadan uygulanması hızlı bir grafik tekniktir. Çalışmalarım izleyiciye çoğu zaman teknik tabanlı, bilgisayar kontrollü üretilmiş gibi geliyor. Ben de öyleymiş gibi davranmayı seviyorum!

Eserlerinizdeki grid ve fragmantal yapı çok katmanlı olarak kullandığınız renkler aracılığıyla birleşiyorlar. Renk kullanımınızın eserleriniz üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Renk katmanları kaçınılmaz olarak yeni kompozisyonlara veya farklı kompozisyon vurgularına yol açar. Renkliliğin değişimi bazen yeni bir ahşap kabartmanın ağırlığını değiştirir. Fakat kalıcı veya daha fazla renklendirme, ahşap yüzeylerin sürekli olarak daha fazla kesilmesiyle birlikte gelir. Heykel ve resim çalışma adımları birbiri ardına değil, sürekli dönüşümlü olarak gerçekleştirilir. Dolayısıyla renklendirmenin genel bileşim üzerinde önemli bir etkisi vardır.

Serginin katalog metninde çalışmalarınızda grafik baskı ve heykel arasındaki sınırlar arasında geçiş sağladığınızdan bahsediliyor. Bu iki medyum arasında kurduğunuz ilişkiyi anlatabilir misiniz?

Daha önce de belirttiğim gibi tercih ettiğim temel malzeme ahşaptır. Heykel eserlerinin çoğu, yüzeyleri düz olduğu için genellikle basılabilir. Her heykel çalışmasında, genellikle gizli bir grafik oyunu vardır. Çeşitli çalışma gruplarında, karşılık gelen rölyef çalışmaları ile grafik çalışmalar vardır.

Son olarak sizin “Defragmentology” serginiz ve Onur Hastürk’ün “Asimilasyon” isimli sergisinin ortak başlık altında bir araya geldiği “Echos” hakkında fikirlerinizi sormak istiyorum. Eserlerinizi Onur Hastürk’le farklı teknik ve temalarda üretmenize rağmen geçmiş ile günümüz arasında kurduğunuz köprüye odaklanarak oluşturulan bu başlık sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Bu bağlamda sizin serginiz kapsamında ‘Echos’ kelimesini nasıl ele almalıyız?

“Echos” sergi başlığı Onur Hastürk’le benim İstanbul’daki sergilerimiz için mükemmel uyumlu. 2020 yılında ikimizin de Anna Laudel Düsseldorf’ta sergileri oldu. İkimiz de eski teknikleri yeni dönüştürülmüş bir mantıkta birleştiriyoruz. Eserlerimiz çok eski Doğu kültürel geleneği tekniklerini içeriyor; Onur Hastürk minyatür ile bense ahşap ve baskı yöntemiyle çalışmalar yapıyorum. 

0
20188
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage