Alberto Giacometti, 1901 yılında, İsviçre’de Borgonovo’da doğmuştur. Babası da kendisi gibi sanatçı olan ressam Giovanni Giacometti’dir. İlk desenlerini ve büst çalışmalarını küçük yaşlarda yapmış ve erkek kardeşi ona modellik etmiştir. Bu dönemde klasik sanattan Diego, Dürer ve Rembrandt gibi sanatçılar onu etkilemiştir. Sanatçı 1919 yıllında Cenevre’de Güzel Sanatlar Fakültesinde yontu eğitimi görmüştür. Daha sonra İtalya’da Klasik sanat ve Mısır sanatını inceleyen Giacometti, bu sanatlardan oldukça etkilenmiştir. Tintoretto, Giotto, Cimabue gibi sanatçılardan kopyalar yaparak çalışmalarını sürdürmüştür. Bu dönemlerde yaptığı iki büst çalışmasını ise daha sonradan yok etmiştir. 1925’e kadar Baurdelle’nin yanında çalışmıştır. 1930 yılında, kardeşi Diego ile birlikte hayatını rahat sürdürebilmek adına mobilya eşyaları üretmeye başlamış, bu sırada sanatına da devam etmiştir. 1931 yılında yaptığı figür çalışmalarının, portrelerin onu zorlaması sonucu model ile çalışmaktan uzaklaşır ve Sürrealist akıma katılır. 1932’de Paris’te Pierre Golle Galerisi’nde, 1934’te New York’ta kişisel sergilerini düzenlemiştir. Ardından 1935 yılında ise canlı modelle tekrar çalışmaya başlamıştır. Böylece Sürrealizm’den ayrılmıştır. Sartre ile tanışan sanatçı varoluşçuluktan etkilenerek bu doğrultuda eserler vermeye başlamıştır. 1940’dan 1945’e kadar savaş süresince Paris’ten kaçarak Cenevre’de yaşamıştır. 1945 yılında Paris’e dönerek “Giacometti üslubunu” geliştirmiş ve uzun ince figürler yapmaya başlamıştır. İki yıl sonra, savaştan sonraki ilk sergisini New York’ta açmıştır. Bu sergiden sonra daha birçok sergisi Londra, Paris ve New York’ta gerçekleşmiştir.
Sanatçı figüratif heykel alanında önemli bir yere sahiptir. Eski ustaların eserlerinden çok sayıda kopya yapmış, görsel ve biçimsel sorunların, devinimin üzerinde durmuştur. Fakat sanat hayatı boyunca portre yapmakta zorlanmış, “Bütün ömrüm boyunca doğru dürüst bir kafa yapabilmek için uğraştım” demiştir. Giacometti, Primitif sanatla ilişki kurmuş ve doğadan esinlendiği yontularında, biçimsiz bir maddeye bir figürü işleyen ilk insan gibi ana hatlara önem vermiştir. Rönesans ve Barok dönemi formları, sanatçıyı Bizans ve Roma eserleri kadar heyecanlandırmamıştır.
Sanatçı yaşamının son yıllarında birçok ödül almıştır. 1961’de Carnegie Yontu Büyük Ödülü ardından Venedik Bienali Yontu Büyük Ödülü’nü kazanmıştır. 1964 yılında ise Guggenheim Uluslararası Resim Ödülü’ne layık görülmüştür. Ölümünden bir yıl önce 1965’te Fransız Kültür Bakanlığı tarafından sanat nişanı verilmiştir.
Giacometti, kardeşi Diego ile çalıştığı dönemde yaptığı gerçeküstü eserlerin, ticari amaçla ürettikleri vazo ve lambalar gibi realist anlayıştan uzak olduklarını düşünüp doğadan çalışmaya başlamıştır. Ardından canlı modelle çalışmaya başlayınca Sürrealist gruptan çıkartılmıştır. Fakat sanatçının yaptığı heykelleri gittikçe küçülmeye başlamıştır. Parmak kadar kalan küçük ve ince figürler onun deneysel çalışmasına yardımcı olmuştur. Sanatçı bu dönemde şöyle demiştir:
“Ne var ki, gözümle gördüğümü, bellekten yapmak isterken yontularımın giderek küçüldüğünü dehşet içinde gördüm; ancak küçük olduklarında benzerlik kazanıyorlardı, oysa bu boyutlar beni isyan ettiriyordu ve bıkmadan, usanmadan yeniden başlıyordum, ama birkaç ay sonra aynı noktaya geliyordum. Büyük bir figür bana göre yanlıştı; öte yandan küçük bir figür de her şeye karşın kabul edilemez bir şeydi; ayrıca bu figürler giderek o kadar küçülüyordu ki, son bir çakı darbesiyle tozun içinde ortadan kaybolacak hale geliyordu; ne var ki başlar ve figürler benim gözüme, ancak küçük olduklarında biraz gerçekmiş gibi görünüyordu.”
Alberto Giacometti Cezanne’ın eserlerinden etkilenmiş ve onun sanatsal sorunlarını, kendi sanatsal sorunları ile özdeşleştirmiştir. Sanatçı, resmin ne kadar üzerinde çalışılırsa o kadar bitirmesinin zorlaştığını belirtmiştir. Ayrıca Picasso’nun eserlerini beğenmeyen sanatçı, onu Van Gogh ile karşılaştırarak Picasso’nun resimlerinin ne kadar zayıf kaldığını söylemiştir. Cezanne ile Giacometti’nin arasındaki bağlantıya bakıldığında iki sanatçıda doğaya hayranlık duymuş ve doğadan çalışmıştır. Ayrıca Cezanne’ın resimlerinde renkle meydana getirdiği görsel titreşimlere, Giacometti güçlü kontrast ve çizgisellikle çözüm getirmiştir. Sanatçı, 1963 yılında portre çalışmalarına yoğunlaşmıştır. Portre çalışmalarında göz ve bakış üzerine odaklanır. Giacometti, bunların bir insan portresinin gerçeği yansıtabilmesi için gerekli iki öğe olduğunu düşünür.
Sanatçı, ilerleyen yıllarda ürettiği eserlerde gerçeklik duygusundan iyice uzaklaşmıştır. Yarattığı eserlerle ilgili şunları söylemiştir:
“Yıllardan beri, kendini zihnime bitmiş olarak sunan yontuları gerçekleştirdim yalnızca, bunları mekan içinde, hiçbir şey değiştirmeden, ne anlama geldiklerini kendi kendime sormadan canlandırmakla yetindim (bunlardan birinin bir bölümünü değiştirmeye ya da bir boyut aramaya kalkışacak olsam, yolumu bütünüyle yitiririm, nesne bütünüyle bozulur). Gözümün önünde hiçbir şey bir tablo olarak canlanmadı, bir şeyi desen olarak gördüğüm enderdir. Kimi zaman bir tabloyu, hatta bir yontuyu bilinçli olarak yaratma girişimlerim her zaman başarısız oldu.”
Alberto Giacometti, ölünceye kadar dostluk kuracağı, ünlü varoluşçu düşünür Jean-Paul Sartre ile tanışır. Sartre, arkadaşlıklarının ilk gününden beri sanatçıyı kariyerinde hep desteklemiştir. 1948’de New York’ta yapacağı serginin katalog yazısını Sartre yazmıştır. Giacometti ünlü düşünür Sartre’ın savunucusu olduğu varoluşçuluk felsefesinden etkilenerek bu doğrultuda eserler vermiştir. Varoluşçuluk kendi içinde hayatın anlamsızlığı, yalnızlığı ve hiçbir yorumlamanın sabit bir temeli olmadığı fikirlerini barındırır. Sartre 1943’te yazdığı Varlık ve Hiçlik kitabında “Varoluş özden önce gelir” demiştir. Hayatımızın anlamı varoluşumuzdan sonra gelir ve kişisel seçimlerimizle belirlenir. Bunları istediğimiz zaman değiştirebilmek bizim kararımızdır. İnsan düşünebilme yetisi olan bir canlı olarak kendi kararlarını verebilme ve kendi kaderini tayin edebilme özgürlüğüne sahiptir. Giacometti, heykellerinde insanı var olduğu mekanla sıkı bir ilişkisi bulunan bir varlık ve somut bir gerçeklik olarak verir. Figürleri, sağlam duruşa sahip fakat bir yandan da kırılgan ve yalnız, bireyselliğin ön planda olduğu tiplerden oluşur. Giacometti’nin yalnızlığı hiçbir zaman aciz veya küçümser değildir.
Sanatçının “Kafes” eseri onun varoluşçuluğunun göstergesidir. Kafes imgesi varoluşçu bir motiftir. İnsanların kendi özgürlükleri ile aldıkları her kararın kendi kafesleri olduğu söylenmektedir. Ayakta duran bu uzun figür kafesin bir parçası gibidir; kolları kafesin yatay parmaklıkları gibidir, ince vücudu ise kafesin direklerine benzer.
Varoluşçu eserler verdiği bu dönem, Giacometti’nin tekrar canlı modelden çalışmaya başladığı yıllara denk gelir. Bu dönemde sanatçı canlı modelle sık sık çalışmalar yapmış fakat bütünü görebilmek için modelden uzaklaştığında figür küçülmüştür. Bu sıkıntılı çalışma süreci sanatçıya bambaşka bir kapı açmıştır:
“…modele bakarak çalışmak, beni, yapacağımı sandığım şeyin tam tersini yapmaya itti. Böylelikle doğa benim için bütünüyle bilinmez hale geldi.
Bir insanı yakından gördüğünüzde ona hem yukarıdan aşağıya hem de aşağıdan yukarıya bakarsınız, onun genişliğini hesaba katmazsınız, katamazsınız.
Aksine, siz ondan uzaklaştıkça o genişler. Sizin görüş alanınızın içine bütünüyle girdiğindeyse en yüksek genişlik değerine ulaşır. O durumda da minicik hale elmiş olur.”
Alberto Giacometti’nin, Pierre Dumayet ile yaptığı söyleşide Pierre, bir kadın heykeli üzerinden “Peki, neden bu kadar küçüldüklerini anlayabildiniz mi?” sorusunu sorar. Sanatçı bu konuyla alakalı şöyle konuşmuştur:
“İş işten geçtikten sonra anladım. Nedeni şuydu: o kadının yapmak istediğim yontusuyla, tamı tamına, onu sokakta, belirli bir uzaklıkta fark ettiğim anda belleğime yerleşen çok belirli görüntüyü canlandırmak istiyordum. Dolayısıyla ona, o uzaklıkta bulunduğu andaki büyüklüğünü vermeye çalışıyordum.”
Sartre, yakın dostu Giacometti’nin eserleri için varlık ile hiçlik arasındaki modern insanın varoluşunun imgesel yansıması olduklarını söylemiştir. Yani 20. yüzyılın kaosuna kapılmış korkulu, yalnız ve zayıf insanların, kendileri ile olan çelişkileri içerisinde onları ele almıştır. Giacometti’nin varoluşunu kavramaya çalışırken ona eşlik eden yalnızlığı, diğer tüm insanların yalnızlığıyla aynıdır. Öznelciliğiyle ilgili olaraksa portrelerinde bireyselleşmenin izlerini barındırdığını ve bu ayrıntılardan arındırılmış yüzlerin Diego’yu ya da Anetta’yı anımsattıklarını söyler. Sartre, Alberto Giacometti’nin gerçeklik sorunuyla ilgili çabası hakkında şöyle demektedir:
“…Giacometti resimleriyle gerçek bir heyecan yarattığının farkında. Ve sonsuza kadar hep aldatıcı olarak kalacak olan bu imgeler her noktasını gerçek düşlerle dolu olduğunu da biliyor. Bu unutulmazlık numarasını çok kısa bir sürede tam olarak ele geçirebileceğini umuyorum. O başarılı olamazsa hiç kimse olamaz. Neyse, hiç kimse ezip geçemez, görmezden gelemez Giacometti’yi.”
Jean-Paul Sartre, sanatçının saf varoluşunu ifade edebilmek için çözümü figürlerini uzatmakta bulduğunu söyler ve Giacometti’nin figürlerinde devinimin mutlak kaynağını hisseder.
-Giacometti, A. (2015). Yazılar (3 b.). (A. Derman, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
-Gül, E. (2012). Alberto Giacometti ve Francis Bacon'ın Eserlerindeki Mekan Anlayışı. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Işık Üniversitesi, İstanbul.
-Hille, K., & Stotland, I. (2015). Sanat (2. b.). (D. N. Özer, Çev.) Çin: Ntv yayınları.
-Lynton, N. (1999). Modern Sanatın Öyküsü. İstanbul: Remzi Kitabevi.
-Phillips, S. (2016). ...izmler Modern Sanatı Anlamak. (D. N. Özer, Çev.) İstanbul: Yem Yayınları.