19 OCAK, PAZARTESİ, 2015

Bir Sohbet Sahnesi Olarak 'Bari'

Seda Yörüker, Vivet Kanetti’nin Everest Yayınları’ndan çıkan son romanı ‘Huysuz Büyüyor – Bari’ye tarihsel, kültürel ve sanatsal bağlamda baktı, Kanetti’nin yazım anlayışındaki renkliliğe odaklandı.

Bir Sohbet Sahnesi Olarak 'Bari'

Bugünün edebiyat okuyucusunu, bir 19. yüzyıl okuyucusundan farklı kılan özelliklerden biri de kitaplarını iyi bildiği, yazımına vakıf olduğu ya da hiç olmadığı bir yazarı ve onun dünyasını sosyal medya aracılığıyla daha yakından tanıyor olması. Vivet Kanetti bugünden dünyaya bakan ve üreten bir edebiyatçı. Aynı eksende, sosyal medyayı yaratıcı bir dil ve rahatlıkla kullanan çok renkli bir yazar. Orada “tvitka” kelimesini bulan ve kullanan Kanetti, yıllar önce Colette’in “Chéri” adlı romanını Türkçeye “Caniko” diye çevirir. Dile yönelik bu iki tavırdaki ortak noktayı, yazarı yakından tanıyanlar ya da takip edenler gayet iyi anlayacaktır; bir sanatçının elindeki malzemeye yaptığı gibi, bir yazarın da dili eğip bükmesi ve ona yeni bir form vermesidir bu, yani kendi dilini yaratmasıdır. Bugün herkesin yazdığı bir dünyada, edebiyatçıların herkesin yazdığı mecrada yazıyor olma hali kuşkusuz dikkate değer bir konu. Üstelik bu, tek bir formatta da karşımıza çıkmıyor; çeşitleri var ve bugün herkes tüm dünyadan edebiyatçıların ‘başka yazar olma hali’ni de gün ve gün takip ediyor. Felsefeci Bernard Stiegler, 2005 yılında İstanbul’a geldiğinde, günümüzde “sanatçı olmak, bir gerçeklik değil; bir durumdur, sürekli değişen durumlarda yeni pozisyonlar almaktır.” demişti. Bugünün sanatçısı gibi, bugünün yazarı da bambaşka gerçeklikler içerisinde üretirken yeni pozisyonlar alıyor; yazar olma durumu bugün sonsuz biçimde çeşitleniyor. Sadece sayfalarca kitaplar ile değil, dilin ve düşüncenin başka kanallarda sonsuz üretimi ile. 

Francis Bacon’ın, Velázquez’in Pope Innocent X portresine atıf yaptığı  Et ile Figür resmi, 1954. 

Sözcüklerin eğilip bükülebilirliği ve dilin renkliliği gerçekten de Vivet Kanetti’nin yazım anlayışının en özgün yanlarından. Yazarın Everest Yayınları’ndan çıkan son kitabı ‘Huysuz Büyüyor – Bari’de baştan sona, benzetmelerle örülmüş bir dil karşımıza çıkıyor: “mürdümeriğimsi çürük”, “epeyce naftalinli bir mazi”, “küflü zamanlar”, “ekşi limon bir ses”, “revani şurubu sözcükler”, “hayatın faraş ağızlı canavar tarafı”, “sırtımda Matisse’in dal motifli Romen gömleğine benzer dökümlü bir şey”, “göbeksiz bir kara süpürge sopası”, “fiyakalı öyküler çeyizi”, “kokteyl sosisi gibi parmaklar”, “o kan grubundan cümleler”, “ütüye hazırlanan çarşaf gibi”. Ve dahası, bu benzetmeli dilin renkler ve yiyecekler ile olan ilişkisi şaşırtıcı boyutta: “sarı kiraz rengi eşofman”, “perdelerin rengi limon küfü mü olsun dut pestili mi”, “ciğer kırmızısı”, “sarı leblebi-tahin karışımı bir renk”, “vişne reçeli rengi”, “kavrulmamış şamfıstığı rengi”, “karpuz rengi külotlu çorap”, “Hacı Bekir akidelerinin gül aromalısı rengi yanaklar”, “kimyon rengi keten ayakkabılar”, “güneş çikolatası bilek”, “bal rengi saçlar”, “köy yumurtası kızılı akşam güneşi”, “çamlık rengi gözler”, “yeşil erik kütürlüğünde ses”. Yazar, nesneleri adeta renkçi bir sanatçı gözüyle algılıyor ve o noktada yiyecekler vurguyu arttırmak için renkleriyle anlatıma dahil oluyor. 

İngiliz elçi Lord Stratford Canning’in British Museum’a götürdüğü Halikarnossos Mozolesi’nden aslan heykeli, , M.Ö. yaklaşık 350.

Söz konusu roman, Kanetti’nin 2011 yılında yayınlanan ama aslında yazarın 20’li yaşlarda kaleme alıp bir kenara kaldırdığı ‘Huysuzun Teki’ adlı kitabının devamcısı. O kitapta sadece aile fertleri ve kendi küçük dünyası içinde yaşananlara odaklanan Huysuz, sonraki kitap ‘Huysuz Büyüyor - Bari’de, gene çok hareketli anlatılarla örülmüş bir aile ve kendi  serüveninden Türkiye’nin tarihsel, kültürel belleğine ve siyasal, sosyal yaralarına uzanan daha katmanlı bir hikâyenin hem anlatıcısı hem de dinleyicisi rolünde karşımıza çıkıyor. ‘Bari’de Kanetti’nin, yaşadığımız coğrafyada Osmanlı’nın yıkılışından başlayarak tüm bir Cumhuriyet tarihine uzanan en derin açmazlardan bir olan; çok kültürlülüğün yok edilişi üzerine önemli eleştiriler getirdiğine tanık oluyoruz. Romanın İstanbul’da başlayan ve ardından Bodrum’a taşınan serüveninde aile fertleri ve onların etrafındaki tanıdıklar, çoklu ya da ikili sohbetler sırasında ülkenin üstü örtülmüş sosyal ve kültürel meselelerine uzanıyorlar. Bu noktada sohbet, romanın en temel olgusu olarak belirginleşiyor. Şimdi, günlük yaşamın akışında, geçmişin sürekli hatırlanması. Sohbetlerin hatırlama ve bellek ile olan yakınlığı ise ‘Bari’nin tarih ile ilişkisini ortaya seriyor. Kitap boyunca Rumsuz bırakılmış adalar, ki romanın kahramanlarının deyişiyle “Eski adalı olup Rumlarla içli dışlı olmamak mümkün değil. Meyhaneleriyle, gazete satıcısı, marangozu, tavernaları, manavı, bakkalı, kasabıyla, terzisiyle, zenginiyle, okumuşuyla, orta hallisiyle öyle Rum’dur ki ada” ya da “Birkaç gençlik teşkilatı ortak bir kampanya başlatmışlar, Rumlardan alışveriş etmeyin diye. ‘Türk’ün Türk’ten alışverişi kendine dönüştür.’ ‘Ne cahil şeyler bunlar, ne sefillik’ diye tıkanırdı öfkeden Şükrü.” ve “Devlet gelmiş, başkasından soyduğunu almış – kovduklarının malını mülkünü anla sen- tutmuş bunlara vermiş... Budur Türk burjuvazisi. Muazzam bir gasp ve pişkinlik.” Bu karşılıklı sohbetler aynı zamanda çok çeşitli tarihsel ve kültürel anektodlar içerir: “Cevat Şakir niye buralara gönderiliyor kalabent olarak? Zekeriya Sertel’in Resimli Hafta dergisine çizimler yapıyor her hafta, bir de yazı veriyor... Resimli Tarih’in 13 Nisan 1925 tarihli sayısında Hüseyin Kenan takma adıyla çıkıyor...”, “İnsansal tarih istenen İsteklerin tarihidir Seyhan. Kojève’den bir Hegel yorumu bu.” ve “5 Mart 1924... Meclisten 431 sayılı bir kanun çıkıyor ve kanun gereğince yüz kırk hanedan üyesi sürülüyor. TKP 1922’de Ankara İkinci Kongre’sinde komünistlere ateş hatlarında savaşsınlar diye çağrıda bulundu ve 9 Eylül günü İzmir’de düşmanın denize dökülmesinde kendine paye çıkardı... Asırlardır orada yaşayan Rumları evinden sür, çoluk çocuk, sonra ‘Düşmanı denize döktük’. Buydu kullanılan dil.” ya da “Neredeyse tıpatıp aynısını bulursun İlyada’da. Tanrıça Thetis de karşıdır ya oğlu Akhilleus’un Truva Savaşı’na katılmasına... Eğe’de Skyros Adasına saklar, tanınmasın diye kadın giysileri giydirir... Bu öyküyü Dante de alır Cehennem’ine.”, bir diğeri “Celal Bayar ‘Bin Kürt ileri gelenini tevfik ve imha edelim’ diye öneride bulunuyor, itiraz eden Rüştü Zorlu, ‘6-7 Eylül Olayları’ndan dolayı zaten dünyada gayet kötü puan aldık diyor.” ve ayrıca “Profesör dün Necatigil’in Şükrü Hoca’ya imzaladığı Behçet Necatigil çevirisini getirdi. 1963 yılı baskısı... Kenterler de bu çeviriyi oynamışlar...” örneğin.

Ingrid Bergman & Mario Vitale, Huysuz'un çevresindeki kadınlara balıkçı koca fantazması kurduran film Stromboli’den bir sahne, 1950.

‘Bari’de Türkiye’nin kültürel ve siyasal belleğine ilişkin ciddi konular gündeme gelir fakat olay örgüsü ve yazarın sıklıkla kendini gösteren mizahi dili, romanın sadece tek bir frekansda kalmasını engeller. Kanetti’nin “Teessürünü muska böreği gibi bohçalayıp beyin gardırobunun tepesine fırlatırken” ya da “Bir görsen İsviçre’yi ağlarsın, nasıl bir sıkıcılık deryası, insanın en az üç işi olmalı öyle bir sıkıcılığa katlanmak için.” gibi cümlelerinde kendini gösteren mizahının yanısıra objelere yönelik olağanüstü tasvirciliği de dikkat çekicidir. Bakmaya, görmeye ve imge kültürüne ilişkin bir ilgi ve öteden beri sanatla olan yakınlıktır bu Vivet Kanetti’de. Roman boyunca objelere yönelik görkemli tasvircilik, Oğuz’ların evindeki on iki santim boyundaki turuncu vazodan, babaannenin Huysuz’a hediye ettiği resimli Ermeni Kayseri Halısı’na, Sermin Yenge’nin dikiş makinelerine yani evlerdeki pek çok obje, mobilya ve antikada ve özellikle Seyhan Amca’nın 1911 yılında Paris, Hôtel Drouot’da gerçekleşen ‘II. Sultan Abdülhamid’e ait her şey: inciler, değerli taşlar, mücevher ve sanat değerindeki objeler’ başlıklı müzayede satışıyla ilgili bilgiler verdiği bölümde açığa çıkar. Bu, objelere yönelik hazcı bir bakışın açığa çıkışıdır. Fikret Dayı’nın, eşi Sermin Yenge’nin bayıldığı dikiş makinelerinden biri için söylediği; “Bakarmısın şu zerafete?... Niye örtüyorsun şunun üstünü Sermin?... Orada burada benim deyip kurumlanan heykellerin topundan daha estetik... O kuğu boyun, o çıplak Afrikalı beli... Modern bir bakış hemen görür bunları... Şu ülkede hepinizin gözü ürkek, sümsük alıştırmış kendini, ahhh...” sözlerinden Kanetti’nin aşina olduğumuz estet bakışı, burada modernizm eleştirisi ile birlikte kendini gösterir.   

Sermin Yenge’nin Singer dikiş makinesine bir örnek.

Yazarın roman boyunca katmanlanan tasvirci yaklaşımı, Bodrum’da gerçekleşecek düğünün yemek hazırlıklarında ve aslında en başından beri yer yer bahsi geçen yiyeceklerde belirir. Öyle ki, ‘Bari’de yemekler sadece bir tasvir olarak değil, aynı zamanda Osmanlı mutfak geleneğinden Fransız yemek kültürüne dek uzanan çeşitli bilgilerle, bir kültür olgusu olarak da karşımıza çıkar. Evliya Çelebi’ye Bitlis’te bir paşanın evinde on dört çeşit pilav ikram edildiği ya da sebzelerin bıçak yerine el ile doğranmasının Fransız yemek kültürüyle ilişkisi ve Turabi Efendi’nin 1864’te İngiltere’de basılan ‘Türk Yemekleri Kitabı’ burada konu edilir. Romanda belirgin bir biçimde yeri olan tiyatro kültürü ve tiyatrocular eksenindeki anlatılar ve diyaloglar da düşünüldüğünde tüm bunlar, ‘Bari’nin kültürel arka planı yoğun bir roman olmasının göstergesidir aslında. Konuşmalar sırasında kömür madenindeki işçilerden bahsederken bu konuya yakından bakıp resmetmiş Van Gogh’a vurgu, Huysuz’un kabusunun ardından Edward Munch’un ‘Çığlık’ının sözü geçmesi, Filiz’in “Mor cüppeli papa fırsatı değerlendirip dalmış rüyasına” deyişinde, adı geçmese de Francis Bacon’ın, Velázquez'in ‘Papa Innocent X Portresi’ne atıf yaptığı ‘Figure with Meat’ adlı eserinin hatırlatılması, Dean Martin, Miles Davis, Ray Charles, The Police, Timur Selçuk, Zeki Müren, Ava Gardner, Cary Grant, Simone de Beauvoir, Hegel, Camus, Çehov gibi pek çok ismin diyaloglarda yer alması da romanın hem tarihsel hem de çağdaş kültürel dokusuyla ilintilidir. 

İngiliz elçi Lord Stratford Canning’in British Museum’a götürdüğü Halikarnossos Mozolesi’nin Amazon Frieze’i: Yunanlılar ile Amazonlar’ın mücadelesi, M.Ö. yaklaşık 350.

Bana öyle geliyor ki, ‘Bari’de konu edilen düğün hazırlıkları ve özellikle Bodrum’da yoğunlaşan sohbet meclislerinin bir sahne olarak tiyatro ile geriden gelen bir ilişkisi var. Buradaki ilişkiden farklı bir biçimde Huysuz’un babaannesinin hediye ettiği Ermeni Kayseri halısının etkisiyle gördüğü kabusun anlatısında da teatral bir yaklaşım bulunabilir: “Altınları unutun, bırakın gitsinler, nefesleri sayın, mutlaka nefesleri sayın.” “Ama” diyorum içimden nefesleri saymak çok zor, çok zor, çok zor, çok zor, der zor, der zor, der zor, nasıl sayacaklar, sayacağız, sayacağız, nefesleri sayacağız...”   

Turabi Efendi, Turkish Cookery Book, England, 1864.

2002 tarihli ‘Prenslerin Adası’ adlı romanı başta olmak üzere Vivet Kanetti’nin çalışmalarında Adaların, özellikle Büyükada’nın önemli bir yeri var. ‘Bari’de de Büyükada, gerek romanın kahramanları için bir bellek mekânı, gerekse Rum nüfusun yok edilmesi bağlamında tarihsel eleştirinin odak noktası olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında 1934 yılında adı Akasya Hotel olarak değiştirilen Calypso Hotel’in romanda yer alması bir anma ve böylece ikonik bir etki anlamına geliyor. Romanın şimdiki zaman içinde akan kurgusunda hatırlamanın ve hatırlatmanın önemli bir yeri olduğu unutulmamalı. Bodrum’da gerçekleşen sohbetlerde bu, içinde yaşadığımız coğrafyayla ilgili bir değer (verme) sorununu da gündeme taşıyor. Özellikle 19. yüzyılda İngiltere elçisi Lord Stratford Canning’in Halikarnassos Mozolesi’nin alçı kabartmalarını Sultan Abdülmecid’in izniyle İngiltere’ye götürmesi ve bunların British Museum’da sergilenmesinin konu edildiği sohbette Fehmi’nin çıkışı vurucudur: “Bir dünya şahaseri insanlığın belleğine aittir. Ve onu unutmamayı başaran şahaseri alıp götürmeyi hak eder; nokta.” Tarihsel bellek odaklı yoğun konuşmaların geçtiği bu bölümde Sir Austen Henry Layard’ın Doğu seyahatinden bahsedilmesi ve ardından yazdığı ‘Nineveh and Its Remains: With an Account of a Visit to the Chaldaean Christians of Kurdistan, and the Yezidis, Or Devil-worshippers, and an Enquiry Into the Manners and Arts of the Ancient Assyrians’ (Ninova ve Kalıntıları: Kürdistan'ın Keldani Hristiyanları'na Bir Ziyaretin Kayıtları ve Yezidiler ya da Şeytana Tapanlar; Eski Asurlular'ın Gelenek ve Sanatları Hakkında Araştırma) ve ‘Inquiry into the Painters and Arts of the Ancient Assyrians’ (Antik Süryani Sanatının ve Ressamlarının Araştırılması) adlı kitaplarından söz edilmesi, romanın kültürel değerlere olan güçlü vurgusu ve onları hatırlatmasıdır. Tüm bunlar aynı zamanda, ‘Bari’de yer yer görülen öğretici sesin de yükselişidir. Bu ses, bellek ve değer sorunuyla şüphesiz yakından ilişkilidir. De xero yani Bilmiyorum deyişinin romanda neredeyse bir imge olarak yer alışı ve tekrarı bu açıdan dikkate değer. ‘Huysuz Büyüyor-Bari’, içinde yaşadığımız coğrafyanın sosyal ve kültürel meselelerine tarih ile şimdi arasında gidip gelerek bakarken, gerçekten de bir değer sorununu ya da sorusunu güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. Huysuz büyür; dünyasının sınırları önünde açılır ve dahası katmanlaşır. Bir sohbet sahnesi gibi önümüzde kurulmuş bir roman bittikten sonra neyi hatırlarız? Çok kültürlülük bari, hiç değilse!       

0
7867
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage